MİHENK, ŞER‘-İ ŞERİFTİR FAKAT…

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Akıl ve aşk…

Beyin ve kalp…

Düşünce ve arzu…

Kimi, aklın peşinde hakikat arıyor; kimi, aşkın peşinde mârifet…

İkisi de neye vesile olsalar, bir masumiyet perdesi çekiyorlar üzerine.

“–Düşündüm ve bana böylesi doğru geldi!..”

“–Seviyorum, öyleyse her şey mubah!..”

Hâlbuki, bir başka ölçü, bir başka hakem gerek.

Aşırılıkları törpüleyip hakikatin merkezinde dengeyi bulduracak bir terazi gerek.

Fikri, cerbeze ve aldanışlardan kurtaracak; duygunun hissî yalpalanışlardan selâmetini sağlayacak bir kıstas, bir kriter, bir hakem, bir hâkim lâzım.

Muhabbetin; nefrete, şehvete, yersiz ümide yani gaflete ve fetrete yenik düşebilen tabiatına istikametli bir murakabe şart.

Aklın; düz mantığa, inada, menfaatperestliğe, enâniyete, tarafgirliğe mağlûp olan yapısına, hidâyet ayarı zarurî.

Bu ayarı; her şeyde son sözü söyleme hakkına sahip Hak Kelâmı vermekte.

İnsanı da, kalbini de beynini de yaratan Allâh’ın, insan için koyduğu ölçüler:

Kitap ve Sünnet.

Ahkâm-ı ilâhiyye…

Şerîat…

İlâhî tâlimatlar…

Kulağa, gönle hitap edip, itaat altına alışı; duygulara hükmetmede çok güçlü…

Göze, zihne, fehme, anlayışa hitap edip, idrâk ettirişi, aklın aklını vardırmada çok etkili…

Böylece biri diğer ikisine hâkim üçlü ve güçlü bir yapı:

Vahiy, Akıl, Aşk…

Şer‘î ölçüler olmayınca; Hazret-i İsa’ya yahut Hazret-i Ali’ye beslenen kontrolsüz sevgi, insanları yoldan çıkardı, dalâlete düşürdü. Put yaptırdı, ilâhlaştırdı, ortak tuttu. Üçü bir, biri üç gösterecek derecede sarhoşlaştırdı.

Şer‘î ölçülerin hakemliği olmadığında; akıl, kâfirlere dîni reddettirdi, peygamberliği reddettirdi, filozoflara cismânî haşri inkâr ettirdi; kimi mü’minlere de bulaştı; kaderi reddettirdi, şefaati reddettirdi, kimine tasavvufu tamamen reddettirdi.

Hattâ, şer‘-i şerif olmayınca; akıl kalbi, kalp aklı reddettirdi.

Hâlbuki;

Mihenk, şer‘-i şerif olunca; akıl da yerine oturuyor, aşk da selâmette kalıyor.

Şer‘-i şerif; ne aklın tamamen bertarâf edilmesine râzı, ne aşksız bir dînî hayata…

Fakat burada bir inceltme lâzım.

Tasavvufu tenkit eden akıl; vahyi de dar teville ele alarak dînin kalbî tarafını, aşk boyutunu ortadan kaldırmaya teşebbüs edebiliyor.

Selefî, vehhâbî çizgi; zühd, nefisle mücâhede kısmına pek itiraz etmiyor. Asıl karşı çıkılan saha, mürşid-mürid münasebetlerinde.

İnsanın, insanla terbiye ve tezkiye edilmesi, Kur’ân’ın vaz’ettiği bir hakikat. Bu yolda rehberlik, bizzat risâlet ve nübüvvetin ana gayesi. Hazret-i Fahr-i Âlem’in son nebî olması ve O’nun vefatından sonra 15 asır geçmesi bu vazifenin boşlukta bırakılamayacağının delili. Bu süre zarfında bu vazifeyi hep tasavvuf yolunun rehberlerinin deruhte etmiş olması da tarihî ve fiilî bir delil.

Yani tasavvuf, İslâm’ın hususî terbiye yani mânevî eğitim kanadını ifade etmekte. Kişinin kendi kendine nefsiyle cihad esaslarına dikkat etmesi, kendi kendine eğitim. Nasıl sadece kitap indirilmesiyle iktifâ edilmemiş, bir de Rasûl gönderilmişse; bu mânevî eğitim yolunda, hoca-talebe münasebeti şart.

Vahyi sadece fıkıh ve kelâmın sistemleşmiş nihâî şekli olarak gördüğünüzde, bu yaklaşım; tasavvuf ve tarîkatlerin dünyasındaki birçok usulü bid‘at diyerek devre dışı bırakmanıza yol açar. Hâlbuki «Sîret Fıkhı» diye adlandırılan daha esnek, şartlara göre farklı usullere müsaade eden, fakat uygulayıcısının iyi niyetli olmasını gerektiren geniş bir külliyat da vahiydir.

“«Selâmâ!» deyip geç!” diyen de vahiydir, “Onlara sert davran!” buyuran da vahiydir.

Nerede, hangisi?

Eğitim ile dînin tevâfuk ettiği noktada da, tasavvuf vardır.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dînin temel esaslarını bildirmek, Kur’ân’ı tebliğ etmek vazifeleri yanında, bu insan mürebbîliğini de icrâ etti.

Mürebbî yönüyle Hazret-i Peygamber; Hazret-i Ali’ye gece namazı kılıp kılmadığı soran, Abdullah bin Ömer’e teheccüd kılması yönünde işaret gönderen, istîdatlı gördüğü ashâbına bazı hususî virdler veren, duâlar tembihleyen, kimini Üveys gibi Yemen’de, kimini Enes gibi yanında terbiye eden, aynı suale, muhataplarının kalbî durumlarına ve ihtiyaçlarına göre farklı farklı cevaplar veren, sohbetiyle, irşadıyla, nazarıyla muhataplarını tezkiye eden bir mürşid-i kâmildir. Ashâb-ı kiram da pekâlâ, o en büyük Mürşid-i Kâmil’in müridleridir. Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ali, Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anhüm- ise mânevî halîfeleridir.

İslâm’ın herkese şâmil, ana esasları yanında bir de fert fert ihtiyaçlara çözüm bulunabilecek bir dağarcık, bir çözümler haznesi olan esasları da vardır. Tatbikattaki tedricîlik de, usullerdeki genişlik ve çeşitliliği sağlamıştır. Kur’ân kıssaları ve sîyer-i nebî bin bir misal taşır.

Tasavvufta; Hakk’a vâsıl eden yolların, insanların nefesleri adedince olduğu belirtilir. Fakat sırât-ı müstakîm tektir. Hem çok hem tek…

İsm-i âzam ile ilgili yapılan bir tefsirde ifade edildiği gibi, her ferde göre başka. Hem çok, hem tek.

Terbiyede de, fıtratlar sayısınca farklı usuller vardır. Fakat her fert için yine tek bir yol vardır. Hem çok hem tek.

Sadece mezhepler için ifade ettiğimiz, «rahmet olan ihtilâf» esas bu eğitim sahasında rahmettir. Görünürde bir zıtlık, yani teâruz arz eden hususlar böyledir.

Şartlar farklıdır. Şahıslar farklıdır. Metotlar farklıdır. Bu seçimi kılavuzsuz akıl yapamaz, pusulasız bir duygu da yapamaz. Vahyin hâkimiyetindeki akıl ve histen doğacak bir firâset, bir sezgi bu seçimi yapacaktır.

Hazret-i Şuayb; firavun sarayında büyümüş, bir cinayete karışıp vatan-cüdâ şekilde ocağına düşmüş Hazret-i Musa’ya 8 ilâ 10 sene hizmet şartı koşar… Bu bir fıkhî kaide değildir. Bu bir eğitim metodudur. Kavmin yanlışı karşısında, Hazret-i Harun, ihtiyatı gözeten sözlü müdahaleyi; Hazret-i Musa, tavizsizliği gözeten fiilî müdahaleyi sergilemişti. Hazret-i Süleyman, dünyaya iltifat etmeyen bir sultan; Hazret-i İsa ise hiçbir şeye mâlik olmayan bir derviş hâlindedir.

Hudeybiye’deki nebevî kararlardaki hikmeti, Hazret-i Ömer gibi dehâ çapında bir akıl da baştan kavrayamamıştı. Vurulduğu zincirlerle Mekke’ye geri götürülen Ebû Cendel’in duygularda meydana getirdiği çalkantılar da bu hikmeti çözemezdi. Yapılacak tek şey Rasûlullâh’a teslim olmaktı. Tıpkı, önce Sıddîk Ebûbekir’in sonra bütün ashâbın sergilediği gibi…

İbrahim bin Edhem’e tâcı tahtı terk ettirmişlerdir. Fatih Sultan Mehmed’i dergâha almamışlardır.

Kadı Mahmud’a kaftanıyla ciğer sattırmışlardır, Sultan Ahmed’i ise tahtında terbiye ederek cami inşaatında tebdîl-i kıyâfet amelelik yapacak kıvâma getirmişlerdir.

Kimisine pamukluları çıkarttırıp aba giydirmişlerdir, kimisine abayı da terk ettirmişlerdir.

Kimine tahsil yaptırmışlardır, kimine Mevlânâ’da olduğu gibi kitapları terk ettirmişlerdir.

Kimini ribatlarda fütüvvetle, meydanlarda cihadla; kimini vurana elsiz olmak sükûnetiyle edeplendirmişlerdir.

Kimini gurbetle ve hicretle, kimini sohbet ve hizmetle, kimini şiir ve hikmetle tezkiye etmişlerdir.

Fakat, kime, ne zaman, nerede, hangi metot?

Hangi istîdâdın, inkişâf için hangi hamleye ihtiyaç duyduğunu sezmek ayrı bir lütuftur. Buna teslîmiyet gerekir. Şüphelerden, tereddütlerden arınmış bir teslîmiyet.

İşte tasavvuf ve tarîkatler dünyasındaki, istismâra açık saha da budur. Teslîmiyet lâzım fakat sahtekâra değil. Biat lâzım fakat istismarcıya değil. Esneklik lâzım fakat nefsânî kullanıma açık değil. Müsamaha lâzım fakat yozlaşmadan korunmak elzem.

Her kıymetli şeyin sahtesi olur. Kimse, sahte para basıyorlar diye paradan vazgeçmez. Sahte altın piyasa sürüldü diye, altın kıymetten düşmüyor. Büyük kazançlar, büyük risklerle beraber. Peygamberlik taslayanların varlığı, peygamberlere töhmet getirmez, nübüvvete olan zarurî ihtiyacı da ortadan kaldırmaz. Yüz milyonların yanlış tanrı tasavvuru, İslâm’ın hakikî Allah akîdesine şüphe bulaştırmaz.

Fakat;

“Akıl ve şer‘-i şerif garantili tasavvuf olsun!” diye teslîmiyetsiz, “kişisel gelişim” tarzı bir tasavvuf ortaya koyarsanız; sohbeti seminere, hizmeti sosyal sorumluluk projesine, intisâbı üyeliğe çevirirseniz, bu; Kültür Bakanlığı sanatçılarının yaptığı semâ gibi olur. İnsan yetişmez. Taptukların eli kolu bağlanır. Yûnuslar yetişmez.

İslâmiyet’in bu çok geniş terbiye sahası;

“Tasavvufu kabul ederiz ama!” deyip şartnameler sıralayan Molla Kasım anlayışının vizesiyle sınırlandırılamaz.

Meselâ bu anlayış sahiplerinden biri, -kendisi de müstakim bir âlim olmasına rağmen- şöyle diyor:

“Tasavvuf diye karşımıza koyduğunuz şey, anlaşılır olacak! Öyle karmaşık terkiplerden oluşmayacak.”

Fakat bu da, İslâm’ı ilkokul seviyesine hapsetmek olmaz mı?

Meselâ;

“Terk-i dünyâ, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk…”

Bu ince bir anlayıştır. Cennet için;

“İsteyene ver Sen onu.” diyen gönül, samimîdir. Fakat bu da nihâî gaye olmadığı için, bu terk anlayışını bile sonunda terk etmeyi öğretir.

“Kur’ân’da «terk-i ukbâ» yani cennetten de geçip sadece Allâh’ı istemek geçmiyor, bu cenneti hafife almak olur!” diye düşünen kişi, Kur’ân’da geçen; «ille’btiğâe vechillâh: Sadece ve sadece Allâh’ın rızâsını aramak» (el-Bakara, 272) hükmünü derinliğine düşünmemiş demektir.

Bu ifade, birinci basamakta ortak koşmamak demektir. İkinci basamakta riyâ yapmamak demektir. Fakat üçüncü basamakta; nefsin mükâfat arayışını dahî işin içinden sıyırıp, tüccar tavrıyla değil, hâlis kul ihlâsıyla Allâh’a mâbûd-i bi-hak olduğu için kulluk etmektir.

Tasavvufun bütün esasları, Kur’ân’da böyle ince ve yüksek anlayışlarla mevcuttur.

Nasıl usul-i fıkıhta, celî ve hafî kıyas varsa; nassların anlaşılmasında da, bu basamaklar vardır. Üst basamaklarda; tarifler terkipleşir, incelir, derinleşir.

Hâsılı;

İslâm’ın mânevî eğitim buudu olan tasavvufu, hissiyatsız akıl tarafından daraltılmış bir şer‘-i şerif anlayışıyla tahdit etmek, onu, hakikî vazifesini icra edemez hâle getirir.

Acaba günümüzde sayısız cemaat ve yol olmasına rağmen, gürül gürül bir Yûnus heyecan ve cevelânı göremeyişimizin bir sebebi de bu mudur?