HAZRET-İ ÖMER’İN HASSÂSİYETİ

YAZAR : İrfan ÖZTÜRK


Abdullah bin Abbas Hazretleri anlatıyor:
Soğuk bir kış gecesiydi. Halîfe Hazret-i Ömer’i görüp onunla biraz konuşmak üzere evden çıkmıştım. Şehir uykudaydı. Sokaklarda hiç kimse yoktu.
Birazdan önümde bir karaltı belirdi. Biraz yaklaşınca bir insan olduğunu anladım. Selâm verdim. Verdiğim selâmı almak üzere başını kaldırdı. Sîmâyı görünce rahatladım, o Halîfe idi.
Gecenin bu saatinde herkes sıcak yatağında uyurken Halîfe’nin yalnız başına sokaklarda dolaşmasına şaşırmıştım. Sebebini öğrenmek istedim:
“Ey Mü’minlerin Emîri! Gecenin bu saatinde tek başına niçin dışarıdasınız?”
Halîfe Hazret-i Ömer soruma cevap vermek yerine başka mevzular açtı, yoluna devam etti. Ben de ona refâkat ettim. Fakat bir yere gidiyormuş gibi değildi. Yol boyunca rastladığımız evleri, dikkatle tarassut ediyordu. Anladım ki, Halîfe; herkesin uykuda olduğu bu saatte bir derdi olan, bir feryat eden, bir ağlayan var mı diye şehri teftiş ediyordu. Mâtemleri arıyordu.
Şehir bitti, dışarı çıktık. Sağda solda tek tük çadırlar vardı. Onları da yoklaya yoklaya ilerledik. En sondaki çadıra sıra geldi.
Diğerlerinde olduğu gibi bu çadırın kapısında da dikilerek bir ızdırap alâmeti var mı diye bakındık. Evet, bu çadırdan acı feryatlar yükseliyordu. Küçücük yavrucaklar;
“–Açız, açız, yemek ver bize!” diye ağlıyorlardı.
Sonra araya ağlamaklı bir kadın sesi girdi:
“–Az daha sabredin yavrularım; görüyorsunuz ki, tencere ateşin üzerinde kaynıyor. Hele pişsin, hemen sofrayı kuracağım.”
Lâkin bu sözler açlıktan kıvrandıkları belli olan yavruları avutmaya yetmiyordu.
Fazla beklemeden Hazret-i Ömer selâm verdi ve müsaade gelince içeri girdi.
Çadırın içi perişandı. Durmadan ağlayan çocukların gözleri şişmişti. Yaşlıca bir kadın ocağın başına oturmuş; kaynayan tencereyi karıştırıyor, bir yandan da dizinin dibinde yalvaran yavruları teselli etmeye çalışıyordu. Fakat o da bitkindi.
Kadının gecenin bir yarısı evine gelen kişileri tanımadığı, hele birinin halîfe-i zaman olduğunu bilmediği anlaşılıyordu. Hem gecenin bu ilerlemiş saatinde, şehir dışındaki bir çadırda koskoca Halîfe’nin ne işi olabilirdi ki?!.
Hazret-i Ömer de kendini tanıtmadı. Sordu:
“–Bu yavrular niçin böyle durmadan ağlıyor?”
“–İki günden beri açtırlar da ondan!”
“–Öyleyse, niye onlara yemek vermiyorsun?”
Kadın gözyaşlarına hâkim olamayarak hıçkırıklar içerisinde cevap verdi:
“–Oğlum… Sen şu tencerede yemek mi pişiyor sandın? Yavruları avutabilmek için taş kaynatıyorum taş!.. Pişirecek hiçbir şey yok. Bu yavrular benim yetim ve öksüz torunlarımdır. Oğlum, kocam ve kardeşlerimin her biri bir muharebede şehid düştüler. Evin geçimini temin edecek hiç kimsem yok. Yaşlı ve kadın hâlimle bugüne kadar torunlarımı aç bırakmamak için çabaladım. Fakat artık tükendim. Böyle aç ve perişan kaldık.
Bir zamanlar asil bir ailenin yokluk nedir hiç bilmemiş bir kızıydım. Tabiatım kimseye el açmaya, yüzsuyu dökmeye müsaade etmiyor. Her şeyi bilen yüce Allâh’ım bir sebep halk edip rızkımızı gönderinceye kadar böyle ağlayıp beklemekten başka çaremiz yok.”
Hazret-i Ömer; duyduklarından çok müteessir olmuştu:
“–Vâlide, Halîfe Ömer’e neden başvurup durumunu anlatmadın?” diyebildi.
O âna kadar ağlayan kadın, birden öfkelendi:
“–Dilerim ki o Halîfe Ömer belâsını daha dünyada bulsun. Âhirette de iki elim yakasından düşmesin!”
Hazret-i Ömer neye uğradığını şaşırmıştı:
“–Niçin Ömer’e böyle bedduâ ediyorsun vâlide! Onun bu işte günahı nedir?” dedi.
Kadının öfkesi yatışmamış, âdeta daha da kabarmıştı:
“–Evlâdım! Ben şu ihtiyar hâlimle iki günden beri gece-gündüz demeyip yetim avuturken; o nasıl rahat yatağında uyur? O, müslümanların reisi, sorumlusu değil mi? Bizler evvel Allâh’a sonra da ona emânet değil miyiz? Gelip de benim hâlimi neden sormaz? Müslümanların reisi olmak kolay mı!”
Hazret-i Ömer, gözyaşlarının hücum ettiği gözlerini saklayarak;
“–Vâlide, doğru söylüyorsun; fakat zavallı Halîfe’nin işi bir değil, iki değil… Kim bilir başını kaşıyacak kadar zamanı yoktur. Hem sen gidip derdini anlatmadıktan sonra o senin hâlini nereden bilecek?..” dedi.
Fakat kadın aynı kızgınlıkla sözlerine devam etti:
“–Mademki dertlilerin derdini vaktinde haber alıp çaresine koşmayacaktı, zamanında niye halîfe olmayı, müslümanların başına geçmeyi kabul etti?”
Hazret-i Ömer daha fazla dayanamadı. Göz pınarlarından akan yaşlar sel oldu. Artık orada oturamazdı. Hemencecik yerinden doğruldu. Bitkin bir sesle;
“–Vâlide haklısın. Sen biraz daha avut yavrucakları, ben hemen dönerim.” diyerek kapıya yöneldi. Ben de arkasından. Dışarıya çıkınca derin bir soluk çekti ciğerlerine. Mahzun ve müteessir bir şekilde başladık yürümeye, hattâ koşmaya. Yol boyunca ağzından tek kelime çıkmadı. Doğruca Beytülmâl’e vardık. Halîfe, bir un çuvalı seçti. Benim elime de bir yağ kabı tutuşturdu.
Derhâl koca un çuvalını sırtladı. Gözlerime inanamıyordum. Evet, İslâm devletinin koca reisi, onca yaşına rağmen bir hamal gibi sırtında un taşıyordu:
“–Aman ey mü’minlerin emîri! Ne yapıyorsun? Müsaade et de çuvalı ben taşıyayım.” dediysem de;
“–Hayır, ey İbn-i Abbas!.. Değil yorgunluktan yere yığılmak, ölsem bile bana yardım etme! Ömer, vebâli ve mes’ûliyeti gibi, yükünü de kendi sırtında götürsün. Bu dünyada yüküne yardım edecek dostlar bulabilir, fakat herkesin kendi derdine düşeceği günde kimse onun cezasını paylaşmayacak!
Kadın doğru söyledi. Ya zamanında hilâfeti yüklenmemeliydim. Madem yüklendim, idarem altındaki her ferdin huzur ve selâmetini temin etmek mecburiyetindeyim.
Âh dostum! Dicle kenarında otlayan bir koyunu kurt kapsa, ilâhî adâlet onu Ömer’den sorar. Şu kadıncağız kimsesiz kalır, avuttuğu yavrular aç kalır; sorumlusu Ömer’dir. Bakımsızlık ve sefâletten bir ev çökse vebâli Ömer’in omuzlarındadır.
Ömer her derdin devâsı, her isteğin büyük kapısı ve her lânetin ana hedefidir!
Ey büyük Allâh’ım! Bu kadar ağır ve geniş bir mes‘ûliyet yükünün altından, şu âciz kul nasıl kalkabilir? Ey Ömer! Bu kadar yükün altına girmeyi nasıl kabul edebildin vakti ile?!.”
“–Ey iyi yürekli Halîfe! Şüphesiz sen bir melek değilsin, ama adâlet ve merhamet kervanının en ön safında bayrak tutanlardansın. Senin bu erişilmez adâletine kıyâmet günü; hem yer, hem gök, hem şu sırtındaki un çuvalı ve aynı zamanda ben şahitlik edeceğiz. Şüphesiz ki en büyük şahidin de her şeyi bilen yüce Allâh’ın bizzat kendisidir.”
Bu sözlerim galiba Halîfe’nin mahzun gönlünü biraz ferahlatmıştı. Ağır çuval yükü altında iki büklüm olmuş bedenine rağmen son gücünü kullanarak yokuşu soluk soluğa çıkıyordu. Soğuğa rağmen alnından ve yüzünden süzülen terlere aldırmıyordu.
Nihayet kocakarının çadırına varıp çuvalı yere bıraktı ve aynı zamanda kendisi de yere serildi; iyice bitmiş, tâkatinin son damlalarını kullanarak çadıra girebilmişti. Sonra aslanlar gibi silkinerek yerinden doğruldu; tencerede kaynamakta olan çakılları boşalttı. Yerine benim taşıdığım kaptan yağ koydu. Sonra yağa, sırtında getirdiği çuvaldan kendi eli ile un koyarak pişirmeye başladı.
Sönen ateşi çalı çırpı ile bizzat tutuşturdu. Yemek pişmişti. Onu ayazda çabucak soğuttu, yine elleriyle kurduğu sofraya koyup, öksüz ve yetim çocuklara ikram etti.
Çadırda günlerdir süren mâtem dinmiş, bayram gelmişti. Öksüz yavruların gözleri sevinçten ışıl ışıl parlıyordu. Hazret-i Ömer, sırtında un çuvalı ile içeriye girdiğinden beri kadıncağız da susup kalmıştı.
Sonunda öksüz torunlarının neşesi çadırı çınlatmaya başlayınca memnuniyetini şu duâ ile arz etti:
“–Dilerim ki yüce Allah tez elden seni Hazret-i Ömer’in halîfelik makamına oturtsun. Oraya Ömer’den çok sen yakışırsın.”
Halîfe bana dönerek; «Gidelim» diye işaret etti, sonra kadına döndü:
“–Vâlideciğim… Sen yarın erkenden halîfelik makamına gel; beni orada bul da sana emekli ve yetim maaşı bağlatalım.” dedikten sonra birlikte dışarı çıktık, fecir vakti olmuştu. Müezzinin bütün mü’minleri sabah namazına çağıran olan gür sesi ortalığı çınlatacaktı. Ulu Halîfe uykusuz kalarak ve terler dökerek vazifesini yapmış insanların gönül huzuru içinde rahattı.
O gün kadın, öğleye doğru hilâfet makamına geldi. Halîfe zaten daha önceden gerekenleri yapmıştı. Kadın Hazret-i Ömer’i tanımıştı ama şaşkınlıktan donakaldığı için hiçbir şey söyleyemiyordu. Halîfe onu hürmet ile karşılayıp bir yere oturttu:
“–Vâlideciğim! İşin oldu bundan sonra hem kendi emekli maaşını hem de şehid yavrusu öksüz torunlarının maaşını alacaksın. Al bakalım şu ilk maaşın!” diyerek bir gümüş kesesini kadına uzattı ve; «Artık Ömer’i affediyor ona ettiğin bedduâları geri alıp hakkını bağışlıyorsun değil mi?»” diye sözlerini bağladı.
Akşamdan beri olup bitenleri iyice anlayan kadın gayet ciddî bir ifade ile Halîfe’ye şu son cevabı verdi:
“–İşte böyle göster adâletini; eline bakan bütün müslümanlara karşı.”
Her işinde âdil ol, zulmetme hiç kimseye,Zulme uğrasan bile, gönlün hiç incinmeye.
(Gülzâr-ı İrfan)