EVLÂT DERDİ…

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Duyduğum bir hikâye:

Vaktin hükümdarı tebdîl-i kıyafet gezerken üç kişiye rastlamış. Hâllerinden belli: Dertli dertli oturuyorlar, gamlı gamlı düşünüyorlar.

Hükümdar; “Ne kadar dertli adamlar.” demiş. Hemen yanındakilere;

“–Bu adamları saraya götürün!” diye emretmiş.

Götürmüşler. Hükümdar, tahtına geçmiş; adamlarla görüşüp dertlerine derman bulmak istiyormuş.

Gamlı adamlardan birincisini çağırmışlar:

“–Nedir derdin? Nedir seni böyle gamlı gamlı düşündüren söyle bakalım!..”

Adam başlamış anlatmaya:

“–Benim derdim hanımımdan. Gece-gündüz eziyet eder. Dırdırı bitmez. Hizmeti yok. Sevmediğim ne varsa, yapar; istediğim bir şey olsa asla yapmaz. Bu hanımın eline düştüm, ben nasıl dertli olmayayım!”

Hükümdar kızmış;

“–Buna on değnek vurun ve serbest bırakın!” demiş ve sebebini ilâve etmiş:

“–Bu kadar dert edecek ne var! Madem geçinemiyorsun, madem durum bu kadar kötü; boşarsın, gider başkasını alırsın. Ömür boyu derdini çekecek ne var? Çaresi mi yok?!. On tane değneği hak ettin.”

Ötekini getirmişler. O da derdini anlatmış;

“–Benim sıkıntım, komşudan. Öyle dertliyim ki; yapmadığı gürültü, etmediği eziyet, revâ görmediği zulüm yoktur. Hâlbuki ben ona ne iyilikler yaptım. Buna rağmen kötülükten başka bir şey elime geçmedi…” diye uzatacak olunca, hükümdar yine aynı şekilde adamlarına seslenmiş:

“–Buna da on değnek vurun ve serbest bırakın! Madem bu kadar dertlisin; ne duruyorsun, o evi sat. Git parasıyla bir başka ev al. Meseleyi hâllet. Niye bu kadar dert ediyorsun? Çaresi ortada!..”

Üçüncüsü gelmiş:

“–Hükümdarım, benimki ne komşu, ne avrat. Benim derdim evlâttır evlât!.. Öyle âsî, öyle yaramaz, öyle azgın ki, ne yaptıysam başa çıkamadım.”

Hükümdar boynunu bükmüş;

“–İşte senin derdinin çaresi yok! Kederlenmek, gamlanmak senin hakkın!” demiş.

Öyle ya!

Evlât ne atılır, ne satılır. Evlâdın için yapabileceğin tek şey, onu en güzel şekilde yetiştirmeye çalışmak. Olmuyorsa insan ne yapabilir? Hiç!

Allah herkesin evlâdını iyi eylesin. Evlât iyi olursa babanın en büyük kıvancı olur. Hele birisi tarafından;

«Evlâdın şöyle güzel bir şey yaptı. Şöyle güzel bir söz söyledi. Şu başarıyı elde etti…» denmesi babanın en büyük mutluluğu.

Ama;

«Evlâdın beni dolandırdı. Beni şöyle kandırdı. Şu yanlışı yaptı…» derse; bu da bir baba için en kötüsü.

Allah herkesin evlâdını hayırlı eylesin.

İyi evlâdı herkes bağrına basar:

“Benim oğlum!”

“Kimin kızı!”

“Babasına çekmiş tabiî…”

Fakat problemli bir çocuk olursa;

Öz annesi bile, beyine;

“Senin evlâdın şöyle etti! Senin kızın böyle etti!” der.

Bir kötü huyu çıksa, karı-koca birbirine;

“Senin anana/babana çekmiş…” der.

Fakat iyi, güzel, başarılı olsa;

“Benim anama/babama çekmiş…” der.

Evlât derdi böyle. Anne, babaların en büyük imtihanı. Ne kadar çekse de, bir evlâda en büyük şefkat ve merhamet yine anne-babasından gelir. Bizim bir komşumuz vardı.

Âdile Bacı…

Bize sitem ederdi:

“–Siz bizim komşumuzsunuz. Bana sahip çıkmıyorsunuz. Nasıl komşusunuz siz?”

“–Ne oldu ki Âdile Bacı?”

“–Bizim oğlan var ya. Her gün beni dövüyor! Ben ne yapacağımı şaşırdım.”

Ne büyük acı! Anneye el kaldıran bir evlât, aman yâ Rabbi!

“–Pekâlâ, seni oğlun her gün dövüyorsa Âdile Bacı, biz buna ne yapabiliriz?”

“–Ne bileyim! Bu namussuz, senelerdir böyle yapıyor.”

“–Bu, esrar içiyor değil mi?”

“–İçiyor.”

“–Seni esrar içtikten sonra dövüyor değil mi?”

“–Evet.”

“–Sen bu, esrar alıp eve geldiğinde beni haberdar et. Ben de karakola haber edeyim. Eve baskın yapsınlar. Cebinde esrar bulunca bunu alır götürürler. Mahkemeye verirler, hapse atarlar. Sen de kurtulursun.”

“–Yoo oğlum, aman! Evlâttır. Nasıl yapayım, nasıl kıyayım?”

O zaman komşu ne yapsın? Komşunun ne suçu var?

Anneler kıyamaz. Allah onlara apayrı bir şefkat ve merhamet vermiş.

Bir de amcamın kızı vardı. Adı Nurgün. Benden bir-iki yaş küçüktü. Bir oğlu oldu. Doğuştan zekâ geriliği vardı. Öyle ki yirmi yaşına kadar altını bağlamak zorunda kaldılar. Akıl neredeyse hiç yok. Sadece annesini tanırdı, onunla yemek yer, su içerdi. Başkasını tanımazdı. Bu sebeple annesi bir yere gidecek olsa, çocuğu mecbur zincire bağlardı. Amcamın kızı, bu çileyle altmış yaşında iken doksan yaşında gibi gösterirdi.

Amcamın kızına hep derlerdi ki:

“–Bunu hükûmete verelim. Bakarlar.”

“–Ya iğne yapıp öldürürlerse?” diye korkar, vermeye kıyamazdı.

Sonunda amcamın kızı vefat etti. Allah rahmet eylesin. Oğlunu sonunda hükûmete verdiler. Adana’da bir hastahâne. Bir hafta sonra duyduk ki o da ölmüş.

Acaba annesinin hep korktuğu gibi şeyler yapılıyor mu? Bakmak çok güç, iyileşme ihtimali sıfır. Yaş ilerlemiş. İnşâallah yoktur. Resmî olarak olması mümkün değil zaten.

O çocuk, bir annenin imtihanıydı. Anne vefat edince, varlık hikmeti de sona erdi herhâlde.

Âdile Bacının çocuğu mânen hasta, amca kızımın oğlu maddeten hasta… Belki doğuştan zekâ geriliğinin şifâsı yok, fakat mânevî hastalıkların biiznillâh şifâsı var.

Yeter ki yol-yordam bilinsin. Sistemli olunsun.

Eğitim; ancak prensiplerle, sistemli çalışmalarla başarıya ulaşır. Şahsî maharetler bir yere kadar etkili olur. Fakat sistem kurulursa, prensipler ortaya konursa; kim o prensipleri uygular ve sistemi hayata geçirirse eğitimde başarılı olur.

Bundan 7-8 sene evvel yazlıktayız. Yaz mevsiminde çocuklar boşta. 10-11 yaşında torunlar, evlâtlar… Dedik ki:

“Yahu bu çocuklar burada boş duruyor.”

Yakînen tanıdığım Silivri müftüsüne gittik.

“–Hocam, bize uygun bir hoca tavsiye etseniz de gelip bu çocukları eğitse.” dedik.

O da;

“–Olur!” dedi. Ders yerine bisikletiyle gidip gelebilecek emekli bir hocayı tavsiye etti. Biz de;

“Hoca bisikletiyle gidip gelir, biz de bir-iki parça hediye veririz. Her gün şu saat ile şu saat arası gelir. Çocuklara bir şeyler öğretir.” diye konuştuk.

Hocaefendi geldi. 15-20 gün sonra bana dedi ki:

“–Bana müsaade edin, ben artık gelmeyeceğim.”

“–Niye?”

“–Bu çocuklar beni öldürecekler!”

“–Hayırdır inşâallah, nasıl öldürecekler hocam?”

“–Yahu hepsi şımarık. Benimle dalga geçiyorlar. Söylediğimi tutmuyorlar. Eğitimini aldıkları hiçbir şeyi yapmıyorlar. Öğrendikleri yok, dalga geçiyorlar. Ben uğraşıyorum, uğraşıyorum, bir şey yapamıyorum. Bana müsaade edin…”

Ne diyeceksin adama? Zorla güzellik olur mu?

Hoca gitti. İşi rast gelsin…

Damat Abdülkadir ERBALCI, bir okuldan genç bir öğretmen getirdi. Başladı faaliyete. Bir ay sonra bu genç öğretmen;

“–Ben, umreye gideceğim.” dedi.

Durumlarını sorduk:

“–Sen geldin. Bu çocuklar iyi-kötü okuyorlardı. Şimdi nasıllar?”

“–Onlar bundan sonra kendi kendilerine de çalışır ve okurlar artık.”

“–Nasıl okurlar?”

“–Ben onlara ders verdim, hepsi bir ayda okumayı öğrendiler. Şimdi ben umreye gideceğim. Onlara sordum:

«Ben gelinceye kadar kim Kur’ân’ı hatmedecek?»

Birisi:

«Ben edeceğim…»

Bir başkası;

«Ben edeceğim…» derken, hepsi de hatim için söz verdiler. Ben bir ay yokum. Bir ay sonra geldiğimde hepsi Kur’ân’ı hatmetmiş olacaklar inşâallah!”

“–Yahu hocam, bu çocuklar, tepelerinde dursan bile çalışmıyorlardı. Sıkıştırdığın zaman dahî çalışmıyorlardı. Senden önce bir hocayı neredeyse verem edeceklerdi. Sen, ne yaptın da böyle bir netice aldın?”

“–Çocukların hepsini önce bir tahlil ettim. Herkesin birtakım özellikleri var. Onların suyuna gittim. Meselâ birisi;

«–Hocam, ben sıkıldım. Beş dakika bisiklet binebilir miyim?» diye sorduysa;

«–Oğlum, sana 10 dakika, bisiklete binip gel!» dedim. «Yapma!» demedim. Herkesin suyuna göre hareket ettim. Önce beni sevdiler. Sevince de sözümü dinlemeye başladılar.”

İşte metot, işte netice…

Öteki hoca şikâyet ediyordu:

“–Oğlum, dersine çalıştın mı?”

“–Hocam, biraz bisiklete binip geleyim mi?”

Hoca da çıldırıyordu:

“–Ben, dersini soruyorum. O, bisikletten bahsediyor. Bu çocuktan nasıl köy, kasaba olur?!.”

İkisi de aynı çocuk.

Hoca, bir ay sonra umreden geldi. 15 gün daha ders işlediler. 15 gün sonra, güzel bir hatim merasimi yaptılar.

Buna benzer bir yaşanmış hikâye daha:

Küçükçekmece Tepeüstü mevkiinde Yıldız Camii var. Bir zaman biz de o muhitte oturmuştuk. Buraya Karadenizli İsmail Hoca diye biri, imam tayin oldu.

Namazdan sonra herkes çay ocağında oturur, çay içer, sohbet eder; İsmail Hoca ise, bir elinde toz süpürgesi, bir elinde faraş; belinde ıslak ve kuru birer bez; caminin içinde fır döner. Caminin kapısını siler, camı lekeli görür, hemen onu siler. Kenarda bir toz görür, hemen süpürür. Sonra gider Kur’ân-ı Kerim okur. Sonra kalkar yine temizlik… Böyle cevval, titiz bir hoca…

Böyle bir gayrete, çalışkanlığa, titizliğe hayran olmamak mümkün mü? Benim de çok hoşuma gitti. Sağda-solda anlatıyorum:

“Bizim mahallede bir hoca var, şöyle titiz, böyle gayretli…”

Aradan beş-altı ay geçti. Aynı camiye bir kez daha gittim. Bir de baktım İsmail Hocanın elinde süpürgesi, faraşı; belinde bezleri yok. Merak ettim, acaba ne oldu? Sordum:

“–Hocam, siz böyle böyle yapıyordunuz. Ben de her yerde anlatıyordum. O iş bitti mi?”

Ne dedi biliyor musunuz?

“–Hayır bitmedi! Ben altı ay samimiyetle anlattığın şekilde devam ettim. Hiç erinmeden camiyi sildim, süpürdüm, tertemiz tuttum. Altı aydan sonra o çay ocağında oturan cemaatten üç-beş kişi yanıma geldi;

«–Hocam; sen camimize geldin geleli, böyle yapıyorsun. Bir elinde süpürge bir elinde faraş, camiyi pırıl pırıl tutuyorsun. Kapının tokmağını temizliyorsun, camını siliyorsun. Biz de ezilip büzülüyoruz. Artık yeter yahu! Sen hocasın, sana yakışır mı?!. Ver şu süpürgeyi, ver şu bezleri… Bundan sonra nerede bir eksik görürsen, bir leke görürsen bize söyleyeceksin, biz yapacağız. Eğer söylemezsen vebali boynuna…»

Artık ben de cemaatin dediği gibi yapıyorum. Artık dînî hizmetlere daha fazla emek veriyorum.”

Ben ilk mütevâzı, hizmetli tavrına hayrandım. Bu, cemaatini eğitişine de hayran oldum. Bunu samimiyetle elde etti. Yaşayarak, kendisi temizliğe, titizliğe olan aşkını göstererek, bizzat temizliği yaparak gösterdi.

Bir günde, bir haftada değil, altı ayda mesafe aldı. Demek ki sabır da lâzım. Sevdireceğiz, sabredeceğiz, eğiteceğiz.

Eğer netice alamıyorsak, metotlarımızı gözden geçireceğiz.

İkramda bulunacağız, faaliyet yapacağız, heyecan meydana getireceğiz. Kendiliğinden olmaz.

Baba isek; çocuğumuzu camiye götüreceğiz, yaygın eğitim faaliyetleri düzenleyeceğiz, çevre oluşturacağız, hediye vereceğiz…

Hoca isek; faaliyet düzenleyeceğiz, ikram bulacağız, hedef ve ödül koyacağız…

Öğretmen isek aynı şekilde…

İşte camiler… Her cami cıvıl cıvıl bir mektep hâline gelmeli. Uğraşan elde ediyor.

Gaziantep’te bizim vakfın faaliyet gösterdiği hanın yanında tarihî bir mescid var. İki emekli imam organize ediyor. Pazartesi’den Cuma’ya kadar, sabah dokuzdan öğle namazına kadar eğitim faaliyeti ve sohbet var. Çay ikramı var. Hattâ Çarşamba günü lahmacun ikramı var. Otuz kişiden aşağıya düşmez. Kırk-elli kişiyi bulduğu olur.

İnsanlara güzel bir ortam… Tatlı bir eğitim ortamı. İnsanlar kahvehaneye gideceğine mescide geliyor. Kur’ân dinliyor, Kur’ân okuyor, sohbet dinliyor. Hepsi mutlu.

Şu tatlı ortam niye her camide olmuyor? Ülke çapında 100.000’e yakın cami var. Her cami böyle bir halk mektebi hâline gelse, hayırlı neticelerini düşünebiliyor musunuz?

Bu camide iki emekli hoca başarıyor bunu. Niçin her camide başarılmasın?

Her şey sevmekten geçer. İşini sevmezsen, evlâdını sevmezsen, talebeni sevmezsen, cemaatini sevmezsen bir şey yapamazsın.

Sen sevmezsen; sevilmezsin, öğretmeye çalıştığın şeyi de sevdiremezsin. Sevilmezsen, sevdiremezsen, eğitemezsin.

Evlâtlar, öğrenciler, çıraklar, çalışanlar, eğitmeye çalıştığımız herkes için durum aynı… Onları eğitmek bizim vazifemiz. Bu da ancak usûlünü, metodunu bilerek mümkün.

Rabbim; bize de evlâtlarımıza da hayırlı olanı, doğru olanı, faydalı olanı sevdirsin. Başta bizi sevsin, kendisini de bize sevdirsin ve muhabbetine erdirecek hayırlı, sâlih amelleri hepimize sevdirsin.

Âmîn…