Yüksek Hasletlerin Tezâhür Sahnesi HİCRET

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Bütün canlılar kendilerini ve faaliyetlerini tehdit altında gördüklerinde; fırtınadan kaçan bir geminin durgun bir koya kapak atması misali, daha emin bir mekâna sığınırlar. Bu, şartlara göre geçici veya daimî ikāmet yeri; onların toparlanmaları, güçlenmeleri, hattâ zaferle, eski yerlerine tekrar dönmeleri için bir imkândır. Bu cümleden olarak, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in İslâm takvimine de esas «Hicret» vâkıası; husûsiyetleri itibarıyla fevkalâde yüksek değerlerle temâyüz etmiş, dünya tarihine yön veren mukaddes bir hâdisedir.

Hazret-i Hatice -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz’in ilim sahibi bir zât olan amcaoğlu Varaka bin Nevfel; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den ilk vahyin inişini dinleyince;

“(…) Âh keşke Sen’in davet günlerinde genç olsaydım! Kavmin Sen’i yurdundan çıkaracakları zaman, keşke hayatta olsaydım. (…) Zira Sen’in getirdiğin gibi bir din getirmiş olan her peygamber, düşmanlık ve husûmete mâruz kalıp yurdundan çıkarılmıştır.”* diyerek hicret hâdisesine atıfta bulunmuştu.

Nitekim; Mekke’de müslümanlara hayat hakkı tanınmaması, hicretin zâhirî sebebi olmuştur. Bu cümleden olarak; buradaki cemiyet, başlarında bulunan dünyalık muhterisi reislerin yönlendirmesiyle hamâkatin en aşırısı, nankörlüğün en katmerlisi, cehâletin en koyusu… ile, «emîn» olduğuna şahâdet ettikleri Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in karşısına dikilmişlerdi. Mekke’de idareyi ellerinde bulunduranlar, itibarlarının zedeleneceğinden öylesine endişeye kapılmışlar, kin ve nefretle kalpleri o kadar katılaşmıştı ki; hiçbir insanî değerle irtibatları kalmamıştı. Öyle ki; O Varlık Nûru’nun amcası Ebû Leheb ve daha önceleri akıllı ve anlayışlı bir insan olarak Ebu’l-Hakem ismiyle anılan Amr bin Hişam, Ebû Cehil lâkabını hak ederek, bu ilâhî davetin en azılı düşmanlarından olmuşlardı.

Üçüncü Akabe Bey‘ati’nde Medineliler, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i;

“O’nu canları gibi koruyacaklarına…” söz vererek memleketlerine davet ettiler. Hicret için ilâhî emir vâkî olunca; mîlâdî 622 yılı -ki nübüvvetin 14. yılı- Rebîülevvel ayında bu mukaddes yolculuk yapıldı. Bu esasında bir kaçış olmayıp; Medîne-i Münevvere için muhteşem bir İslâm devletinin müjdesi; Mekke müşrik cemiyeti için de mukadder sonun başlangıcı ve muhteşem bir fethin ilk adımıdır.

Mekke’de müslümanlar nasıl en menfî şartlarla imtihanlara mâruz kalmışlarsa; hicret ve sonrasında da destânî mahiyette en müsbet tecellîlerle, mûcizelerle şerefyâb olmuşlar; huzur bulmuşlardır. Hicret için evden çıkışta, Sevr Mağarası’nda, iz sürücülerin takibinde… her an Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun himayesinde olduklarının mûcizevî örnekleriyle doludur. Bu mukaddes yolculuk başlarken, Hazret-i Ali -kerremallâhu vechehû-; sûikast için hâne-i saâdetlerinin etrafını saran müşrikler gürûhunun arasından bir mûcize ile çıkıp giden Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yerine kalırken, fedâkârlığın zirve bir temsilcisiydi. Yolculuk esnasında O Varlık Nûru’nun etrafında pervâne olarak hizmet eden ve Sevr Mağarası’nda nebevî sırlara şahit olan Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, O’nda fânîliğin en mükemmel misaliydi. Aziz yolcular ufukta görününce; günlerdir hasretle onları bekleyen bütün Medine halkının coşarak neşîdelerle dalgalanması, tarihte görülen hüsn-i kabullerin en güzeliydi…

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; hicret eden muhâcirlerle, Medîne-i Münevvere’nin yerli halkı olan ensârı kardeş ilân etmişti. Ensar, dünyalık adına ne varsa her şeylerini bırakıp kendilerine sığınan bu kardeşlerini öyle ihlâsla bağırlarına bastılar ki; kâ‘bına varılamaz bir fedâkârlığın timsâli oldular. Diğer taraftan muhâcirler de; gönül zenginliği ile, fazîletçe onlardan geri kalmadılar.

Ashâb-ı kiram hazerâtını, ümmet için; «gökteki yıldızlar» mesâbesinde rehber mevkiine yücelten meziyet; onların Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan tâzim ve teslîmiyetteki yüksek dereceleridir. Bu îman kuvvetini, onların hissiyâtına tercüman olarak, Sa‘d bin Muaz -radıyallâhu anh- şöyle tebârüz ettiriyor:

“Seni Hak Peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki; Sen bize şu denizi gösterip dalsan, biz de beraber dalarız ve bir tek kişi bile geri kalmaz.”

Yer aldığı coğrafyada stratejik bir mevkide bulunan Medîne-i Münevvere’de; «hicret»ten sonra, burada yaşayan gayr-i müslimlerle münasebetleri de tanzim edip hukukî bir esasa bağlayan bir İslâm devleti kuruldu. Bu tanzimde riâyet edilen husus; gücü elinde bulunduran idarenin zulüm yolunu seçmeyip, bugünün dünyasında üzerinde çok nutuklar atılmasına rağmen, hâlâ fiiliyata geçirilemeyen «müsâmaha ve merhamet» mefhumlarıyla meseleye yaklaşmasıydı. Artık bu değerlerle beslenen bir rahmet iklimi, hâle hâle dünyaya yayılacak; çağlar bu ilâhî nurla aydınlanacaktı.

Kur’ân-ı Kerim’de ensar ve muhâcir hakkında sitâyişle şöyle buyuruluyor:

“O kimseler ki, îmân edip hicret ettiler ve mallarıyla canlarıyla Allah yolunda cihâd ettiler ve o kimseler ki, barındırdılar ve yardıma koştular, işte bunlar birbirlerinin velîleridir. (…) Onlar gerçek mü’minlerdir; onlar için bir bağışlanma ve sınırsız bir rızık vardır.” (el-Enfâl, 72-74) Müteâkip nesiller de bu fazîleti baş tâcı etmişlerdir. Onun içindir ki, İslâm coğrafyası; sıkıntıya dûçâr kalan müslümanların akın akın toplandıkları bir yurt olmuştur. Bilhassa Osmanlı’nın çekilmeye başlamasıyla, dört bir taraftan zulme uğrayan milyonlarca müslümanın hicretiyle, Anadolu’muz eski toprakların hâtıralarıyla dolmuştur. Hattâ, ecdâdımız devletin büyük gāilelerle uğraştığı devirlerde bile; yahudiler, Macarlar, Polonyalılar, İsveçliler… gibi sıkıntıya düşen gayr-i müslim toplulukları da bağrına basma asâletini göstermiştir. Bu uğurda; Rusya ve Avusturya’nın ağır baskılarına da göğüs gerilerek, bu mültecîler himâye edilmiştir. Sultan Abdülmecid Hân’ın;

“Tacımı veririm, tahtımı veririm; fakat devletime sığınanları asla vermem!” şeklindeki asil cevabı, bu hususta dünyaya verilen bir insanlık dersi mâhiyetindedir.

Bu hamiyetli tasarrufun acı bir istisnâsı da yaşanmıştır. 1944 yılındaki Rus işgali üzerine kaçabilen 146 Azerî aydın, Iğdır yakınlarında sınırda bulunan Boraltan Köprüsü’nü geçerek Türkiye’ye sığınır. Ancak bu mazlumlar;

“Bizi siz öldürün; teslim etmeyin!” diye yalvarmalarına rağmen; Ruslara teslim edilir ve oracıkta, Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizilirler. Bu ıstıraba dayanamayan karakol komutanı genç subay intihar eder. Bu fâcia üzerine Azerîler şöyle bir ağıt yakarlar:

Düşman bekler karşıda, önüne kattı beni,
Can alınan çarşıda, kardeşim sattı beni.
Dönüp seslendim geri, merhametsiz birine;
«Beni siz vursaydınız, şu gâvurun yerine.»

Bugün İslâm coğrafyası kan ve ateş içerisinde kavruluyor. Birçok İslâm ülkesi iç savaşlar, dış saldırılar, işgaller, terörist müfrit hizipler… sebebiyle; kadın, çoluk-çocuk, yaşlı demeden vahşî katliamlara sahne oluyor. Çin, Myanmar gibi bazı ceberut idarelerde, hiçbir hak tanınmayan ve azınlık olarak yaşayan müslümanlar, barbarca katlediliyor. Canlarını kurtarabilen milyonlar; her şeylerini terk edip, komşu ülkelere sığınmaya çalışıyorlar. İnsan tacirlerine yem olan binlercesi; her sene, Akdeniz’i geçip Avrupa’ya sığınmak isterken boğuluyor. Yahudi ve hıristiyandan başkasını hakka lâyık görmeyen «yeni dünya düzeni»nde ise, bu fâcialar umursanmıyor bile.

Şu anda ülkemizde, Suriye’deki katliamlardan kaçabilen beş yüz bin civarında mültecî var. Milletimizin merhametine sığınmış bu insanları himâye etmek, ecdâdımızdan tevârüs edilen bir fazîlettir; bir insanlık vazifesidir; bir haysiyet meselesidir… Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Kendin için istemediğin bir şeyi, bir başka din kardeşin için de istemedikçe, gerçek mü’min olamazsın.” buyuruyor.

“Onlardan bize ne!” diyerek, bu insanlık fâciasına bîgâne kalanlar; bir an için kendilerini onların yerine koyarlarsa, meselenin önemini anlayacaklardır. Hadîs-i şerîfin muktezâsınca «birbirini Allah için sevmek ve gereğini yapmak»; kıyâmet gününde Arş-ı Âlâ’nın gölgesi ile müjdelenen insan sınıfına dâhil olmak demektir.
______________
* Osman Nûri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafâ (sas)-1, Erkam Yay., İst. 2008, s. 166.