GECENİN KALBİ SEHERDE DUÂ…

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Yaz tatili bitmiş, okullar yeni döneme; «Merhaba!» demişti. Yeniden okul sıralarına dönmenin heyecanı, küçük yürekleri en tatlı şekliyle kaplamıştı. Yeni arkadaşlar, yeni sınıflar, yeni bir çevre…

Zeynep bu sene, dördüncü sınıfa devam edecekti. İlk dersin zili çalmıştı. Sınıfa girdiğinde yeni arkadaşları, hemen dikkatini çekti. Hem ilk dersin heyecanı hem de yeni arkadaşlarla tanışacak olmanın heyecanı, Zeynep’i sabırsızlandırıyordu.

Öğretmen sınıfa girince, bütün sınıf aynı anda ayağa fırladı. Sınıf öğretmenleri, çocukları görünce coşkuyla;

–Ooo çocuklar! Müthişsiniz! Sizi çok özlemişim.

–Biz de sizi öğretmenim!

–Oturun bakalım. Aramıza yeni katılan arkadaşlar görüyorum. Tanışalım bakalım.

Yılın ilk dersi, tanışma ve yaz hâtıraları ile geçmişti. Sınıfa yeni katılan Suriyeli Hatice ise, tüm sınıfın ilgisini çekmişti. Şirin yüzü, yarım yamalak konuştuğu Türkçesiyle; daha ilk günden tüm sınıfın sevgisini kazanmıştı. Hatice’nin ailesi, memleketlerindeki savaştan dolayı Türkiye’ye sığınanlardandı. Ailesi, oradaki savaş ortamına ve ağır şartlara daha fazla dayanamayıp iki ay önce hicret etmişlerdi. Bu arada Hatice’yi de bu okula kaydettirmişlerdi.

Suriyeli aile, Türkiye’ye geldiklerinde; zor şartlarda yaşayan bir ailenin küçücük gecekondusunda kendilerine bir yer buldular. Zayıf bir bağlantı aracılığı ile de olsa, kapılar ardına kadar açılmıştı. Misafir aile, aylardır çekilen çilenin ardından rahat bir nefes almıştı. Diller farklı olsa da şükran dolu ifadeler yerini bulmuştu.

Evinin kapılarını kendilerine açan Mehmet Bey; küçük bir atölyede, asgarî ücretle çalışan biriydi. Aslında kendi kazandığı, kendine yetmiyordu. Komşuları baştan beri kendisini eleştirdiyse de o;

“–Yarın Cenâb-ı Hak; bizi, bu kardeşlerimizden dolayı hesaba çekerse, biz ne deriz?” demiş ve kanaatin, paylaşmanın en büyük zenginlik olduğu söyleyerek işine bakmıştı.

İki ay çok zorlu geçmişti. Mehmet Bey, kendi oturduğu gecekondunun yanına derme-çatma bir oda daha inşa etti. Lâkin kapıda olan kış şartları, onu fazlasıyla tedirgin ediyordu. Zira buranın kışları, çetindi ve zor geçiyordu.

Bu iki ay içerisinde Hatice üç kelime, beş kelime derken çat pat Türkçe öğrenmişti. Yeni okul dönemi onun için çok başka anlamlar ifade ediyordu. İlk günkü tanışmanın ardından Zeynep ile tatlı bir arkadaşlık kurdular. Zeynep, Hatice’yi bir kardeş edâsıyla sahiplenmişti.

Okuldan çıkarken Hatice’yi evine kadar götürdü. Bu yeni arkadaşının içler acısı hâli, Zeynep’e çok tesir etmişti.

Eve geldiğinde o hâl, hâlâ üzerindeydi. Annesi, Zeynep’i öyle görünce çok telâşlandı:

–Kızım! Yavrum! Bu hâlin ne böyle? Kötü bir şey mi oldu?

–Hayır anne!

–Yavrum seni pek keyifsiz gördüm de ondan…

–Anneciğim sınıfımıza evsiz, çok fakir bir arkadaş geldi.

–Evsiz mi? Hayırdır kızım kim bu?

–Bugün tanıştık. Bizim sınıfa yeni gelmiş ve çok sevimli bir arkadaşımız… Suriyeli.

Zeynep şahit olduklarını bir bir anlatıyordu annesine. O sırada babası da işten dönmüştü, anlatılanlardan o da haberdar oldu.

Zeynep’in babası Süleyman Bey, bir iş yerinde müdür olarak çalışıyordu. Vazife icabı hatırı sayılır tanıdıkları vardı. Acaba bir yardımda bulunabilir miyiz umuduyla;

“–Hanım! Ben camiye gidiyorum. Namazdan sonra belki bir görüşmem olabilir. Yemeğe beklemeyin. Zeynep! Kızım şu arkadaşının evini bir tarif edebilir misin?” dedi.

Süleyman Bey tarifi aldıktan sonra, caminin yolunu tuttu. Tarif edilen yer, camiye de yakındı. Evin yakınlarına vardığında; sanki telefonuyla uğraşıyor gibi biraz oyalanıp, acaba tanıdık birinin evi mi, diye evi takip etti. Ezana 2-3 dakika kala kapıdan Mehmet Bey ve yan tarafındaki barakadan da bir bey çıktı.

Süleyman Bey, aslında Mehmet Beyi camiden tanıyordu. Yanındaki adamın da sîmâsı pek yabancı gelmedi. İstifini bozmadı, telefonu kurcalıyormuş gibi yaptı. Mehmet Bey;

–Ooo Süleyman ağabey, selâmün aleyküm. Camiye mi?

–Aleyküm selâm Mehmet ağabey, nasipse evet. Camiye…

Süleyman Bey yanındaki yabancıya dönerek;

–Siz de hoş geldiniz. Mehmet ağabeyin misafirisiniz galiba.

Mehmet Bey söz aldı:

–Evet ağabey. Allah emâneti bir misafir. Suriye’den geldiler, Türkçeyi çok az biliyor. Bizim bir akraba vardı, o yönlendirdi. Yıllar önce bir tanışıklıkları olmuş. Rica etti. Bir müddet bizde kalacaklar.

Süleyman Bey, aslında aynı safta namaz kıldığı arkadaşının evini ve içinde bulunduğu durumunu bilmiyor olmanın ezikliği içindeydi. Mesele anlaşılmıştı. Tez elden bir ev elzemdi.

Namazdan sonra, Süleyman Bey hemen samimî bir iş arkadaşını aradı:

–Selâmün aleyküm Yâsir. Müsait misin?

–Müsaitim ağabey buyur!

–Caminin çay ocağındayım, işin yoksa gelebilir misin?

–Gelirim, hemen çıkıyorum.

Yâsir Bey hemen geldi:

–Selâmün aleyküm ağabey.

–Aleyküm selâm Yâsir, hoş geldin. Kusura bakma bu saatte rahatsız ettim. Bir durum vardı, bu akşam en azından bir şeyler yapmak istedim.

–Hayırdır ağabey, buyur.

–Şu bizim Mehmet ağabey var ya, cami cemaatinden.

–Bildim, evet.

–Bu Mehmet ağabeyler, Suriyeli bir aileye kapılarını açmışlar. Çocukları da bizim Zeynep’in sınıf arkadaşı imiş. Dolaylı olarak öğrendik. Kaldıkları yer de yer değil, bir baraka; ama helâl olsun Mehmet ağabey kapılarını ardına kadar açmış.

–Allah Allah! Yahu ben Mehmet ağabeyin evini biliyorum. İki göz, kutu gibi bir ev… O aileyi nereye almış?

–Evin yanında derme-çatma bir yer, adam namaza gelirken oradan çıktı.

–Anladım ağabey. Önümüz kış. Âcil bir ev diyeceksin.

–Aynen öyle!

–İyi de kaçına yetişiriz be ağabey? Yer-gök Suriyelilerle dolu… Hangi birine yetişeceğiz?!.

–Öyle deme be kardeşim! Biz şu kapımıza kadar geleni, boynu bükük bırakmayalım da. Elbet Cenâb-ı Hak bir kolaylık verir. Hepsine elbette yetişemeyiz. Fakat bizim mahallemize gelene de mi sahip çıkmayalım? Her mahalle üç-beş müslümana yardım etse, nice kardeşimizin derdine çare bulunmuş olur.

–Haklısın abi! Hangi birine yetişeceğiz, deyip hiçbirine el uzatmamak da iş değil.

–Senin kulağın deliktir diye sana sorayım dedim.

–Aslında tam bu aileye uygun bir ev var ama… Hakkı Dayı’nın. Biraz paragöz galiba… Veremedi ne zamandır kiraya. Kendi evinin alt katı. Ev çok güzel, iyi biliyorum. Kaça verir bilemem.

–Yahu gel bir gidelim, şansımızı deneyelim. Üç-beş paylaşırız. Bizim iş yerinden arkadaşlara da söylerim. Bu aile, gözümüzün önünde olsun. Hem biz sadece isteyeceğiz, Allah için isteyeceğiz.

–Tamam ağabey gel gidelim.

Hakkı Dayı’nın evine vardıklarında; Hakkı Dayı, onları pür tebessüm içeri davet etti. Yâsir, geliş maksatlarını bir çırpıda özetledi. Ve;

–Anlayacağın dayıcığım, muhatabın biziz. Öyle kaçıp gidecek bir durumları da yok zaten. Evine herhangi bir zarar gelirse, o da bize ait.

Hakkı Dayı sakalını sıvazladı. Ve derin düşüncelere daldı:

–Hanım! Çayları bir tazeleyiver.

Süleyman Bey, âdeta nefessiz bir şekilde Hakkı Dayı’nın tavırlarını takip ediyordu. Hakkı Dayı gözlerini Süleyman Beye çaktı:

–Süleyman Efendi bu adam kaç yaşlarındadır?

–Çok da yaşlı değil, aşağı-yukarı bizim yaşlarda.

–O zaman siz bu adam daha önce ne iş yapmış bir öğrenin. Öyle bir ustalığı, mahir olduğu bir alan var mı bilelim? Yoksa benim iş yerinde bir adam ihtiyacım var. İşi öğrenir, tutunur gider.

Bu arada Süleyman Beyle Yâsir Bey birbirlerine baktılar. Yâsir;

–Dayı ev?

–O iş tamamdır. Bu adamları en kısa sürede buraya taşıyın. Siz, üç-beş eşya ayarlayın. Ayarlayamadığınızdan haberim olsun.

–Dayı şu kirayı söylesen de borcumuzu bilsek.

–Borç falan yok. Hele bir taşınsınlar. Kira falan istemiyorum. Daha sonra tekrar bakarız. Belki memleketleri rahata erer. Ermezse de bu adamlar benim dünya-âhiret kardeşim. İmkânım olduğu sürece bu ev, onların.

–Yahu dayı, Allah râzı olsun. Bağışla beni. Ben seni paragöz biri sandım da o yüzden aylardır evin boş zannediyordum. Neden kiraya vermedin?

–Nedeni var mı? Bak bu yüzdenmiş. Her işte bir hayır var yiğidim, sen müsterih ol! Hikmeti de bende kalsın.

Süleyman Bey, sevincinden uçuyordu.

“Hayırlı işlerde acele edin!” hadîs-i şerîfi Hızır gibi yetişmişti. Bir hadîsi ihyâ etmenin bereketi, ne kadar çabuk tecellî etmişti. Gönülleri yumuşatacak, onlara rakiklik verecek olan Cenâb-ı Hak’tı. Yeter ki niyet samimî olsun.

–Yâsir! Haydi gel bu müjdeyi Mehmet ağabeye de verelim.

–Geç oldu ağabey!

–Olsun, haydi kırma beni. Çok sevineceklerdir.

–Peki ağabey.

Müjde Mehmet Beye ulaştığında Mehmet Bey, biraz mahzun oldu:

–Allah râzı olsun ağabeyler. Emin olun imkânım olaydı, şu güzelim insanları ömrümün sonuna kadar ağırlamak isterdim. Çok güzel insanlar. Fakat onlar için en iyisi olsun… Kadir Mevlâ’m niyetimi biliyor.

–Mehmet ağabey, yarından itibaren evi hazırlamaya başlıyoruz. En kısa sürede yetiştireceğiz inşâallah. Eğer senin bu geniş gönlün olmasaydı, bizim haberimiz bile olmazdı.

–Estağfirullah! Siz vesile oldunuz.

–Ağabey inşâallah bayramda evlerinde olurlar.

–O kadar yakın mı yahu?

–İnşâallah, biz niyet ettik!

Süleyman ve Yâsir iş yerlerinden izin alarak, evi çok kısa sürede hazır ettiler ve aileyi yerleştirdiler. Arkadaşları ve meseleye kulak misafiri olan herkes bir şeyler yapmaya çalıştı. Aslında her şey küçücük bir adıma bakıyordu. Zaten Cenâb-ı Hak, o adımı bekliyordu. Sonrası teferruattı.

Süleyman Bey, Yâsir Bey, Mehmet Bey, Hakkı Bey ve misafirleri bayram namazından sonra bayramlaştılar. Bu bayram, onlar için çok derin izler bırakan bir bayram olmuştu. Kim bilir, gelen günler başka nelere gebe idi?

Süleyman Bey, ayarladığı sürpriz kurban için misafirini vakfa götürdü. Hanımına da misafir ailenin evine gitmesini, kendilerini kahvaltıya beklemelerini söyledi.

Şahit olduğu tecellîler, Süleyman Beyi çok derinden etkilemişti. Kızının küçücük yüreği, bu hayır zincirinin en önemli halkalarından birini oluşturuyordu. Şükürler ediyordu…

Kurbanları kesilmişti. Ellerinde mübârek kurban etleri ile eve geldiler. Sofralar hazırlanmıştı. Bu arada ailenin gözü televizyonda idi. Akıllarında hep memleketleri vardı. Evin hanımı Türkçe yayın yapan bir haber kanalı açtı. Bayram haberleri, trafik bilgileri derken haber spikeri;

“–Suriyeli âlimlerden çok acı bir fetvâ! Artık bu ülkede eşek, kedi ve köpek eti yemek helâl!” diyerek haberin detayını aktardı. Ülkede çok acımazsızca bir karar alınmış ve geniş bir bölge abluka altında kalmıştı. Bu bölgeye giriş-çıkış yasak olduğu gibi herhangi bir yardımın da ulaştırılmasına müsaade edilmiyordu. Bu da yaklaşık dört milyon kişiyi ölüme terk etmek demekti.

Sofra ortada kalmıştı. Tek ses evin küçük kızının her şeyden habersiz ağlayışı idi…

Evin yeni sahibi ayağa kalktı ve balkona çıktı. Süleyman Bey peşinden gitti; ama çaresizdi. Hangi dille ve nasıl teselli edebilirdi ki? Gönlü, allak bullaktı;

“–Elden ne gelir! Ne gelir!” diye geçiriyordu içinden. Elbet bir hâl çaresi bulunurdu ama şu an… Şu an sadece seherlerde duâ etmekten başka hiçbir şey gelmiyordu aklına;

“En azından duâ ederim!” diyordu. “Cenâb-ı Hakk’ın va‘di var! En azından gecenin kalbi, seherde duâ…”