ALLÂHU YAHMÎKÜM!..

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

 

Fatih, büyüdüğüm ilçe…

Son senelerde bir başka değişiklik var onda. Levhalarında Arapça ilânlar, sokaklarında âşinâ olmadığımız kıyafetler, sîmâlar…

Fatih’te çok sayıda Suriyeli muhâcir var.

Memleketim Konya ile Balkanlar arasında da hep o göç bağı kurulur. O diyarlar fethedilince, ilk bizim oralardan gidilmiş. Hüzünlü dönüşlerde de ilk tercih edilen yerlerden biri olmuş Konya.

Fatih’i Suriyelilerin niye kendilerine sıcak buldukları açık. Kendi memleketlerine benziyor. Şam’ı kısa bir süre ziyaret etmiştim. Camileri merkez alan, bir müslüman şehri… Daha muhafazakâr…

Dükkânlarda, Arapça dayalı döşeli daire ilânları, bazı Arap yemeklerinin reklâmları… Bunlar memleketlerinden üç-beş kuruş alıp da gelebilenlere hitap ediyor olmalı. Bir de vicdanlarımıza seslenen ilânlar var:

Fatih Camii’nin avluya açılan kapısından girerken, dilenmek zorunda kalmış Suriyeli bir kadıncağız seslendi:

«Allâhu yahmîküm!..»

Bizim dile çevirirsek:

“Allah sizi himaye etsin!..”

“Allah sizi korusun!..”

Çeşitli mânâlar ilham edebilir bu duâ gönüllerimizde:

“Allah Teâlâ; sizi, bizim başımıza gelenlerden korusun!”

Öyle ya, Türkiye’de de bir «Baas rejimi» kurmak için az uğraşmadılar. «Bin yıl sürecek!» dedikleri bir bakıma bu idi. Dünyaya kapalı, dîne mesafeli, ulusalcı, otoriter bir yapı. Suriye’de bu yapı «diren»iyor. Kana bulayarak direniyor. Buradakilerin hayal ettiklerini, oradaki icra ediyor. Camileri bombalıyor, müslümanları tutukluyor.

Allâhu yahmîküm!..

“Bizim başımıza, takdîr-i ilâhî, ne felâketler geldi ya, Allah sizi korusun…

Bizim için mânevî tedbirler alma fırsatı geçti, fakat sizin için hâlâ zaman var. Alın o tedbirleri, Allah sizi korusun.

Muhtaçlara el uzatın ki, Vehhâb Teâlâ, sizin muhtaçlığınızı da görsün. Arz ehline merhamet edin ki, semâ ehli size merhamet etsin.

Allâh’ın dînine yardım edin ki, Allah da size yardım etsin. Mânevî çalışmalarınıza ruh versin, feyiz ve bereket yağdırsın. Çapulcu Esed gibi kelpleri başınıza getirmesin.”

Suriyeli muhâcirlere yardım etmek, bu duâlara erişmek demek. Mazlumun duâsı makbuldür. Er veya geç…

Fakat kimileri var ki, muhâcirleri bir felâket gibi göstermeye çalışıyor. Ekonomimiz adına, emniyetimiz adına, komşu devletlerle münasebetlerimiz adına…

Onlara;

«Hayır öyle değil!» demek ve sebepler sıralamak mümkün elbette…

Fakat;

Ensar olmak hasbî olmaktır, hesapçı olmak değil.

Bu mefhumun ilk sahibi olan ensar; canları, malları, ırzları ve şehirlerini kaybetmek pahasına sahip çıktı Allah Rasûlü ve arkadaşlarına… Nice tehditlere gülümseyerek sahip çıktı. Kendilerini küçük gören;

“Bu köylülerle savaşmayız bile!” diyen küstah, mütekebbir ve zalim sürülere karşı durdu.

“Peşinden denize dahî gideriz!” dedi ve sözünde de durdu. Dertler ve belâlar denizine daldı. Fakat gördü ki, o deniz; inciler, mercanlar dolu bir deniz imiş.

Allâhu yahmîküm!..

Allah Teâlâ ensârı cimrilikten himaye etti, korkaklıktan himaye etti, bencillikten himaye etti. Küfürden, isyandan, fâsıklıktan himaye etti.

Bizi de himâye eder. Eğer nefsimizin cimriliği ve şeytanın fakirlikle korkutuculuğu yerine, ensârın îsârına tâbî olursak…

Hakk’ın yasaklarından uzaklaş muhâcir ol.
İçten ibâdetinle yakınlaş mücâvir ol.

Ser merhamet cenâhını ensâr içinde ol.
Nefsin peşinde koşma, gel îsâr içinde ol.

Sünnet ve sîretiyle koş ashâbı olmaya.
Hakk’ın habîbi Ahmed’in ahbâbı olmaya. (Tâlî)

Muhâcirlerin en çok Fatih’i seçmelerinde tarihin de rolü olmalı.

Fatih; tarihî yarımada, hakikî İstanbul.

Bir muazzam gemidir, farz edelim tüm mülkü,
Şu Sarayburnu onun olmalı kaptan köşkü. (Tâlî)

Orası ki, üç kıtayı asırlarca yöneten Osmanlı’nın pâyitahtı… Ashâba tâbî oluşun bereketlerini görerek yükselen, güçlenen, azizleşen ecdadımızın otağı…

Baba ocağı…

Şamlı kardeşlerimiz, baba ocağı bilmiş olmalı Fatih’i. İnsan baba ocağına giderken, mâniniz var mı yok mu diye haber yollar mı?

“–Ekonomik durumunuz müsaitse hicret edecektik?”

Bazı köksüzler, omuz silkiyor;

“–Bize ne?” diyorlar.

Allah böyle düşünmekten bizleri himaye etsin!

Aslında muhâcir yüreklere, ensar gönüllü olmak; Devlet-i Aliyye ahfâdının boynunun borcu ve o torunların cedlerinin yolunu tutabilmesi için, fırsatın ayağına gelmesi demek…

Arap Baharı’nın ardından Türkiye, baharın nâzenin çiçeklerini kurda kuşa kaptırmamak için, biraz zuhur edince;

“Hayrola ağabeylik mi taslıyorsunuz?” diyen, iki tarafa da bulaştırılan kavmiyet mikrobu müptelâları, görmeli: Ağabey değil kardeşiz. Fakat tarih, merhum babanın rollerini üstlenmek mecburiyetinde kalan bir ağabeylik biçti bu topraklarda tutunmaya çalışanlara…

Başımıza gelmiş bir belâ değil muhâcirler, başımıza gelen bir baht bir bakıma… Başlarımızın üstünde yerleri olması gereken kardeşlerimiz.

Hazret-i Ali Efendimiz’in iki sevinci geliyor akla:

“Biri benden yardım isteyince iki sevinç kaplar beni:

1. Kardeşime yardımcı olabilmenin sevinci.

2. Kardeşimin yardım istemek için beni seçmiş olmasının mutluluğu.”

Petro dolarlarını koyacak yer bulamayan, legolarla oynar gibi bina diken ve yıkan kardeşlerine değil, tarımıyla, montaj sanayisiyle emekleyerek IMF’yi ülkesinden yeni uğurlayan Türkiye’yi seçmiş bu kardeşlerimiz…

Buna sevinilmez mi?

Geçen bir mülâkatta okudum:

“Suriyeliler, sert, katı bir İslâm anlayışı istemiyor. Türkiye’deki müslümanların yaşadığı şekliyle müsâmahalı, ehl-i sünnet İslâm’ını arzu ediyor.” diye…

Göçmen, mülteci veya muhâcir… Sadece İstanbul’un, sadece Fatih’in gündeminde değil. Akdeniz’de son senelerde en çok duyduğumuz şey, batan insan kaçakçılarının gemileri… Dünyanın mazlum, mağdur ve perişan ülkelerinden kaçanlar; Avrupa’ya gitmek istiyor. Hâlbuki Avrupa hiç almak istemiyor onları. Takdire bakın:

Yıllarca köle olarak gemilerine zorla bindirip getirmişlerdi onları. Şimdi kendi istekleriyle geliyorlar, fakat onlar istemiyor! İnsan hakları, hümanizm ve benzeri riyâları ayaklarına dolanıyor. Konforlarını bölüşmeyi rüyada dahî görmek istemiyorlar. Suriye’de; eski soğuk savaşın, sıcak bir satrancı oynanırken, yıkılan taşları Türkiye kutusuna kaldırıyorlar.

Bir taşla iki kuş! 1979’tan beri İslâm dünyasında ikilik meydana getirme plânını adım adım uygularken, Türkiye’yi de zaafa düşürmek…

Fakat Allâh’ın da bir plânı var:

Şam; Anadolu’ya, İstanbul’a çiçek tozları getiriyor. Aşı oluyor. Kardeşlik aşısı…

Tarihinden yeniden kök alma aşısı…

İlim aşısı… Arapça aşısı… İslâmî ilimler aşısı. Ensar olma aşısı… Tesettür aşısı… Ehl-i sünneti muhafaza aşısı… Ümmet olma aşısı… Büyük millet olma aşısı…

Bu çiçek tozlarını, bu aşıları ziyan etmekten Allah bizi himaye eylesin.

Onlar bize hicret etti. Biz de onlara ensar olarak Allah Rasûlü’ne hicret etmiş gibi olacağız. Onlar bize bu hususta yardım ederek ensar olacak.

İç içe…

Gaye, hortlayan câhiliyyeden yeniden Allah Rasûlü’ne hicret etmek:

Rasûlullâh’a hicret etmeyen her yol dalâlettir.
Habîbullâh’a hicret etmeyen her söz cehâlettir.
Nebiyyullâh’a hicret etmeyen her sevgi zillettir.
Rasûlullâh’a hicret etmeyen her iş, atâlettir.
Habîbullâh’a hicret etmeyen çağ câhiliyyettir. (Tâlî)

Eğer ensar olmazsak…

“Allâhu yahmîküm!..” ifadesinin en acı mânâsı devreye girecek:

“Allah; ülkenize sığınan muhâcirleri dilenmek mecburiyetine düşürmekten, sizleri korusun!..”