BİR TOPLUM YARASI

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Hacda idik. Mâruf bir hocaefendi, sohbet veriyordu. Meşhur bir hadîsi nakletti:

“Kıyâmet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzûra getirilir. Allah Teâlâ, ona verdiği nimetleri hatırlatır; o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu itiraf eder. Cenâb-ı Hak;

«–Peki bunlara karşı ne yaptın?» buyurur.

O kimse;

«–Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim.» diye cevap verir.

Cenâb-ı Hak;

«–Yalan söylüyorsun. Sen; ‘Ne kahraman adam!’ desinler diye savaştın, o da denildi.» buyurur. Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır.

Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve itiraf eder. Ona da;

«–Peki bu nimetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.

O ise;

«– İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum.» cevabını verir.

Cenâb-ı Hak;

«–Yalan söylüyorsun. Sen; ‘Âlim!’ desinler diye ilim öğrendin; ‘Ne güzel okuyor!’ desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur. Sonra emrolunur, o da yüzüstü cehenneme atılır. …”

Hocaefendi hadîsi burada bıraktı, araya başka mevzular girdi, devamını söylemedi. Hâlbuki hadîsin devamı -hatırlanacağı üzere- şöyle:

“(Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal, sıhhat ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah Teâlâ verdiği nimetleri ona da hatırlatır. O da verilen nimetleri hatırlar ve itiraf eder.

Cenâb-ı Hak;

«–Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?» buyurur.

O şahıs;

«–Verilmesini istediğin yerlere verdim, (hacca-umreye gittim, cami yaptırdım, okul yaptırdım, kurs yaptırdım; fakir fukarâya harcadım.)» der.

Hak Teâlâ;

«–Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını; ‘Ne cömert adam!’ desinler diye yaptın, bu da senin için zaten söylendi. (Allah rızâsını unuttun…)» buyurur. (Ne yaparsan yap, Allah rızâsı için yapmıyorsan hiç bir faydası yok.) Emrolunur, bu da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre, 152)

Birkaç gün sonra hocaefendi ile bir araya geldik, hadîsin bu kısmını aktarmayan hocaya sordum:

“–Hocam hadîsin devamı şöyle şöyle değil mi? Niye devamını anlatmadınız?”

Hoca gülerek dedi ki:

“–Yahu, burada herkes zengin hacı, lâfı üzerine alınan olur, kaldıramaz diye o kısmını geçiştirdim.”

Birisi alınacak diye bir hakikati gizlemek doğru mu?

Bu anlayışla herkesin gözünün önünde cereyan eden bazı yanlışları kimse telâffuz edemiyor. Aman filânca üzerine alınmasın. Aman lâfın ucu şuraya dokunmasın.

Biz hakkı, hakikati söyleyelim.

Bugün ülkemizin büyük bir problemi var:

Arsa ticareti, aslında tarla-arazi ticareti…

Bugün Türkiye’nin en önemli meselelerinden biri bu.

Gelecekte rant değeri yüksek arsalar olmaya müsait, verimli veya verimsiz tarım arazileri; varlıklı insanlar tarafından ziraî değeri düşünülmeden satın alınıyor. 10 sene, 20-30 sene sonra, nasılsa arsa olacak düşüncesiyle, ekilip-biçilen binlerce dönüm tarım arazisi âtıl duruma düşürülerek verimsiz hâle getiriliyor. Bu da ülke ekonomisine fevkalâde zarar veriyor. Arazinin alınışından belirli bir süre sonra, değer artışları oluşmaya başlıyor ve arazi sahibi, bu değer artışlarından sağladığı kazançlar üzerinden vergi de ödemiyor. Alıştan 5 sene geçmeden önce satarsa kârdan vergi alınıyor, ama herkes bunu çok iyi bildiğinden vergi ödenmeyecek şekilde plânlıyor. 10 liraya aldığını 1.000 liraya satıyor, milyarlarca lira kâr ediyor, 5 yıl geçti diye vergi ödemiyor, beri taraftan asgarî ücretle çalışan fakirden kazanç vergisi kesiliyor. Buna adâlet diyebilir miyiz?!. Yeni düzenlemelerle arazi ticaretinden elde edilen kazançlardan da vergi alınacağını duymaktayız; bakalım…

Asıl kötülükse, bundan sonra başlıyor. Bu araziler, imara girip imar plânı hazırlanırken, herkes kendi arazisinin değerini artıracak imar şekli talep ediyor.

Belediyelerin 18. maddeye tâbî tutarak yaptıkları parselâsyonda fazla bir şey olmuyor; ne oluyor? Arazi sahiplerinden -rızâsı olsun veya olmasın- araziler harman ediliyor, durumuna göre parselâsyon yapılıyor. Ama bu mecbur kalınmadan yapılmıyor, sebebi şu:

Belediye % 38’ini alıyor, bunu da yol, yeşil alanlar, okul yerleri gibi ihtiyaçların kullanılmasında değerlendiriyor. Belediyelerin bu hizmetleri tam yapabilmesi için % 60 olması lâzım ki bu işlemler çoğalsın.

Fakat diğer imar durumlarında; kimi vatandaşların arsası çarşıya, kimininki meskene, sosyal tesise, yeşil alana isabet ediyor. Yani aynı alanda olan arsaların birinin metrekaresi 100 TL ederken, birisi imar durumuna göre, 1.000 TL oluyor. Daha fazla edenler de yok değil. Belediye; imar düzenlemesini, encümeninden geçiriyor. Bu geçiş esnasında da yaşanan nice olumsuzluklar, dedikodulara, fiskos gazetesine düşüyor.

Senelerden beri İstanbul ve diğer büyük şehirlerde, belediye encümen üyelerinin birçoğunun emlâkçı olduğunu görüyoruz. Niye? Bir yerde bir şehir plânlaması yapılacak ise, ilk önce o haber alacak, kimse bilmezken ucuz yollu arsaları kapatacak.

Siyasetin de, ticaretin de virüslü bir sahası…

Her ne oluyorsa, kazanan haksız kazanıyor. Kaybettirilen mağdur oluyor.

Bu rahat kazanç, «rant», bazı yerlerde kavgaya dönüşüyor, arazi mafyası tabirini duymayanımız yok. Adâlet, yerini kaba kuvvete bırakıyor. Yolsuzlukların çoğu bu arazi stokçuluğundan kaynaklanıyor. Bu konuda inançlı, inançsız herkes aynı problemin içinde…

Bu meselenin mânevî açıdan bir başka tehlikeli boyutu da zekât ile ilgili… Arazi stokçuluğunda zekât gasp ediliyor. Niye?!. Tarlaya zekât düşmez diye.

Normalde tarlaya zekât düşmez. Sadece elde ettiği üründen öşür verir. Fabrika binası ile içindeki makinelere zekât düşmediği gibi, ziraat yapmak veya iş yerini büyütmek için alınan arsaya da zekât düşmez. Çünkü niyeti, maksadı orada üretim yapmak. Ama elindeki sermayeye zekât düşer.

Hâlbuki bahsettiğimiz şekilde arsa satın alanların niyeti kesinlikle ziraatla meşgul olmak değil. Kalplerindeki tek niyet, ticarî bir yatırım. Öyle olduğunda o arsanın, piyasa değeri üzerinden her yıl zekâtını vermesi lâzım. Nerde!..

Bunun yerine vicdanını serinletmek yahut fetvâyı alabilmek için; senede bir kere sürüyor, üç-beş ağaç dikiyor ki, arsa ticareti değil de ekip dikmek için tarla aldığına kendisini inandırsın! Böylece zekât da vermiyor.

Hele bazıları; bütün varlığını arsacılığa bağlamış, parası yok ki zekât versin! Yıllar sonra kat kat pahalanmış şekilde satacak, bir başka arazi alacak. İşte araziyi sattığı zaman seneleri hesaplayıp, zekâtını vermesi lâzım.

Din âlimlerinin bu konudaki fetvâları masaya yatırması lâzım. «Tarlayı boş bırakmıyorsa, sürüyorsa, zekât düşmez.» deyip geçiyorlar.

Bu işleri yapanlar da, Peygamberimiz’in;

“Fetvânı kalbine de sor!” emrini unutmamalılar.

Vicdanlar buna fetvâ veriyor mu?

Şu zararları okuyalım, fetvâyı ona göre düşünelim:

Bu sistem; tarla/arsa yatırımı yaparak, para kazanmaya endeksli. Böyle olunca sürekli arsa fiyatları artıyor. Arsa fiyatları arttığı için ev sahibi olmak günden güne güçleşiyor. Dün ev almakta zorlanan, bugün hiç alamaz hâle geliyor. Kiralar yükseliyor, dar gelirli, sabit gelirli insanlar perişan oluyor.

Niye?

Zenginler daha zengin olsun, paraları daha çok para getirsin diye!

Bu pahalı şartlarda ev almak için birçok insan fâize bulaşıyor. Bu da ayrı bir günah.

Eline para geçen kişi; onu ekonomiye kazandırmak yerine; iş yatırımı, istihdam, sanayi faaliyeti yapıp vatana, millete faydalı olmak yerine; gidip parasını arsaya yatırıyor. Mevcut işlerini sürdürmek için, gidip ayrıca kredi alıyor, yine fâize bulaşıyor.

Bu meseleye köklü bir çözüm bulunmayınca, bol bol dedikodu yapılıyor. Zanlara sebebiyet veriliyor.

Daha ince düşünülürse, arsa stokçuluğunun ülkemizdeki başka problemlere de yol açtığı görülür. Yolsuzluk, çarpık şehirleşme, altyapı çalışmalarının bir türlü tamamlanamaması, vergi gelirlerinin düşüklüğü, haksız kazanç, tam anlamıyla sanayileşememe…

Peki bunları engellemenin yolu yok mu?

Bu iş sadece bir ahlâk meselesi mi?

Dînen sakıncası var mı?

Kanunen sakıncası var mı?

Vatandaş niye yapmasın? Sen yapmasan başkası yapar.

Bu; bir devlet meselesi, kanunlar ona göre olmalı.

Bu, bir insanlık ve cemiyet meselesi, fetvâlar ona göre olmalı.

25 sene önce İtalya’da Milano’dan güneye doğru kara yoluyla 500 kilometre yol gitmiştim. İşlenmeyen, âtıl hiçbir arazi görmedim. Yanımdaki tercümana sordum:

“–Hayret ettiğim bir şey var. Hiç boş bir arazi görmedim. Âtıl, kullanılmayan, işlenmeyen arazi yok.”

“–Olmaz ki, olamaz ki!” dedi.

“–Nasıl sağlanıyor bu?” diye sordum.

Anlattı:

“–Herkes arazisini işlemek zorunda. Eğer hastası var, adamı yok vesâir mazeretlerle işleyemeyecekse devlete bildirmek mecburiyetinde.

Para ihtiyacı varsa, devlet borç verir.

Yine de işleyemeyecekse devlet istimlâk eder. Bir başkasına kiraya verir yahut da satar. Kimse; «mazeretim var» diye bir milletin -bir mânâda- ortak kıymeti olan toprağı işlemeden bırakamaz.”

Memlekete dönünce Âdil ÖZBERK Hocama bu konuyu anlattım. Güldü ve dedi ki:

“–Hazret-i Ömer zamanında da aynı kanun vardı. Tek farkı şu idi: Sahibi tarlasını iki sene işlemezse, devlet el koyuyordu.”

Bugün ülkemizde bir insan, arazisini 30 sene ekip biçmese hiçbir devlet birimi ona bir şey sormaz. Onun için tarım arazileri, rahat bir şekilde yatırım için alınıp satılmakta.

Herhangi bir kişi; sahip olduğu işyeri veya ev arsasını 30 sene bir şey yapmadan elinde tutsa, kendisine;

“–Niye boş tutuyorsun?” denildiğinde;

“–Sana ne? Arsa benim değil mi?” der.

Bunun bir sebebi de şu:

Ülkemizdeki arazilerin çoğu verimsiz. Arazi sahibi, toprağını adam tutarak, masraf ederek işlemeye kalksa bir şey kazanamaz. Ancak o toprakla uğraşan kişi, onunla geçimini sağlar, kendi emeğini vererek bir şeyler elde eder. Emek, emek bir şeyler kalır. Bu sebeple de bu arazilerin, toprakla uğraşmayan kişiler tarafından satın alınması, -otomatik olarak- işlenmeyeceği anlamına geliyor.

Âdil ÖZBERK Hocaefendi derdi ki:

“Dînimize göre temel gıda maddelerini stoklamak haramdır. Çünkü bunları stoklayıp, piyasa değerlerinin artmasına sebep olmak, insanları mağdur eder. Buna karaborsacılık derler, ihtikâr derler.

Ben bugün arsa stoklamanın da haram olduğunu düşünüyorum. Hattâ arsa stoklamak, bugün gıda stoklamaktan daha ağırdır.

Niçin?

Çünkü bir kişi Gaziantep’te gıda stoklasa; yani buğday, un veya şeker her neyse bunları depolarında biriktirip piyasaya sürmese hiçbir şey elde edemez.

Çünkü telefon diye bir şey çıkmış!

Bir vatandaş bir başka vilâyete bir telefonla ulaşır, ihtiyaç duyduğu ürünün piyasasını öğrenir, sipariş eder, gelişmiş olan nakliyat imkânlarıyla da kolayca elde eder. Hele internet çağında her şeyin piyasası dünya çapında bilinmekte.

Geçtiğimiz asırlarda böyle değildi. Haberleşme ve ulaşım bu kadar hızlı ve kolay değildi. Bir başka beldeden bir kervan getirmek haftalar, aylar demekti. Bu sebeple bir beldede gıda stoklamak; kıtlığa, fahiş fiyat artışlarına, dolayısıyla da büyük haksız kazançlar elde etmeye sebebiyet verebiliyordu.

Fakat arsa stoklayan insana bir şey yapabilir misiniz? Bir başka beldeden ev getiremezsiniz, arsa getiremezsiniz. Arsa stokçuluğu ile, arsalar pahalanıyor, maliyet etkilendiği için evler pahalanıyor, kiralar yükseliyor. O şehirde yaşayan herkes bu durumdan etkileniyor. «Gitsin başka yerde otursun!» diyemezsiniz. Memuru var, işçisi var. Ayrıca bu dert, her yeri sarmış. Gittiği yerde de aynı durumla karşı karşıya kalacak.

Bu sebeple bana sorarsanız, devrimizde, arsa stoklamak, gıda stoklamadan daha zararlıdır. Bu sebeple bu da haram olarak düşünülmelidir.”

Bu sözleri söyleyen muhterem Âdil Hocaefendi, İslâm hukuku sahasında doktora yapmış bir insandı. Sıradan bir insan değildi.

Ne muhalefet, ne iktidar, ne medya bu konunun üzerinde yeterince durmuyor.

Bol bol dedikodu çıkıyor. Falanca imarda arsasını şöyle kıymetli hâle getirmiş, filânca şöyle yapmış. Hâlbuki bunların tamamının önüne geçmek için yapılabilecek şeyler var.

Tâ Hazret-i Ömer zamanından beri uygulanmış, bugün de Avrupa’da vesâir yerlerde uygulanan kurallar.

1. Ekilip, biçilmeyen boş ve bakımsız bırakılan arazileri devlet kamulaştırabilmeli.

2. Şayet arazi sahibinin mazereti varsa, yardım yapılmalı yoksa istimlâk edilerek ekip biçecek birine satılmalı veya kira karşılığında verilmeli. Fakat mutlaka işletilmeli.

3. İmara girme ihtiyacı olduğunda; araziler, İmar Bakanlığına bağlı bir kurum tarafından satın alınıp, herkese adâletli bir şekilde ödeme yapılmalı.

Bu kurum nezaretinde araziler harman yapılmalı, imar plânı böylece meydana getirilmeli, altyapısı tamamlanmalı, oluşacak arsalar şekli ve cinsine göre, ihtiyaç sahiplerine şartlı bir şekilde satılmalı.

Satılan arsalar üzerinde en geç üç yıl içinde inşaatın başlatılması şart koşulmalı. Mevcut arsalar da bu kurala dâhil olmalı. Şarta uymayanlardan yetkili kurum, arsayı geri almalı.

Böylece yatırıma sevk edilmesi gereken paralar; dağda, bayırdaki arsalara bağlanmaz. Zekât vermeme bahanesi ortadan kalkar. Tarlalar gerçek değerinde kalır. Sun’î artışlar ortadan kalkar. Ev sahibi olmak kolaylaşır, kiralar mâkul seviyeye döner.

Ancak bu gibi düzenlemelerle mevcut çarpık yapılanmanın ve rant kavgasının önüne geçilebilir. Aksi hâlde yolsuzluk, dedikodu, haksız kazanç asla sona ermeyecektir. Orta gelirli halkın ev alma imkânları gitgide sönecektir.

Bu toplum meselesi, hepimizin meselesi. Sözlerimiz kimseyi hedef almıyor, herkesi çözüme davet ediyor. Büyük hamleler yapabilen güçlü bir iktidar, mânevî kuvveti artıracak böyle bir hamleyi de gerçekleştirebilir. Bu hamleyi gerçekleştiren; ülkemizin toplum yapısına da, zengin-fakir barışına da mühim bir katkı gerçekleştirmiş olarak inşâallah tarihe geçecektir.