OSMANLI DEVLETİ’NİN DURAKLAMA İÇİNE GİRMESİ -2-

YAZAR : Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

OSMANLI’NIN SINIRLARININ GENİŞLEMESİNİN OLUŞTURDUĞU ZAAFLAR

Osmanlı Devleti’nin kontrolü zor, tabiî sınırlara ulaşmış olması ve topraklarının aşırı genişlemesi de duraklamaya yol açan bir diğer faktördür.

17. yüzyıla gelindiğinde Osmanlılar batıda Balkanlar ve Tuna’ya kadar Orta Avrupa’yı ele geçirmiş bulunuyordu. Bu sınırlar Osmanlı Devleti’ni Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ile sınır ülke hâline getirmişti. Artık bu yöne doğru daha fazla ilerleme sağlaması imkânsız gibiydi. Çünkü böyle bir hamle karşısında, Avrupa Haçlı Birliği derhâl harekete geçme kararlılığındaydı.

Öte yandan aynı dönemde Kuzey Afrika fetihleri de tamamlanarak; Afrika ortalarına, çöllere kadar hâkimiyet sağlanmıştı. Doğuda Safevîler geriletilerek Irak, körfez ülkeleri ve Kafkaslar büyük ölçüde denetim altına alınmıştı.

17. yüzyılın sonlarına gelindiğinde, Osmanlı Devleti karada ulaşabileceği büyük hedefleri gerçekleştirdiği gibi; Karadeniz, Akdeniz ve Kızıldeniz’de rakiplerine karşı ciddî ve kesin bir askerî üstünlük sağlamıştı. Bu duruma bağlı olarak; Karadeniz, Ege, Akdeniz ve Kızıldeniz deniz ticareti ve güvenliği de Osmanlı hâkimiyetine girdi.

Ancak Osmanlı Devleti; kendilerini yenileyen ve coğrafî keşifler sonucunda zenginleşen batılı rakiplerinin Büyük Okyanus ve Hint Denizi’ndeki hamlelerini yeterince değerlendiremedi. Böylece iç denizlerde gösterdiği performans ve başarıyı, dünyanın en önemli ticarî merkezlerini ele geçirme ve bölge ticaretlerini denetim altına alma konularında gösteremedi. Esasen Osmanlı Devleti’nin yönettiği topraklarda uyguladığı ekonomik sistemin genel olarak; kendine yetecek kadar üretim, minimum tüketim anlayışıyla şekillendiğini söylemek yanlış olmaz.

TOPLUMUN KAYNAŞTIRILAMAYIŞI

Yaklaşık 20 milyon kilometrekarelik yüzölçümüyle, denetlenmesi zor bir büyüklüğe ulaşan imparatorluğun daha fazla genişleme şansı kalmadığı gibi; böylesine geniş bir coğrafyada yaşayan, dinleri, örfleri, kültürleri ve milliyetleri farklı toplulukları bir arada tutmak ve bir hedef etrafında barış içerisinde yaşatmak da kolay değildi. İmparatorluğun devâsâ sınırları dâhilinde ata çakılacak bir nalın kaç akçe olması gerektiğini belirleyen devlet, toplumun bir arada yaşamasını mümkün kılacak sosyal kaynaşmayı başaramamıştı. İmparatorluğun kurucu unsuru Türkler, yönetici ve asker sınıfını oluşturmakta ve diğer müslüman unsurlar olan Boşnak, Arnavut, Çerkez ve Kürtlerle birlikte «millet-i hâkime» olarak kabul edilmekteydi. Arapların yaşadığı topraklar, imparatorluğun bir parçası hâline getirilmesine rağmen Araplar; yönetimde ve askerî alanda kibarca devre dışı bırakılmıştı. Osmanlılar Hicaz bölgesine ve mahallî idarecilerine son derece müsâmahalı davranmakta, onları malî yönden desteklemekte, ancak kaynaşma sağlanması için yeterli adımları atmakta ihmalkâr davranmaktaydı. Bu tercih, ilerleyen dönemlerde, toplumlar arası kopukluklara yol açtı.

Diğer hıristiyan tebaayı oluşturan Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar ve Romenler; İslâmî hoşgörü içerisinde, kendi cemaat liderlerinin kontrolünde, huzur içerisinde yaşamaktaydı. Ancak duygu, düşünce ve hayat tarzı bakımından kalplerinin ritmi; müslüman unsurlardan farklı bir biçimde atmaktaydı. Bu durum göz önüne alınarak İslâm’ın tebliğ müessesesi yeterince işletilememiş, heyecan kaybedilmiş, dolayısıyla başkent İstanbul’a çok kısa mesafede bulunan Bulgarlar ile Fatih Sultan Mehmed Han’ın eman vererek öncelikli ve imtiyazlı azınlık hâline getirdiği Rumlar ve Boşnaklarla aynı dili konuşan Sırplar, İslâm medeniyetinin aktif bir parçası hâline getirilememişti. Osmanlı hâkimiyetini samimiyetle benimseyen ve; «Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yetimleri» olarak kollanan Ermeni topluluğu dahî İslâmî tesir sahasına alınamamıştı.

KARADENİZ’İN KUZEYİNDEKİ GELİŞMELERE SEYİRCİ KALINMASI

Osmanlı Devleti’nin, gücünün zirvelerini yaşadığı «Duraklama Dönemi»nde ihmal ettiği bir diğer konu da; Rusya’nın müslüman hanlıkları ele geçirerek Karadeniz’in kuzeyinde ve Kafkaslarda büyük bir güç olarak öne çıkmasını önleyememiş olmasıdır. Oysa Osmanlı Devleti, Altınorda Hanlığı’nın yıkılmasından sonra bölgede çok daha aktif olabilir; kısa, orta ve uzun vâdede müslüman toplulukları himaye edebilirdi. Denizlerde ise; okyanuslara dayanıklı, ticarî yönü de ağır basan filolar oluşturabilir, ticaret yollarının değişikliğe uğramasının yol açtığı ekonomik depremin sarsıntılarını azaltabilirdi.

MEDRESELERDE YOZLAŞMA

Medreseler; din bilimleriyle tecrübî bilimlerin birlikte okutulduğu Fatih ve Kanunî dönemindeki uygulamayı terk etmiş, bunun sonucunda da çağının büyük ilim yuvaları olma özelliğinden hızla uzaklaşmıştı.

Eğitim ve öğretim; yürüyen hayata uyumlu, hayatı kolaylaştıran teknolojik yeniliklere çözüm getirecek uzak görüşlülükten mahrum bir hâle gelmişti. İlmî seviye düştüğü gibi, doğru dürüst bir eğitim ve öğretim programından geçmeden ilmî pâyeler verilen, bu sebeple de «beşik ulemâsı» olarak anılan zırcahiller ortalığı kaplamıştı.

Oysa aynı dönemde Avrupa; yüzyılların uykusundan silkinerek ayağa kalkmış; başta fen bilimleri olmak üzere, coğrafya, tıp, ziraat ve mühendislik alanlarında atağa geçmişti. Madenlerin işletilmeye başlanması, deniz ticaretinin gelişmesi, balıkçılık ve diğer zanaatların yaygınlaşması, hayatın kolaylaşmasına yardımcı teknik gelişmelere öncülük yapan üniversitelerin kurulması gibi vâkıalar, gelecekteki güç dengesinin ne tarafa döneceğinin işaretini vermekteydi. 17. yüzyılda İspanya ve Portekiz’in ardından özellikle İngiltere ve Hollanda; zenginleşmenin yolunun, güçlü ticaret filoları oluşturmaktan geçtiğini çoktan fark etmişlerdi.

Osmanlı, çağının en büyük ve en güçlü tarım imparatorluğuydu. Fakat Batı Avrupa’daki ve kuzeydeki amansız rakiplerinin inkişaflarına paralel olarak, onlarla baş edebilecek yeni gelir kaynaklarına ihtiyacı vardı. Denizleri ve deniz ürünlerini değerlendirmeyi, deniz aşırı ticaretten pay almayı ve tarım dışı gelir kalemlerini artırmayı sağlayacak yeni açılımlar yapmak zorundaydı. Üstelik tarım alanında; Batı Avrupa’da toprağı yılda üç-dört kez ekmek gibi, daha çeşitli ve daha kısa zamanda ürün elde etmede önemli adımlar atılırken, Osmanlı’da hâlâ Hititler döneminde de uygulanan tarım yöntemleriyle üretime devam edilmekteydi. Tarihçi Samuel Purchas; yeni Avrupa’yı tarif ederken Avrupa’nın niceliğinin niteliğini aştığını şu küstah sözlerle ifade eder:

“Ölümlü insanlardan ölümsüzlüğe intikal edecek yegâne gerçek şeyler olan sanatlar ve icatlardan söz edecek olursam, dünyanın geri kalanı bunlarla kıyaslanabilecek ne yapmıştır? Bir kere özgür sanatlar, Asya ve Afrika’daki okulları çoktandır terk ettikleri ve burada kolejler ve üniversiteler açıldığı için sadece bize mahsustur. Doğudaki bir Atina (ki Avrupa’nın eski şânıdır) artık Türk barbarlığıyla kirletildiyse, batıda onun yerine nice hıristiyan Atina’lar yarattık! Mekanik bilimlere gelince; saatlerde yaratılan yapay lâbirentleri, büyük gök cisimlerinin ve bunların hareketlerinin bu kadar küçük modellere yerleştirilmesini sayabilirim. Dev okyanusu kim sahiplendi ve koca dünyanın çevresini kim dolaştı? Yeni takımyıldızları kim keşfetti, buzlu kutuplara kim gitti, sıcak bölgeleri kim ele geçirdi? Hepsi bu mu? Avrupa sadece verimli bir tarla, bakımlı bir bahçe, hoş bir tabiat cenneti mi? Sürekli oturulacak bir şehir mi? Güç anlamında dünyanın kraliçesi mi? Özgür sanatlar için okul, mekanik bilimler için dükkân, ordu için çadır, silâh ve gemi yapan bir tophane mi? Hayır, bunlar Avrupa’ya kartal kanatları veren ve onu yıldızlardan daha yükseklere çıkaran özelliklerinden en önemsiz olanları…”*

Osmanlı duraklamasını ele alırken acı fakat gerçek olan başka bir nokta da; Avrupa’nın gelişim dinamiklerinin bugün dahî İslâm tarihçileri ve sosyologları tarafından ihmal ediliyor oluşudur. Oysa hıristiyan dünya görüşünün gemleyemediği batılı sömürgeci hırsını görmezlikten gelmeden, Avrupa’nın Allâh’ın âlemin işleyişine koyduğu fizikî, biyolojik ve sosyolojik kanunları kavrama, eşyanın künhüne varma ve hayatı kolaylaştıran teknik gelişmeleri elde etme konularındaki ısrarlı çabalarını her yönüyle tahlil edip değerlendirmemiz gerekmektedir. İslâm coğrafyası bugün hâlâ cehâlet ve fakirliğin pençesinde, bir dizi problemle boğuşmaktadır.
_______________
* Erken Modern Dönemde Avrupa 1450-1789, Merry E. Wiesner-Hanks, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 668.