OSMANLI DEVLETİ’NİN DURAKLAMA İÇİNE GİRMESİ -1-

YAZAR : Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

“Dünya; küfür ile ayakta durur da,
zulüm ile durmaz.” (Koçi Bey)

16. yüzyılın sonlarına doğru; Osmanlı devlet ve toplum yapısı, bir büyük buhran geçirdi ve meydana gelen bozulmalara bağlı olarak, devletin gelişimi duraklayarak siyasî rakiplerine karşı eski gücünden uzaklaştı.

17. yüzyıla kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun yirmi milyon kilometre kareyi aşan topraklarında; çeşitli milletlerden farklı din ve mezhep bağlıları, adâlet çerçevesinde, hoşgörülü bir yönetim altında, huzur içerisinde yaşamaktaydılar. Osmanlı bu dönemde; siyasî, iktisadî, içtimâî gücünü, istikrarını ve düzenini, kendi tebaasını devlete, cemaatlere ve diğer fertlere karşı koruyan ve her türlü uyuşmazlığı halleden; üretimi, tüketimi, dağıtımı nizama koyan, gelenekleşmiş ve müesseseleşmiş şer‘î ve örfî hukuk ve adâlet anlayışına borçludur.1

Sokullu Mehmed Paşa’nın ölümünden (1579) sonra, devlet nizamında artarak devam eden karmaşa; askerî, mâlî ve eğitim alanındaki bozulmalar, toplum yapısını ve dengelerini bozduğu gibi dirliği ve düzeni de ortadan kaldırdı. Bu durum, devletin en büyük toprak kaybının gerçekleştiği Karlofça Anlaşması’na (1699) zemin hazırladı. Dönemin içinde bulunduğu şartları anlatan ilim adamlarının değerlendirilmesiyle;

«Nizâm-ı âleme ihtilâl, reâyâ ve berâyâya infiâl geldi.»2

Osmanlı Devleti’nin duraklamaya geçmesinin başlangıcını Kanunî’nin son dönemleri ve III. Murad dönemine kadar geri götürenler olmakla beraber, Sokullu’nun ölümüyle (1579) başladığını söylemek, daha gerçekçi görünmektedir. Çünkü, devlet merkezinde zaafların ortaya çıkması bu döneme rastlamaktadır. Ulü’l-emre itaati esas alan yönetimin başına, Halîfe-Sultan olarak gelenlerin bilgi ve beceri bakımından kifâyetsiz kişiler olması, bazılarının çocuk yaşta oluşu; bu muazzam cihan devletini zorluklara sokmuş, merkezî otoritenin zaafa uğramasına sebebiyet vermiştir.

Fatih döneminde devletin bekāsı ve taht mücadelelerinin önünü kesmek amacıyla câiz addedilen şehzadelerin katli meselesi, 18. yüzyılın başlarında Osmanlı tahtına oturtulacak şehzade sıkıntısını beraberinde getirdi. 1603 yılında benimsenen; «ekber ve erşed» şehzadenin tahta çıkması ve diğerlerinin sarayda sırasını beklemesi ise tecrübeden mahrum kişilerin işbaşına geçmesine yol açtı. Çünkü yükselme dönemi uygulamalarından farklı olarak, artık şehzadeler sancaklara sancak beyi olarak atanmıyorlardı. Bu yüzden sevk ve idare konusunda tecrübeden mahrum hükümdarlar, dünyanın en büyük devletinin başına geçmekteydi.

TOPRAK DÜZENİ VE TIMARLI SİPAHİLER

Osmanlı tımar sisteminin ve toprak düzeninin bozulması; devletin işleyişini sekteye uğratan, halk-devlet ilişkilerini olumsuz etkileyen hususlardan biri olarak kabul edilmektedir. Tımarlı sipahiler, barış zamanında imparatorluğun en önemli gelir kaynaklarının başında yer alan tarım alanlarının güvenliğini sağlıyor ve toprağın düzenli bir biçimde ekilip biçilmesine nezaret ediyordu. Osmanlı’nın taşradaki elini oluşturan tımarlı sipahiler, savaş zamanında da yüz binleri aşan sayılarıyla Osmanlı ordusunun temelini teşkil etmekteydi. Tımarlı sipahiler; cihad ve gazâ anlayışına sahip olarak, severek orduya iştirak ediyordu. Ancak 16. asır boyunca doğuda ve batıda devam eden bir türlü sonlandırılamayan seferler sebebiyle, tımarlı sipahiler yorgun düşmüş, evinden-köyünden uzaklarda son derece mağdur olmuştu. Özellikle Kanunî döneminde batıya gerçekleştirilen dört büyük sefer ve İran’a gerçekleştirilen seferler; sadece askerî sınıfı yormamış, ülkenin kaynaklarının fazlaca harcanmasına, devletin mâlî sıkıntıya girmesine de yol açmıştı. Öte yandan ekilen araziler boş kaldığı gibi, uzun süreli savaşların ağır masraflarından bunalan ve sıkışan devlet, zaten doğru dürüst ekilemeyen arazilerin vergilerini tahsil ederken, alışılmış uygulamalarının dışına çıktı. Bu durum, taşrada dirlik ve düzeni büsbütün ortadan kaldırdı. Gelişmeler Anadolu’daki Celâlî isyanlarının mantar gibi çoğalmasına yol açtı ve bu isyanlara yer yer halk da destek verdi. Üstelik on yılı, on beş yılı geçen savaşlar sebebiyle asker kaçakları artmış ve bozulan düzenden yararlanan Osmanlı’ya hasmâne tutum içerisindeki bazı sıra dışı dînî gruplar kendilerine hayat sahası bulmuştu.

YENİÇERİ OCAĞI’NIN BOZULMASI

Öte yandan padişahın has ordusu veya merkez ordusunu teşkil eden Yeniçeri Ocağı da, bozulmadan nasibini aldı. «Devşirme» sistemiyle ocağa gayr-i müslim çocukları arasından asker kaydedilir, İslâm terbiyesiyle yetiştirilerek sarayın ve merkezin askerî gücünü oluştururdu. 17. yüzyıldan itibaren sistem bozuldu ve ocağa Türk ve müslüman kökenliler de kaydedilmeye başlandı. Yeniçeri Ocağı’na usûl ve an‘anelerin dışına çıkılarak adam kaydetme, Osmanlı’nın maaşlı ordusunun sayısını üç-dört kat artırarak 80-90 binlere ulaştırdı. Rüşvet ve iltimasla elde edilen esâme defterleri alınır satılır bir metâ hâline dönüştüğü gibi; «Ocak, devlet içindir.» anlayışı, yerini; «Devlet, ocak içindir.» anlayışına dönüştürdü. Bu durum Osmanlı maliyesini de olumsuz etkiledi. Maaş almaya gelenlerin ancak beşte biri savaşlara iştirak eder hâle gelmiş, Yeniçeriler kuruluş felsefelerinin büsbütün dışına çıkarak İstanbul’daki birçok karışıklığın, sû-i istimâlin hattâ üst kademelerdeki entrikalarının âleti olmuşlardı.

__________________
1 Ahmet TABAKOĞLU, İktisat Tarihi, İst., 2005, s. 79.
2 Reâya: Osmanlı çiftçisi, vergi veren halk.
Berâya: Kılıç kullanabilen, vergi vermeyen müslüman halk.