ARAFAT BERÂTI

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Hac; ilk insan ve ilk peygamber Hazret-i Âdem’le; Allâh’a îman, ubûdiyet ve O’na karşı teslîmiyetin en güzel örneğini göstermiş Hazret-i İbrahim ve oğlu Hazret-i İsmail’in hâtıralarını yaşamanın adıdır.

Hac; îman ve ibâdet şuurunun kuvvet kazandığı, din kardeşliğinin duygu ve davranışlara yansıdığı, mahşer tablosunun anbean yaşandığı, müstesnâ bir zaman dilimidir.

Hac; insanın aynı gaye adına ırk, dil, renk, kültür ayrımı gözetmeksizin zaman ve mekân diliminde kendisi gibi insanlarla kaynaşması, benliğini aşıp kulluğa, çokluktan birliğe (kesretten vahdete) ulaşmasıdır.

Hac; bedendeki bütün elbiselerinden soyunup, giydiği iki parçadan müteşekkil ihram ile İslâm’ın, insanları bir tarağın dişleri gibi eşit gören temel yaklaşımını temsilî olarak göstermesidir.

Hac; Allâh’ın kutlu evi Kâbe’yi tavaf edip, Arafat’ta vakfeye durup, Allâh’a verdiği sözü yenilemesidir.

Hac; insanın kendi içindeki şeytânî duyguları taşlayıp, düşünce, amel ve niyetlerdeki bütün olumsuzluklardan temizlenmesidir.

Hac; bir yöneliştir. Allâh’a ve O’nun gösterdiği dosdoğru yola giriş, yıllarca özlem duyulan mukaddes mekânlara varış, maddî ve mânevî kirlerden arınıştır.

Hac; kulun Allah -celle celâlühû- yolunda, O emrettiği için malını sarf edeceğini, bu mücâhedede gerekirse kefene bürünüp can vereceğini Allâh’a ahdetmesidir.

Hac, ikinci bir doğuştur. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mebrûr bir hac ile mü’minin günahlarından temizleneceğini -kul hakkı hâriç- anasından doğduğu gün gibi çıkmasına sebep olacağını müjdeliyor.

Hac, İslâm’ın rükünlerinden beşincisidir. Hac ibâdeti çetin ve yorucu bir ibâdettir. Onun için Cenâb-ı Hak, ömürde bir defa farz kılmıştır. Hac, ancak zengin olana ve hacca gitmeye iktidarı olan kimseye farzdır. Nitekim Cenâb-ı Hak;

“Şüphesiz, âlemlere bereket ve hidâyet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev (mâbed) Mekke’deki (Kâbe)dir. Orada apaçık nişâneler, (ayrıca) İbrahim’in makamı vardır. Oraya giren emniyette olur. Yol bakımından gidebilenlerin o evi haccetmesi, Allâh’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse bilmelidir ki, Allah bütün âlemlerden müstağnîdir.” (Âl-i İmrân, 96-97) buyurmaktadır.

Peygamber Efendimiz de hac ile alâkalı olarak;

“Bir kimse, yiyecek, içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Beytullâh’a gitmek mümkün iken haccetmezse, onun yahudi veya hıristiyan olarak ölmesine hiçbir mâni yoktur!” (Tirmizî, Hac, 3) buyurmuştur.

Onun için bu ibâdeti yerine getirmek hususunda, kendisine hac farz olanların geciktirmeden bu farzı yerine getirmeleri gerekmektedir.

Bu yıl da hac mevsimi başladı. Mü’minler Kâbe’ye varmak ve orada Efendimiz’in şu hadîs-i şeriflerine muhatap olmak için çaba gösteriyorlar. Efendimiz şöyle buyurmuş:

“Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan daha fazîletlidir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz ise, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan daha fazîletlidir.” (İbn-i Mâce, Salât, 195)

Hac yoluna koyulan insanlar, olabilecek kul hakkından kurtulmak için helâlleşerek işe başlarlar. Çünkü, hacda insan anasından doğduğu gibi tertemiz olacak. Ancak üzerinde kul hakkı varsa o güzelliğe kavuşamayacaktır.

İslâm dünyasının dört bir yanından koşarak hac yoluna koyulan müslümanlar, Kâbe’ye vardıklarında niyetlendikleri hac türüne göre tavaflarını yaparlar ve diğer görevlerini îfâ ederek Arafat’a çıkış gününü beklerler. O gün geldiğinde, mahşer yerinin ve hesap gününün bir benzeri olan Arafat’ta toplanırlar. Allâh’ın emirlerini kayıtsız ve şartsız yerine getireceklerine samimiyetle ve gözyaşları içinde söz verirler. Doğrudan Cenâb-ı Hakk’a hitap ederek, emre âmâde ve hizmete hazır olduklarını;

“Lebbeyk, Allâhümme lebbeyk, lebbeyke lâ şerike leke lebbeyk, inne’l-hamde ve’n-nimete leke ve’l-mülk, lâ şerike lek…: Rabbim; davetine sözüm ve özümle tekrar tekrar icâbet ettim, emrine boyun eğdim. Rabbim; Sen’in davetine icâbet, boynumun borcudur. Sen’in eşin ve ortağın yoktur. Rabbim, bütün varlığımla Sana yöneldim. Hamd Sen’in, nimet Sen’in, mülk de Sen’in. Bütün bunlarla eşin ve ortağın yoktur Sen’in.” nidâları ile bildirirler.

Arafat’a çıkan hacılar, gündüzü orada geçirirler. O gün güneşin yakıcı sıcağı, çadırın altında akşama kadar beyinleri kaynatır. Mahşerdeki hâlin bir benzeri olan Arafat’ta müslümanlar bütün hâle râzı olarak görevlerini îfâ ederek beklerler. İnanırlar ki günahlar orada temizlenecektir.

Arafat’la alâkalı şu hâdiseyi merhum Kayserili İbrahim EKEN Hocam’dan dinlemiştim. Olay Zeynelâbidîn Hazretleri’nin türbedarı Ahmed Efendi’nin başından geçmiştir.

Kayseri’nin geçmiş ulemâlarından; Kısıklızâde Hacı Kasım Efendi merhumla, Hacı Mehmed Efendi merhum birbirlerine refik olarak hacca niyet ederler. Kayseri’de Zeynelâbidîn Hazretleri’nin türbesi bulunmaktadır. Ahmed Efendi diye bir zât da oranın türbedarlığını yapmaktadır. Ahmed Efendi; saf, temiz, fakat akıl yönüyle biraz fakir bir insandır.

Bir gün Hacı Mehmed Efendi ile Ahmed Efendi yolda karşılaşırlar. Ahmed Efendi biraz da buruk bir hâl içinde, Mehmed Efendi’ye, herkesin hac için hazırlık yaptığını, kendisinin ise fakirlikten dolayı bu ibâdete teşebbüs edemediğinden yakınır. Bunun üzerine Hacı Mehmed Efendi kendisine hazırlanmasını ve beraberce hacca gideceklerini söyler;

«Masraflar benden.» der.

Hacı Mehmed Efendi bu konuyu Hacı Kasım Efendi’ye de açıp onun da muvâfakatını aldıktan sonra, hacca gitmek üzere beraberce yola çıkarlar. O günün zor şartları altında Mekke’ye varıp hac vazifelerine başlarlar. Arafat görevlerini de yapıp Mina’da ilk gün şeytanı taşladıktan sonra Mina’da çadırlarına yerleştikleri vakit Hacı Kasım Efendi bir çay demlenmesini ve biraz istirahat edilmesini ister. Bu arada Ahmed Efendi de çadırdan içeriye girer. Hacı Kasım Efendi Ahmed Efendi’ye biraz takılacak olup;

“–Arafat’ta berâtını aldın mı?” diye sorar.

“–Yok efendim, ne berâtı, hayrola!”

Şöyle bir bakıp kalan Ahmed Efendi’ye Kasım Efendi bu sefer;

“–Bunların hepsi beratlarını aldılar, sen Cenâb-ı Hakk’ın bütün günahları bağışlayıp Sana mağfiret ettiğini belirten berâtını almadın mı?” deyince;

“–Yok efendim!” dediği anda, Ahmed Efendi çadırdan öyle bir fırlar ki; «Aman şunu tutun!» demeye kalmaz, sanki bir rüzgâr gibi Arafat’ı bulur.

Ahmed Efendi, Arafat’a varınca daha önce hiç görmediği kimseler Arafat’ı süpürüyorlardır. Onlara sorar:

“–Ne yapıyorsunuz?”

Onlar da;

“–Mü’minlerin dökülen günahlarını temizliyoruz.” derler;

“–Sizin reisiniz kim? Herkese verdiniz de bana niçin berat vermiyorsunuz?” der.

Bu arada berilerden bir el uzanır, üzerinde daha önce hiç görülmemiş bir yazı olan bir levhayı uzatarak;

“–Al berâtını!” der.

Eline hakikî beratı alan Ahmed Efendi koşarak Mina’nın yolunu tutar. Kan ter içinde çadırdan içeri girer;

“–Ben de aldım, ben de aldım!” der ve gerçek berâtı Kasım Efendi’ye uzatır.

Hocaefendi levhayı eline alır şöyle bir bakar;

“–Arkadaşlar biz de yorulduk ama bizim Hacı Ahmed vurgunu vurdu!” der ve başta hocaefendi olmak üzere başlarlar ağlamaya.

Bu hâdiseden de anlaşılmalıdır ki Arafat’ta günahları dökmekle uğraşmalıyız. Boş şeylerden uzak kalmalıyız.

Mü’minler ziyaret tavafını yapıp, kurbanı kesip, sa‘y yaptıktan sonra, tıraş olup ihramdan çıkarak vazifenin asıl kısmını yapmış olurlar. Artık müslümanlar hacı olmuşlar ve farz olan hac üzerlerinden düşmüştür.

Cenâb-ı Hak, cümle huccâca Hacı Ahmed Efendi’ninki gibi haclar nasip etsin. Gidenlere tekrar, gidemeyenlere de en yakın zamanda nasip etsin. Âmîn…