PEYGAMBER HÂNESİ GİBİ

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Asıl adı Muhammed Celâleddîn olan Mevlânâ Hazretleri, 30 Eylül 1207 tarihinde Belh’te dünyaya geldi. Babası Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled, Moğol İstîlâsı sebebiyle ailesini de alarak hicrî 610 yılında önce hacca, oradan da sırayla Nişâbur, Bağdat, Halep ve Şam’a gitti. Nişâbur’da Şeyh Feridüddîn-i Attar’la, Şam’da Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbn-i Arabî ile görüşerek sohbetlerinde bulundu. Bu iki Hak dostu da Celâleddîn’deki istîdâdı görerek ona hususî iltifatlarda bulunup duâ etti. 1228 yılında Şam’dan bugünkü diyâr-ı Rûm’a Selçuklu başkenti Konya’ya gelerek yerleşti. Hazret-i Mevlânâ’nın «Rûmî» nisbesiyle anılması da bu sebeptendir.

Muhammed Celâleddîn, Konya’da babasının ve Seyyid Burhâneddîn Hazretleri’nin terbiyesi altında yetişti. Daha sonra Halep’e ve Şam’a giderek fıkıh, tefsir ve usul okudu; âlimlerin sohbetinde bulundu. Şam’da 8 yıl kaldıktan sonra Konya’ya dönen Mevlânâ Hazretleri, Şems-i Tebrîzi ile görüşerek ondan ledünnî ilmi, eşyanın hakikatini ve Hakk’a sevgili olmanın yollarını öğrendi. Bu hakikatlerin ışığında 25.000 beyitlik Mesnevî-i Şerif tamamlanarak nâdîde bir eser olarak ortaya çıktı.

Hazret-i Mevlânâ 12 Aralık 1273’te Rabbine vuslat gecesi olarak tarif ettiği ölüm gecesini yaşadı. Kabr-i şerîfi Konya’dadır.

***

Bir gün adamın biri Mevlânâ’ya gelerek;

“–Hakk’a nasıl ulaşayım?” demiş.

Mevlânâ;

“–Bâtılı bırak!” demiş.

Adam Mevlânâ’ya;

“–Bâtıldan nasıl kurtulayım?” deyince, Mevlânâ;

“–Hakk’a tutunarak.” cevabını vermiş.

***

Hazret-i Mevlânâ, evlerinde yiyecek olarak hiçbir şey kalmadığını söyleyen hanımına tekrar sordu:

“–Gerçekten hiçbir şey kalmadı mı?” Hanımı;

“–Evet. Hiç yiyeceğimiz kalmadı.”

Mevlânâ Hazretleri ellerini kaldırıp;

“–Allâh’ım Sana hamd ü senâlar olsun. Evim, Peygamber hânesine benzedi.” diye şükretti.

FETİH İÇİN FİRAR EDİN!

Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen Abdurrahman Gazi, Ertuğrul Gazi döneminde yaşamış kumandanlardandır. Osmanlı çınarının doğuşuna büyük katkı sağlayan bu kumandan, 1328 senesinde Orhan Gazi’nin vazifelendirmesiyle İstanbul/Üsküdar’ın doğusundaki Semendire’de (bugünkü Samandıra) bulunan Aydos Kalesi’ni kuşattı. Bu kalenin istihkâmları çok sağlam olduğundan, kale hemen fethedilemedi. Kale tekfurunun kızının gördüğü rüya üzerine, kalbinin İslâm’a ısınması neticesinde, Abdurrahman Gazi’ye yazdığı fetih taktiği mektubu, farklı bir uygulamayla kaleyi fethetmelerini sağladı. Bu fetihten sonra Orhan Gazi, müslüman olan bu kız ile Abdurrahman Gazi’yi evlendirdi. Abdurrahman Gazi daha sonra İznik üzerine akınlarda bulundu.

1329 senesinde vefat eden Abdurrahman Gazi’nin kabri İstanbul/Samandıra’daki Abdurrahman Gazi Mahallesi’ndedir.

***

Aydos tekfurunun kızı, bir gece rüyasında derin bir kuyuya düştüğünü gördü. Bu hâldeyken bir yiğit geldi, elini uzatıp kızı çıkardı. Sabahleyin hisarın burcundan etrafı seyreden kız, Abdurrahman Gazi’yi gördü ve onun rüyada kendisini kurtaran yiğit olduğunu anladı. O anda İslâm dîni kalbinde yer etti ve hemen bir kâğıda durumunu yazarak;

“Eğer kalenin fethi murâdınız ise, firar ediyormuş gibi buradan geçip gidiniz. Falan gece hisar dibine geliniz. Sizin için bu kalenin fethi kolayca mümkün olur.” diye yazarak, kâğıdı bir taşa sağlamca sardı. İslâm askerlerinin bulunduğu tarafa fırlattı. Atılan mektup Abdurrahman Gazi’ye ulaştı. Durumu anlayan Osmanlı askerleri; bir hile ile firar ediyormuş gibi yaparak, oradan uzaklaştı. Kaledeki düşmanlar; onların kaçtığını zannederek işi gevşettiler, zevk u safâ ile meşgul olmaya başladılar.

Abdurrahman Gazi ise kararlaştırılan gece, seksen arkadaşıyla kale burcuna gelip kızın uzattığı kement yardımıyla içeri girdi. Böylece gece yarısından sonra Aydos Kalesi Osmanlıların eline geçti.

KELB, İHTİLÂFSIZ SÂDIKTIR

Esas adı Mehmed Tâhir (OLGUN) olan Tâhirü’l-Mevlevî, 13 Eylül 1877 tarihinde İstanbul’un Taşkasap Semti’nde doğdu. «Menşe-i Küttâb-ı Askerî» olarak adlandırılan okuldan mezun olarak memurluğa başladı. Fatih dersiâmlarından Filibeli Mehmed Rasim Efendi ile Mesnevîhan Mehmed Es‘ad Dede’nin derslerine de devam etti.

1894 yılında Mevlevî şeyhi Mehmed Celâleddîn Dede’ye intisâb etti. Bin bir gün çile çıkardıktan sonra hacca gitti ve Konya’da Hazret-i Mevlânâ’yı ziyaret etti. İstanbul’a döndüğünde Tahir Dede Kütüphanesi adında bir kütüphane açarak kitap basım ve satışına başladı. Sırât-ı Müstakîm’de ve Sebîlü’r-Reşâd’da çeşitli şiirleri ve yazıları yayınlandı.

Tâhirü’l-Mevlevî, 21 Haziran 1951 tarihinde Rabbinin gufrânına erdi. Cenazesi talebeleri tarafından evinden kaldırılarak önce şeyhi Celâleddîn Efendi’nin kabr-i şerîfinin önüne, ardından da Yenikapı Hâmuşân Mezarlığı’na götürülerek defnedildi. Tabutunun şeyhinin huzûrundan geçirilirken omuzlardan indirilerek yerde sürüklenmesini vasiyet etmesi ince düşüncelerinin son örneğidir. (Bkz. Tâhirü’l-Mevlevî’nin Hayatı ve Eserleri, Dr. Atillâ ŞENTÜRK)

***

Talebesi Şefik CAN anlatıyor;

1935 senesinde Kuleli’de staj gördüğüm zamanlarda; okulun öğretmenleriyle birlikte öğle vakitleri bazen okulun önündeki çınar ağacının altında oturur, yemek yer, kahve içerdik. Kuleli’nin Sadık Bey isminde bir doktoru vardı. Yine bir gün yemekten sonra bahçede oturuyorduk. Sadık Bey, Tâhirü’l-Mevlevî’nin yanına geldi. Orada birçok öğretmenler de vardı, bendeniz de Tâhirü’l-Mevlevî’nin yanı başında oturuyordum. Sadık Bey, Nef‘î’nin şu ünlü hicvini okudu:

Bana Tâhir Efendi kelb demiş
İltifâtı bu sözde zâhirdir,
Mâlikî mezhebim benim zîrâ
Îtikādımca kelb tâhirdir.

Tabiî ki merhum Tâhirü’l-Mevlevî durumu hemen anladı ve dedi ki;

“–Vallâhi Sadık Bey, köpeğin «tâhir» olup olmadığı hususunda ihtilâf vardır. Ama «sâdık» olduğundan kimsenin şüphesi yoktur.”

O zaman herkes bu hazırcevaplığına şaşırdılar, büsbütün kahkahaları bastılar, doktor da mahcup oldu yaptığı şakadan. (Bkz. Şefik CAN ile röportaj, S. KÜÇÜK)

ARSLANLARA İKAZ

Ahmed Rasim 1865 yılında İstanbul/Fatih’te doğdu. Sofular Mektebi, Tezgâhçılar Mahalle Mektebi ve Çukurçeşme Mektebi’nde öğrenim gördükten sonra Darüşşafaka’ya kaydoldu. Kendi çabalarıyla Fransızca öğrendi. Buradan 1883 yılında birincilikle mezun olan yazar, posta ve telgraf idaresinde memur olarak vazife aldı.

Basın hayatına girmesine Ahmed Mithat Efendi vesile oldu. İlk olarak Tercümân-ı Hakikat gazetesinde Fransızcadan yaptığı bir tercümesi yayınlandı. Memurluğa atanmasına rağmen yazı yazmayı bırakmak istemediği için vazifesine başlamayan Ahmed Rasim, bu yüzden hayatında maddî sıkıntılar çekti.

21 Eylül 1932’de Heybeliada’daki evinde vefat etti. Naaşı, Heybeliada Abbas Paşa Mezarlığı’na defnedildi.

***

Biraz rahatsız olduğu için, istemeye istemeye katıldığı bir dost meclisinde, yenilip içildikten sonra, Ahmed Rasim’e;

“Üstad, bir konuşma lutfetseniz?..” derler.

O âna kadar sadece konuşulanlara kulak vermekle yetinen Ahmed Rasim, bu istekten pek hoşlanmaz. Kaşlarını kaldırıp, karşısındakileri şöyle bir süzer… Ama bakar ki, herkes kulak kesilip, onun söyleyeceklerini dinlemeye hazırlanmış… Kurtuluş yok!

Biraz düşündükten sonra, Roma’da, Neron zamanındaki gladyatörlerinden söz açarak konuşmasına başlar ve şöyle devam eder:

“Önce gladyatör meydana çıkarıldı. Sonra bir arslan salındı üstüne. Gladyatör gayet sakin, üstüne gelen arslanın kulağına eğilip bir şey söyledi. O öfkeli arslan, kuyruğunu indirip geri dönüp gitti. Sonra başka bir arslan… 6 tane arslan böyle dönüp gidince Neron, gladyatörü çağırdı önüne;

“–Arslanların kulağına ne söylediğini söylersen seni affedeceğim!” dedi.

Gladyatör, Neron’a şu cevabı verdi:

“–Kulaklarına eğildiğimde onlara şunu fısıldadım:

«Aklınızda olsun ha! Yemekten sonra, bir nutuk söylemek zorundasınız.»”