BEŞ ÖLÇÜ

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Hayatta hep kazanmak istiyoruz.

Hayatımızı kazanmak, dünya ve âhiretimizi kazanmak…

Kazanmak, başarılı olmak herkesin istediği şey, başarı hem dünya için, hem de âhiret için olmalı…

Atalarımız;

“Varlık barıştırır. Yokluk dövüştürür.” demişler. Varlık çok kilidi açar, çok müşkülü çözer. Para çok şeydir, fakat her şey değildir. Para hem lütuf, hem belâdır.

Mevlâ’m sıhhat vermiş, akıl vermiş. Organlar yerli yerinde çalışıyor, göz görüyor, kulak işitiyor. Konuşuyorsun, dinliyorsun… Her şey mükemmel. Bir de İslâm ülkesinde, müslüman ana-babadan doğmuşsun, îmanlı insanlar arasında büyümüşsün. En büyük nimet olan; «îmân»ın var, bütün zenginlikler sende. Ayrıca sana yol gösteren bir rehber; «Peygamber»in var. İyiyi-kötüyü, yapman-yapmaman gerekeni bildiren kitabın, «Kur’ân-ı Kerim» var.

Mevlâ’m bu dünyada verdiği kadar vermiş, öbür dünya ile ilgili olarak ise iş sana kalıyor:

İşte cennet, işte cehennem!..

«Sadece âhiret için çalış.» demiyor. «Dünya âhiretin tarlasıdır, ikisi de burada kazanılır.» diyor. Âhireti unutmadan; dünyadaki iâşemizi temin etmemiz, ayakta kalmamız, başkalarına faydalı olmamız için çalışmamız gerekiyor.

Müslüman tembel, miskin olmamalı. Müslüman; bilinçli, hünerli, fedâkâr, cömert, dürüst, cefâkâr, çalışkan, emeği ucuz, yaptığı işi güzel yapan, güler yüzlü, tatlı sözlü, sabırlı, vakûr, merhametli, basîretli, yalan söylemeyen, düşünen, âdil, seven, sevilen, mütevâzı olmalı. Bütün güzel vasıflar, müslümanda olmalı. Maddî kuvvete sahip olmak için de gayret sarf etmeli; yaptığı işte, sanatta, ilimde parmakla gösterilecek şekilde nam sahibi olmalı… Okumalı, öğrenmeli, çok çok çalışmalı. Mevlâ’m vasıflı bir şekilde çalışana verir. Tedbirde kusur etmeyip, takdire râzı olmalı. Hamd ve şükür, dilinden eksik olmamalı.

Mevlâ’m verince de şu beş ölçüye dikkat etmemiz gerekiyor:

Birincisi: Varlık, ibâdetleri aksatmamalı!

“Dünya âhiretin tarlası.” Ömrümüz, cenneti kazanabilmemiz için bize verilmiş bir sermaye. Mevlâ’m bir de servet veya şöhret vermişse; gelen-gidenin telâşı, işin meşakkati senin namaz, oruç, hac ibâdetini aksatıyorsa;

“Öğle namazını şimdi kılayım, yok biraz sonra kılayım…” derken ikindi gelmişse, ibâdeti ihmal edip, hele bir de tamamen terk ediyorsan… Bu servet, bu şöhret hiç hayırlı değildir. Olmasın daha iyi.

Birinci ölçümüz; «Önce âhiret!» olacak. Çünkü esas hayat, âhiret. Hiçbir dünyevî iş, hiçbir toplantı, hiçbir kazanç, ne kadar tatlı olursa olsun, bir farzın yerini almayacak. Namaza mâni olmayacak. «Sonra yaparım, sonra başlarım.» düşünceleri tamamen boş. Ömür bir anda biter, pişmanlık fayda etmez.

Müslümanın meşgalesi; onu, farz vazifelerinden alıkoyamaz. Âyet-i kerîme çok açık:

“Onlar, ne ticaret ne de alışverişin kendilerini Allâh’ı anmaktan, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (en-Nûr, 37)

“Ticaret yapma! Sanayiye girme! Sadece mescide git, namaz kıl, rızık için tevekkül et!” denmiyor. “Ticaret, tarım, sanayi, memuriyet… her ne yapıyorsan yap fakat; âhireti önde tutarak yap. Uhrevî vazifelerini unutmadan gerçekleştir.” denmiş oluyor.

Bugün de müslüman; işini, gücünü, zamanını, mesaisini ayarlayacak. Âhiretine hazırlanacağı kadar özel zamanı bulunacak. Namazı, sohbeti, orucu, umreyi, haccı; işine engel görmeyecek.

Eğer gerçekten bunlar işine engel oluyorsa, böylesine olumsuz bir çevrede ise, o zaman da işini değiştirecek. Mevlâ’m rızkı sadece bir yerden vermez. Hayatta maksat, üç kuruş kazanmak değil. Öyle kazanılan kazançtan; ne dünyaya fayda gelir, ne âhirete, ne de çoluk-çocuğuna… Âhirette ateşe kendisi girer, servetini ise başkaları yer.

İkincisi: Senin kârın, kimsenin zararı olmamalı!..

Kazanma hırsı, bazen insanları öyle bir hâle getiriyor ki;

“Ben kazanayım da, karşıdaki isterse batsın!” diye acımasızca, vicdansızca düşünebiliyor insan. Bundan kaçınmak gerek…

Mezheb imâmımız Ebû Hanîfe Hazretleri’nin misali meşhurdur. Kendisine bir kumaş getirilmiş. Satan kişi, malının kıymetinden habersiz. Misal olarak;

“–100 dirhem ver!” diyor.

İmâm-ı Âzam diyor ki:

“–Olmaz, bu mal 200 dirhem eder!”

“Nasıl olsa muhatabın verdiği fiyat bu! Kimseyi kandırmış olmuyorum.” demiyor. Bu ölçüyle, müslüman asla vicdansız bir kapitaliste dönüşmemeli. Rakipleri batırmaya yönelik davranışlarla, ezici-çiğneyici düşüncelerle kazanılan paradan da hayır gelmez.

“Ağlayanın malı, gülene fayda etmez.”

Üçüncüsü: Helâl yoldan kazanmalı, haramlardan kaçınmalı!

«Varlıklı olacağım.» derken kazancına haram girmişse, sen de bu normalmiş gibi benimsemişsen; o kazanç da, varlık da olmasın, daha iyi. «İâşemi kazanıyorum, çoluk çocuğumun rızkını kazanıyorum.» diye haram olan içkinin imalât ve satışını yapmak; meyhane, birahane, kumarhane… gibi yerleri çalıştırıp kazanç sağlamak; karaborsa, rüşvet, fâiz… gibi haramlardan para kazanmak, bunların hiçbir mazereti yoktur. Bu, Allah -celle celâlühû-’ya karşı savaş açmak demektir.

Hırsızlık, gasp, yalanla menfaat sağlamak, kul hakkı, zorbalık, uyuşturucu, silâh veya insan kaçakçılığı… hepsi tamamen haramdır. Helâl kazancımıza bir miktar girerse hepsini kirletir. Bu sebeple Allâh’ın men ettiği haramların zerresinden bile şiddetle sakınmalıyız.

«Para kazanacağız, varlıklı olacağız.» diye bunlara asla meyledilmez. Bu kazançla; cami yaptırmak, hacca gitmek, hayır-hasenat etmek seni kurtarmaz. Allah korusun cehennemde yerin hazır demektir. Hâlbuki haramdan kaçıp, sadece helâle yönelirsen; Mevlâ’m rızkını helâl yoldan verir.

Kazancında böyle karışımlar varsa hemen tövbe et, terk et; helâlinden kazanmaya, helâlinden yemeye gayret et.

Dördüncüsü: Zekâtı vermeli, infakta bulunmalı!..

Cenâb-ı Mevlâ’m sana varlık veya mevki verince, bunun Allâh’ın lutfu olduğunu bileceksin. Zekâtını verecek; imkânlarını akraba, arkadaş ve benzeri kişilerle paylaşmaktan kaçınmayacaksın. Eksilir diye düşünmeyecek, Mevlâ’mın daha fazla vereceğinin idraki içinde olacaksın. Bunları yapmazsan, yine o servet olmasın daha iyi.

Cenâb-ı Allah; fakir ve yoksulu zengine zimmetledi. Sana verdi, ona vermedi. Sen onunla paylaşacak mısın, paylaşmayacak mısın, diye imtihan ediyor.

Zekâtını güzelce hesap edeceksin. Zekâtın verilebileceği yerlere vereceksin. Kırkta bir, yani yüzde iki buçuk asgarî hudut olduğu için; onu artırmak da lâzım. Eğer verilen adreslerden bir kısmı zekâta ehil değilse, yüzde iki buçuk bir şekilde tutsun. Zaten fazlası hayır-hasenat oluyor. Eğer hesabını tam yapmaz; «Ben zekâtımı veriyorum.» diye düşünürsen, farkında olmadan eksik verirsin, üzerinde kul hakkı kalır, kul hakkı da malûm.

İnsanlar varlıklı olduğu zaman, hele fakir bir çevreleri varsa, onlar insanın eteğinden tutarlar. «Bizden biri kalkınıyor, bizi de kalkındırsın.» diye beklentileri olur.

Onlara nasıl yaklaşıyorsun, el uzatıyor musun?

Yoksa sen eline bir satır almış da; geçmişten geleceğe seninle birlikte olmuş, eteğine tutunmuş insanları kesip atıyor musun?

Eğer böyle yapıyorsan, bu; kibirdir, cimriliktir, sınıf atlama havasına girerek geçmişini unutmaktır, kendinden başkasını düşünmemektir.

Kazanırken etrafını da gözetmek, illâ sadaka vermek değildir. Kimi zaman ortaklık olur; kimi zaman ihtiyaç sahibi bir kişinin iş kurmasına veya iş bulmasına yardımcı olmak olur. Yani ona balık değil, olta vermek olur. Fakat hiç çalışamayacak olanlara da infak elini uzatmalısın. Bu sınıfta olanları, az veya çok bir şeyler vererek, gözetmelisin.

Bir dâvân, bir idealin varsa; onu da vesile edersin. İmkânlarınla dâvâna, idealine hizmet etmiş olursun. Böylece servetin, senin için âhireti kazanmaya bir vesile olur.

Beşincisi: Başarıyı Allah’tan bilmeli; «Ben kazandım.» dememeli!..

Yaptığın iş, aldığın muvaffakiyet, elde ettiğin kazanç hakkında; «Ben yaptım, ben düşündüm, ben çalıştım, aklımı kullandım, hünerimi gösterdim…» demeyeceksin.

Sen kimsin ki? Biz kimiz ki? Eğer Cenâb-ı Hak dilemese, hiç kimse bir şey yapamaz. Kuş, kanadını kıpırdatamaz. Ne geldiyse Allah’tan bilmek lâzım. «Hayrihî ve şerrihî minallâhi teâlâ…» (Hayır ve şer, her şey Allah’tandır.)

Bedir Savaşı’nda;

“Attığın zaman; Sen atmadın, Allah attı.” (el-Enfâl, 17) ifadesi çok açık. Övünmek yok!

Güzel bir kıssa vardır. Dervişin biri yolunda giderken; kendini bilmezin biri, durduk yerde taş atmış, dervişin başını yarmış. Derviş; hiç kızmamış, karşılık vermemiş, yoluna devam etmiş.

Fırının önünden geçerken, ekmekçi onun bu hâline acımış, bir ekmek vermiş.

Derviş ona da; «Eyvallah!» demiş; ekmeği koltuğunun altına almış, yürümüş.

Tanıdığın biri görmüş ve sormuş:

«–Yahu bu başını kim yardı?»

«–Şu ekmeği veren.»

«–Pekâlâ, ekmeği kim verdi?»

«–Başımı yaran.»

Lutfuna şükür, imtihanına sabır…

Peki; «Ben kazandım!» dersen ne olur?

Kibirlenirsin, bencilleşirsin, cimrileşirsin. Yani bu beşinci madde, diğer maddelerin de sigortası. Bir muhtaç senden yardım istese; “Ben kazandım, o da çalışsın kazansın!” dememelisin.

Servet sahibi olanların hep kulakları çekilmiş; çünkü servet sahibi olmak çok tehlikeli, âdeta bıçak üstünde durur gibi.

Zira nefis; «Sen kazandın!» diyerek seni bencilliğe sürüklemek ister. Servet sahibi olunca insan kendini herkesten üstün görüp, havalara girmeye meyyaldir. İmkânları geniş olduğu için, harcamalarında savurganlık yaparak veya yanlışa saparak da şeytanın tuzağına düşme ihtimali zengin olmayanlardan daha çoktur. Kendini emânetçi bilmezsen bu belâlar, seni ağına düşürür.

Malı ve mülkü Allah’tan bilmezsen; geçmişte beraber olduğun arkadaşlarına, akrabalarına ve fakir-fukarâya tepeden bakarsan; onları yanından uzaklaştırırsın. Zekâtı gasp etmeye ve farzları çiğnemeye başlarsın. Allah muhafaza etsin.

Fakat; «Allah verdi!» dersen; emânet olduğunu hatırlarsın. Geri alabileceğini unutmazsın. Er-geç, yakasız ve cepsiz gömleği, yani kefeni giyerken, yanına hiçbir şey alamayacağını hatırlarsın. Böyle olunca da farzları ihmal etmezsin, zekâtı bol bol edâ edersin, eşe-dosta sahip çıkarsın.

Bu beş vasıf şart. Eğer bu beş vasfa sahip olunursa; insan, zenginliği doğru değerlendirir. Parayı, bir malzeme olarak görür. Aksi hâlde, insan paraya âdeta tapar hâle gelir. Vermesi gerektiğinde, eli varmaz. Paranın kendisini güçlü, huzurlu yaptığını zanneder, parayı kaybedince her şeyinin yok olacağını zanneder.

Arkadaşım Mehmet AYVAZOĞLU anlattı:

Tanıdığı bir iş adamının iş yerine gitmiş. Bakmış ki, işçiler kapıda gösteri yapıyorlar. Bağırıp çağırıyorlar. Yanlarına varmış:

“–Yahu siz bu iş yerinde uzun süre çalıştınız. Bu müessesenin ekmeğini yediniz. Ayıp değil mi, burada küçük düşürücü hareketler yapıyorsunuz?”

İşçiler demiş ki:

“–Abi bir dinle, biz haksız mıyız karar ver. Bizi işten çıkardı, tazminatımızı vermedi. İstedik; «Ne tazminatı?!.» diye kovdu dışarı. Biz hakkımızı istemekte haksız mıyız?”

Bizim arkadaş içeriye girmiş, bu sefer tanıdığı iş adamına çıkışmış:

“–Arkadaşım, ne yapıyorsun? Sen bunların hakkını niye vermiyorsun?”

“–Ne hakkı?”

“–Ne hakkı var mı? Bunlar haklı. İş kanunu var. Sen; haklarını vermezsen, böyle kapında gösteri yaparlar, olmadı mahkemeye verirler, eninde sonunda haklarını alırlar. Sen niye firmanı böyle bir duruma düşürüyorsun? Niye vermiyorsun?”

Adam ne demiş biliyor musunuz?

“–Yahu; «Vermiyorsun!» deme bana. Vermeye elim varmıyor! Al şu kasanın anahtarını, ben de arkamı döneyim, sen kasayı aç da ver.”

Bizim arkadaş, dediği gibi yapmış. İşçiler dağılmış.

Düşünün:

Adam veremediği gibi, verilirken bakamıyor bile!

Bu; paraya, haddinden fazla bir değer vermektir.

Allah korusun, iflâs etti diye intihar edenler, bir miktar para kaybetti diye kimyası bozulanlar, bunlar bu beş ölçüye riâyet etmemekten olur.

Çünkü insanın saâdeti; zenginlikten, paradan, konfordan değil, Allâh’a karşı vazifelerini yerine getirmenin huzurundandır. Muhtaçların duâsındandır. İbâdetin, zekâtın, kimseyi mağdur etmemenin bereketindendir.

Cenâb-ı Allah, dünya hayatını âhiretin tarlası görebilenlerden eylesin. Paraya meftûn eylemesin, parayı bir malzeme olarak kullanabilmeyi müyesser eylesin. Ne verirse hayırlısını versin.

Âmîn…