GELECEĞİMİZİ KARARTAN GÖKDELENLER

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz yıllarda bir mesele gündemimize gelmişti; son zamanlarda hızla yükselen gökdelenler, İstanbul’un silûetini bozuyor, tarihî camilerimizin nakışladığı ufukların güzelliğine gölge düşürüyordu. Ayla AĞABEGÜM ve Belkıs İBRAHİMHAKKIOĞLU ablalarımız; gündeme getirdikleri bu meselenin, muhafazakâr câmiada yeterince ilgi görmemesinden yakınıyordu.

Gerçekten de âhirzaman müslümanları, ne yazık ki; «En önemli meselemiz; ekonomimizin güçlü olmasıdır, kalkınma ve ilerlemenin ne pahasına olursa olsun hız kesmemesi gerekir…» tarzındaki telkinlere inanmışlar, bu sebeple hassasiyet kaybına uğramışlardır.

Hassasiyet kaybı sadece şehrin ufuklarının tarihî eserlerimiz tarafından zarâfetle çizilmesi meselesine dair olsa, belki anlaşılabilir. Ne de olsa ehemmiyetini her seviyeden insanın kavrayamayacağı, hattâ hususî alâka duyanlar hariç, belli bir kültür seviyesine sahip kişilerin bile fark edemeyeceği bir inceliktir bu. Fakat ne yazık ki ülkemizdeki «hızla orta sınıfa geçtiği» söylenen, çoğu mütedeyyin, ikinci kuşak Anadolu göçmeni kitle; çok daha hayata dair ve hattâ hayatî meselelerde de son derece tepkisiz. En başta da evlilik müessesesini tehdit eden değişim ve değişiklikler hususunda…

Gerçekten de son zamanlarda bir kısmı değişen hayat şartları sebebiyle kendiliğinden; bir kısmı ise bazı çevrelerin, toplumu zoraki modernleştirme anlayışına hizmet eden kanunî düzenlemeleri vasıtasıyla, baş döndürücü bir hızla değişim yaşanıyor. Zaten ne zamandan beridir eğitim sistemimiz bu değişimi gerçekleştirmeyi hedefler şekilde düzenleniyordu. Meselâ eğitim sistemimiz; kız ve erkek öğrencilerin, aile ferdi olarak değil, ekonomik özgürlüğe sahip fertler olarak yetişmesini hedefliyor ve ekonomi makinesinin ihtiyaç duyduğu ideal elemanları yetiştirmek adına âdeta «cinsiyetsiz, ekonomik robotlar» üretiyordu.

Belki birçok kişi farkında değil ama eğitim sistemimiz erkek çocukların aleyhine bir düzenleniş biçimine sahip. Dikkat ederseniz, her yıl üniversiteye yerleştirme imtihanlarında kızların başarı seviyesi yükselirken erkeklerinki gözle görülür bir biçimde düşüyor.

Hâlbuki fıtraten erkekler gelişimlerini tamamladıkları zaman, bir kadından % 20 kadar daha büyük beyin kitleleriyle ve yüz binlerce fazla hücre, milyonlarca daha fazla nöron bağlantısıyla daha üstün yetenek ve zekâya sahip olurlar. Bu; tarih boyunca erkekler arasından çok daha fazla dâhî yetişmiş olmasıyla da ispat edilmiş, gereksiz yere tartışılmaması gereken bir gerçektir.

Fakat erkeklerin çocukluktan ergenliğe geçişi ve gelişim hızı kızlardan daha yavaş ve geç gerçekleşir. Bu sebeple çocukların geleceklerinin on dört ve on yedi yaşlarında girilen imtihanlarla belirleniyor olması; erkekler henüz gelişimlerini tamamlamadan, gelişimlerinin zirvesindeki kızların iyi okullara yerleşmesi avantajını sağlamaktadır. Erkek çocukları ise o sırada henüz daha çocuksu, geleceğini düşünecek olgunluktan uzak, oyun ve eğlenceye düşkün bir dönemde olduğu için; -biraz da zamanımızdaki teknolojik oyuncaklar tuzağına daha çok yakalandıklarından- dezavantajlı durumda olmaktadırlar. Ayrıca;

Bu, görünüşte kızlar için bir avantaj gibi görünse de; esasen kadın ve erkeğin birbirinin rakibi değil refîka-i hayâtı, yoldaşı, ortağı olduğu düşünülünce aslında kadınların da aleyhine olmakta. Çünkü kızlar zorlanacakları eğitim programlarına yerleşip, ağır çalışma şartlarında sertleşiyor ve hem mutlu olamıyor hem de hayatının her yönünü doğru düzgün yaşayamıyor. Meselâ evlenmekte tereddüt ediyor, evlense eş ve anne olarak hayatın hakkını veremiyor ve kendisi de koşuşturmaca içinde ne yaşadığını anlamıyor. Hâlbuki kadın fıtratı; inceliklerin farkına varmak, insanî ilişkilerde derinleşmek ve duygularının tadını çıkarmakla hayatı anlamlandırmaya yönelik bir yapıya sahiptir. Kadın beyninde; sözlü ve sözsüz iletişime ayrılmış alan, erkeklerden fazladır. Aile içi ilişkiler ve annelik, kadının asla kayıtsız kalamayacağı bir alandır. Fakat ağır çalışma yükü altındaki kadın, bunları yaşamaktan mahrum kalmakta ve mutlu olmamaktadır.

Hattâ bu yüzdendir ki birçok kız öğrenci; kazandığı fakülteye kayıt yaptırdıktan bir-iki yıl sonra bölümünün onun fıtratına uygun olmadığını görüp yeniden imtihana girmekte veya okulu zoraki bitirse de farklı bir alanda çalışmaktadır. Meselâ; makine mühendisi, bilgisayar tasarımı ve benzeri alanlarda okuyup, tekstil firmalarında çalışan veya iş bulamayıp çalışamayan pek çok kadın ve kız vardır.

Bu sırada aynı kontenjana yerleşse çok daha başarılı olacak, memleketine daha iyi hizmet edecek, ailesine daha iyi bir gelir getirecek olan bir erkek de boşu boşuna mağdur olduğu gibi; o erkeğin hanımı da belki geçim yükünü paylaşmaya kendisini mecbur hissedip, çocuklarını bakıcıya bırakıp çalışmak zorunda kalmaktadır. Yani kadınlara bir faydası olmadığı hâlde; hem kadın, hem erkeğe zararlı ve memleketin eğitim imkânlarının verimsiz kullanılmasına sebep olan bir sistemdir bu. Fakat zoraki kadın-erkek eşitliği anlayışı ve sırf piyasalara kalifiye eleman yetiştirme çabasındaki eğitim sistemi bu verimsizliğin sebebidir.

Henüz eğitim çağında başlayan bu fıtrata aykırı anlayış, daha sonra çalışma şartlarında çok daha fazla kendini göstermektedir. Bilmem farkında mısınız, modern hayat, batılıların «paranın mâbedi» dedikleri gökdelenleriyle camilerimizin tepesine dikilirken; o gökdelenlerin içindeki çalışma ve yaşama şartları ile de mahallelerimizin, evliliklerimizin ve geleceğimizin ufuklarını karartıyor. Çünkü büyük şirketlerin elemanları üzerindeki hesapları ile evlilik kurumunun huzuru bir türlü uzlaşmıyor. Meselâ siz şimdiye kadar hiç, çalışma ortamlarını düzenlerken elemanlar arasında mahremiyet çizgisine riâyet eden bir şirket duydunuz mu? Öyle bir şey yok. Birçok firmada çalışanlar göz göze, diz dize, yan yana ve bu kanıksanmış bir durum.

Düşünün, iyi giyinen, görünümüne özen gösteren, diksiyonu düzgün, eğitim görmüş genç kızlar ve genç erkekler… Çoğu uzun bir süreden beridir ailesinden uzak; üniversite eğitimi için ailesinin yanından bir ayrılmış, ondan sonra hep fert olarak yaşamış, yurtlarda, bekâr evlerinde; din, mâneviyat, örf, âdet nedir bilmeden yetişmiş gençler bunlar. Çoğu bu zamana kadar; okul kantinlerinde, kafelerde karşı cinsle bir arada bulunmuş; kısa süre içinde yuva kurma ümidi olmadığı için ciddiyetsiz, gelip geçici, eğlence amaçlı gönül ilişkileri yaşamış, münasebetlerini bu şekilde kurmaya alışmış. Zaten medya, tabiî zevkleri birtakım mes‘ûliyetlerle eşleştiren geleneklere sırt çevirip, sorumluluk yüklenmeden, peşin ve yüksek seviyede zevk almayı sağlayan modern hayat tarzına ve teknolojik imkânlara yönelmeyi, çağdaşlığın gereği olarak sunmakta.

Şimdi bu şekilde biçimlendirilmiş genç kız ve erkeklerin ciddî, saygın ve sorumluluk getiren evlilik vazifelerinin altına girmeye gönüllü olması beklenir mi? Hele bir de işe girmesi veya işinde terfî etmesi için bekâr kalması daha uygun olacaksa…

İşverenlerin mülâkat sırasında;

“Seyahat engeliniz var mı?” gibi sorular sorarak, alacakları elemanın kısa zaman içinde evlenmesini istemediklerini belli ettiği, elemanlarından daha çok bekâr olanları seçip yurt dışında eğitime gönderdiği ve kariyer bakımından yükselmesine yatırım yaptığı, bir sır değil. Büyük şirketlerin evliliği köstekleyici uygulamaları, bununla da sınırlı değil. Birçok şirket; daha uygun fiyata çalışabileceğini ve daha uysal olacağını öngörerek, aynı işi yapabilecek elemanlardan bayan olanları tercih ediyor. Bilhassa ağır mes‘ûliyet gerektirmeyen, daha çok hizmet yönü ağır basan pozisyonlara… Ancak bu bayan elemanların evli olması hiç mi hiç tercih edilmiyor.

Çünkü evli bayanların; hamilelikten dolayı fizikî görünümlerinin değişmesi, doğum ve süt verme izni talep etmeleri, akıllarının bebeklerinde kalması gibi istenmeyen durumları olabilir. Hem evli bir bayan eleman; akşamları geç saatlere kadar çalışamaz, yemekli toplantılara, iş gezilerine katılamaz. Kılık kıyafet bakımından da kendini kısıtlayabilir, şirketin modern imajını temsil edecek şekilde (!) bedenini teşhir etmekten kaçınabilir.

Üstelik büyük şirketlerin çoğu; elemanlarının evlilik huzuruna zarar verecek şekilde onları sık sık kadın-erkek karışık bir şekilde yemekli toplantılara, kutlamalara, hizmet içi eğitim bahanesiyle lüks otellere, tatillere götürürken -bu sırada- elemanlar arasında evlilikte sadâkati yok eden münasebetlere de hiç aldırış etmiyor.

Kısacası para kazanmaktan başka hiçbir gayesi olmayan büyük sermaye sahiplerinin; yuvaların saâdeti, evlilik kurumunun geleceği, nüfus yaşlanması ve çalışanların iki dünya saâdeti gibi meseleler hususunda hiçbir hassasiyeti yok. Mevcut kanunî düzenlemeler de onların aile hayatını dinamitleyen bu uygulamalarına karşı yeterli önlem almıyor; aksine bu olup bitene dayanamayan bir koca, meselâ hanımına biraz sesini yükseltecek ve birtakım kurallar koyacak olsa; «aile içi sözlü şiddet, baskı, özgürlüğü kısıtlama…» kapsamında, ailenin yıkımına kapı aralanıyor. Sözün özü; taşlar bağlanmış, köpekler salıverilmiş.

Artık yılda beş yüz bin evliliğe mukabil, yüz bin boşanma ile boşanma oranlarının hızla Avrupa ortalaması seviyesine tırmanması, şaşırtıcı geliyor mu?

Bazı kesimler nasıl oluyor da hâlâ;

“Hayat tarzımız tehlike altında. Adım adım şerîatı getiriyorlar!..” vs. diyerek çığırtkanlık yapıyor anlaşılır gibi değil. Daha da anlaşılmaz olanıysa; sanki memleketin gidişâtı güllük gülistanlıkmış, hiç problem yokmuş gibi rehâvet içinde;

“Ne olmuş birkaç ağaç kestilerse canım…” diyen muhafazakâr kitle…

Hâlbuki asıl bizi ayağa kaldırması gereken meseleler var. Emniyetteki resmî verilere göre yılda binden fazla çocuk evden kaçıyor veya kayboluyor. Aile çatırdadıkça enkaz altından çığlıklar yükseliyor. Ne zamana kadar, bunları kalkınmanın bedeli sayıp susmaya devam edeceğiz?

Hâlbuki kalkınmak için böyle ölçüsüzce ve usulsüzce modernleşmeye hiç de muhtaç değiliz. Aksine eğer istersek, ısrarla talep eder ve kanunî yaptırımlarla mecbur edersek çalışma mekânlarının inanç ve hassasiyetlerimize göre ve aileyi koruyacak şekilde düzenlenmesini sağlayabiliriz. Nasıl ki talep olunca tesettür kıyafetleri, alternatif tatil mekânları ve hattâ eğlence mekânları bile hizmete sunuluyor; elbette çalışma şartları da oluşturulabilir. Elbette bu hususta tercih yapma yükünü, bir işe girmek için her türlü tavizi vermeye müsait durumdaki gençlerin omuzuna yükleyemeyiz, başka türlü yaptırımlarla sermaye sahiplerini buna mecbur etmenin yollarını aramak zorundayız.

Şimdiye kadar muhafazakâr kesimi en fazla oyalayan; ailevî düzenimizi kendi çabamızla sürdürebileceğimiz, modernizm bizi her yönden kuşatsa da örfî değerlerimizle içtimâî yapımızı ayakta tutabileceğimizi zannetmemiz idi. Ama artık görüyoruz ki yeni yetişen nesil, bir önceki neslin hayat tarzını sürdürebileceğini düşünmüyor. Annesi reçel, turşu yaparak, dikiş dikerek ev ekonomisine katkıda bulunmuş olabilir; ama kızı, bu yöntemlerle her geçen gün çeşitlenen ve kabaran faturaların ödenemeyeceğini düşünüyor.

Toplumun gidişâtını doğru okuyup, gerekli tedbirleri zamanında geliştirmemizin zamanı geldi geçiyor. Dünya, kendi kısıtlı çevremizden ibaret değil; gelir dağılımı adâletsizliğinin de etkisiyle gecekondu mahallelerinden, küçük şehir ve köylerden yüz binlerce kız evlâdımız büyük bir hızla şehirlere akıyor. Şehirleri düzenlemekte geç kalırsak; semâlara ve semâvî olan her şeye meydan okuyan pervâsız gökdelenler; onları göz göre göre öğütecek, ekonomi canavarına yem yapacak. Çok yönlü düşünmek ve çeşitli tedbirleri bir arada devreye sokmak zorundayız.