ORUÇ; HAKK’A YAKINLIK TÂLİMİ

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İnsanlık tarihi;

Hakk’a yakınlık içinde yaşanıldığı demlerde dünyevî ve uhrevî huzura ulaşmıştır. O yakınlıkta, adâlet, merhamet, insaniyet ve sükûnet tecellîleri hâkim olmuştur.

Fakat Hak’tan uzaklaşıldığı her hengâmda;

Sadece kargaşa, zulüm, felâket ve âfetler insanlığı harap ve perişan etmiştir. Hak’tan o uzaklıkta her türlü huzursuzluk ve ıstırap, dertler ve çileler patlak göstermiştir.

Bunun için;

Kullarını her yönüyle bilen Hazret-i Allâh’ın; onlara, hayatı en güzel şekilde değerlendirebilmeleri için emrettiği kutsî vazifeler ve ilâhî terbiye çok mühimdir. Çünkü Hakk’a yapılacak kulluğun ve ibâdetlerin özünde, insan hayatına çare olacak büyük faydalar vardır. Yani yüce Mevlâ, kendi zâtına karşı insanoğlunun mes’ûliyetlerini ve tâatlerini bile yine insanlığa yarayacak sayısız istifadelerle donatmıştır.

Bir bakıma;

Cenâb-ı Hak; emrettiği ibâdetlerle de, insanları, ancak kendisine yakınlıkta gerçekleşen beşerî saâdet, kurtuluş ve huzura yönlendirmiştir.

Meselâ oruç.

Bu mevzuda en güzel örneklerden biridir.

Çünkü oruç, bir tedavidir. Her şeyi keyfince yapmaktan vazgeçip de huzura götüren bir iradeye sahip oluştur.

O, sadece bir açlık değildir.

Her yönüyle Hakk’a yakınlık tâlimidir. Kulları gafletten kurtaracak bir yakınlık tâlimi. Düşmanlıkları kardeşliğe dönüştürecek, açın hâlinden anlamayı sağlayacak, paylaşma ve kaynaşmayı temin edecek bir yakınlık tâlimidir oruç. Sadece kendini düşünmemeyi öğreten, fedâkârlığı ve diğergâmlığı öne çıkaran bir yakınlık tâlimi. Dünyadan vazgeçmeyi ve sonsuz mükâfata ulaşmayı tattıran bir yakınlık tâlimidir oruç.

Bunun için; onun özü, sabır ve irade eğitimi ile doludur. Bedenî ve rûhî infialleri, sabrın yüceliğinde eğiten bir tâlimdir o. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Oruç, sabrın yarısıdır.” (Tirmizî, Deavât, 86)

Sabır nedir?

Yine Peygamber Efendimiz’in ifadesiyle;

“Sabır ziyâdır / ışıktır.” (Müslim, Tahâret, 1)

Işıksız hayat verimli bir şekilde yaşanabilir mi? Ne gündüz ne gece hiçbir ışık olmasa, insanlar ne yapabilirler? Hiçbir şey. İşte hayatta sabır olmazsa, yaşayışların verimliliği de aynı tıkanıklığa dûçâr olur. İllâ sabır şart. Sabır için de oruç zarûrî.

Demek ki;

Oruçta açlığın ötesinde hakikatler var.

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Nice oruç tutanlar vardır ki, tuttukları oruçtan onlara kalan sadece açlık ve susuzluktur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 373) buyurması da, bu sebeple.

Hazret-i Mevlânâ bu gerçeğe şöyle dikkat çeker:

“Ey gönül! «Ben iyi işler işledim. Namaz kıldım, oruç tuttum, kulluk ettim.» deme. Bu yapılanlardan elde edileni göster!”

Mesele;

Elde edilmesi gerekenler.

Yani;

Hakk’a yakınlığın tahakkuk etmesi.

O yakınlıktaki adâlet, merhamet ve huzurun; gönüllere, iklimlere, memleketlere, kısacası dünyaya ve âhirete yansıması. Bütün mânâsıyla yansıması.

İslâm tarihi, bu yönde yansımalar itibarıyla hikmetler ve ibretler sergisidir.

Asr-ı saâdet, özellikle en güzel örneklerle doludur. Çünkü o muhteşem asır;

Bizzat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tesis ettiği, insanlık için emsalsiz bir şeref levhasıdır. Fazîletler medeniyetinin temel halkasıdır. Hakk’a yakınlığın en zirvede yaşandığı müstesnâ bir devirdir.

O devri en güzel anlatan bir örnek olarak İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- bir gün tâbiînden dostlarına dedi ki:

“–Sizler Rasûlullâh’ın ashâbından daha çok oruç tutuyor, namaz kılıyor ve sâlih amellere gayret ediyorsunuz. Ancak onlar sizden daha hayırlıydı.”

Sordular:

“–Bu nasıl olur?”

Şöyle açıkladı:

“–Onlar dünyaya karşı sizden çok daha zâhid, âhirete de sizden daha çok rağbetli idiler.” (Hâkim, Müstedrek, 4/135)

O devirde gönüller, cennet yolcuğunda ebedî gayelere ve sonsuz mükâfatlara nâil oldular. Her bakımdan dünya, emsalsiz âbide şahsiyetlere şahitlik etti.

Sonra aynı özellikler içinde hulefâ-i râşidîn devri başladı. İnsanlığın yıldızları mesâbesindeki o nurlu sîmâlar, bin bir fazîlet nümûneleri sergilediler. Hazret-i Ömer, halîfe olarak seçilmişti. Sordu:

“‒Ey insanlar! Eğer doğru yol ve adâlet hususunda eğrilirsem, ne yaparsınız?”

Kalabalık içinden güçlü bir ses yükseldi:

“‒O zaman seni kılıçlarımızla doğrulturuz yâ Ömer!”

Âdil halîfe, bu cevaba şükretti:

“‒Çok şükür! Eğrildiğim takdirde beni kılıçlarıyla düzeltecek yakınlarım var!”

Hazineleri dopdolu bir halîfe olmasına rağmen geçim sıkıntısı içinde yaşadı. Sahâbe-i kirâmın önde gelenleri; onun kızı ve Hazret-i Peygamber’in de zevcesi olan Hazret-i Hafsâ Annemiz’i aracı yaptılar. Halîfenin aldığı maaşın hiç olmazsa rahat geçinebileceği miktarda olmasını söylemesini istediler. Hazret-i Hafsa, bunu babasına bildirdi. Ancak Hazret-i Ömer sordu:

“‒Bana söyler misin, Hazret-i Peygamber’in yeme ve içmede hâli nasıldı?”

“‒Yaşayabilecek kadardı!”

“‒Bilesin ki, işte bu hâl üzere O, makamına vardı. Dostu Ebûbekir de aynı yolda O’na kavuştu. Şimdi onların üçüncüsü olan benim de niyetim bu. Eğer sırtımda ağır bir yükle gidersem, onlara nasıl ulaşırım?”

O, ömrü boyunca işte bu şuur ve zühd içinde yaşadı. Yığın yığın hazineler karşısında fakrı seçti. Tevâzu ve yokluk içinde muazzam bir saltanata nâil oldu. Dünyadan da borçlu olarak göçtü.

Bu hâli, büyük fetihlerin muvaffakıyet karakteri oldu. Sayısız zaferler kazanıldı. Efsane bir adâlete şahit olundu. Merhamet ve şefkat destanları yazıldı.

Tüm râşid halîfeler, Hazret-i Ali’nin;

“Eğrinin gölgesi de eğri olur.” ifadesinde mânâsını bulan hassas bir terazi ile dosdoğru bir hayatın rehberleri oldular.

Konuşarak değil, yaşayarak dünya ve âhiret kılavuzluğu yaptılar.

Hepsinin yaşayışı ve Hakk’a yakınlığı bambaşkaydı:

Hazret-i Ali’nin ayağına mızrak saplanmıştı. Vücudunun sert oluşundan ötürü çıkaramadılar. Zorlamak da hayli acı veriyordu. Bunun üzerine o Allah arslanı dedi ki:

“‒Böyle olmayacak; mızrağı, ben namaz kılarken çıkarın!”

Öyle yapıldı. Mızrak, o çelik bedenden kolayca çıktı. Çünkü mübârek vücut, namaz esnasında yumuşacık bir mum gibi olmuştu. Ne zorluk, ne acı. Selâmdan sonra Hazret-i Ali sordu:

“‒Tamam mı?”

“‒Evet yâ Ali! Mızrak çıkarıldı.”

Allâh’ın arslanı, hiçbir şey hissetmemişti.

İşte Hakk’a yakınlık hâli!

Bu hâlin sahipleri ne muhteşem insanlardı! Onların devirleri de ne muazzamdı!

Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;

“Benden sonra nübüvvete lâyık gerçek ve kâmil hilâfet, otuz senedir…” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4646; Ahmed, V, 50, 220, 221) buyurduğu üzere Hazret-i Hasan’dan sonra râşid halîfeler devri de bitti.

Ardından;

Saltanatlar dönemi başladı. Önce Emevîler, sonra Abbâsîler İslâm’a hizmet bayrağını ellerine aldılar. Ancak her iki dönemde de hem müsbet/olumlu hem de menfî/olumsuz örnekler tecellî etti. Hakk’a yakınlık içinde yaşanılıp yaşanılmamasına göre gerçekleşen bu tecellîler, tarihî yolculuğun gidiş yönlerini oluşturdu.

92 sene hükümran olan Emevîler devrinde; Hazret-i Peygamber’in mübârek torunu Hazret-i Hüseyin’i hunharca şehid eden idareciler ve ehl-i beyte hürmetsiz yöneticiler de geldiği gibi, Ömer bin Abdülaziz gibi merhamet ve adâlette âbide, takvâ ve kullukta muhteşem şahsiyetler de geldi.

Ömer bin Abdülaziz halîfe olduğunda dağdaki çobanlar bile gerçeği tahmin etti:

“‒Herhâlde devletin başına sâlih bir kimse geçti.”

Soruldu:

“‒Nereden bildiniz?”

Dediler ki:

“‒Kurtlar ve kuzular yan yana!”

Fıtrîdir;

Halk, daima meliklerinin hâline göre şekillenir, öyle de şekillenmiştir. Ömer bin Abdülaziz gibi takvâ sahibi hükümdarlar başa geçtiğinde hayatın merkezine daima takvâ ve âhiret hazırlığı yerleşti. Fakat maddeye ve lükse revaç veren melikler zamanında halk, dünyevîleşti, sefahat ve gaflete daldı. Harem hayatını önce çıkaran melikler devrinde de ahali nefsânî duygulara kendini kaptırdı. Cihad ve fethe sarılan hükümdarlar zamanlarında da toplum, hidâyet sancaklarını kıt’a kıt’a dalgalandırdı.

Ta Endülüs’e, Pirene Dağları’na kadar gidildi. Muazzam bir Endülüs medeniyeti meydana geldi. Sonra menfaatler ve dünyevîleşme devreye girince ve nefsâniyet ağır basınca, koskoca medeniyet aşîretlere bölündü. 300 senelik bir tarih, hıristiyanların acımasız soykırımlarına mağlûp düştü, târumâr oldu.

Abbâsîler ise, rüya gibi bir Bağdat medeniyeti meydana getirdiler. O medeniyet de, Hakk’a yakınlık içinde olduğu demlerde fetih sancaklarını dört bir yana ulaştıran bir istikamette devam etti. Hak’tan uzak kaldığı zaman zayıfladı, fânîliğe yenik düştü ve 300 senelik bir ömürden sonra o da bitti.

Ardından Büyük Selçuklu geldi. Sultan Alparslan, Anadolu kapılarını açtı. Malazgirt Muharebesi’nde bembeyaz elbiselere bürünmüş;

“‒Bu benim kefenimdir!” diyerek şöhrete değil şehidliğe talip olmuştu.

Ordusuna hitabı da bu şuurun izahıydı:

“‒Ya şehid olurum, ya muzaffer! Her ikisi de beni cennete ulaştırır. Ardımca gelmek isteyenler, gelsin! İstemeyen, geri dönsün! Bugün emreden ve emredilen yok. Ben de sizler gibiyim. Gazâmız birliktedir. Ardımca gelip sağ kalanlar gazi, can verenler şehid olacaktır. Geri dönenlerin nasibi ise, dünyada rezillik, âhirette ateştir.”

Büyük Selçuklu, Hakk’a bu yakınlık ölçüleri içinde iki asır devam etti. Sonra o da uzak düşmenin ibretli neticeleri içinde parçalandı.

Bunun üzerine Anadolu Selçuklu devri başladı. Sonunda o da beyliklere bölündü ve tarih sahnesinden çekildi.

Ondan sonra i‘lâ-yı kelimetullah yolunda hizmet bayrağını Osmanlı devraldı.

Anadolu beyliklerinin en küçüğü idi. Fakat gayesi, istikameti ve ufku itibarıyla yani Hakk’a yakınlık, mânâ ve mahiyet itibarıyla beyliklerin en büyüğü idi. Ulemâ ve sulehâ orada toplandı. Anadolu’nun gönül erleri ve erenleri, kafileler hâlinde diğer beylikleri terk edip Osmanlı aşîretine katıldı. Çünkü Osmanlı; diğer beyliklerle çekişmiyordu, ertişmiyordu, daima kardeşlik ekseni içinde koşturuyordu. Nitekim hiçbir şekilde Selçuklu’ya sırt dönmedi, onun devamı olarak hareket etti ve yönü daima i‘lâ-yı kelimetullah gayesi çerçevesinde büyük fetihlere münhasır oldu.

Böylece;

Sâlih bir toplum meydana getirdi. Çünkü Edebâlî silsilesinin rehberliğinde yürüdü. Edebâlî Hazretleri’nin Osman Gazi’ye ve onun şahsında bütün devlet adamlarına öz olarak yaptığı tarihî nasihatler, her sultana düstur oldu, yol ve yön gösterdi. Fâtihan bir öz oluşturdu. İşte o özden söze yansıyan ifadeler:

Beysin oğul! İmdi, kulak ver bana;
Artık öfke bize, uysallık sana!
Artık sancı senin, şifâlar bizim,
Çileler de senin, safâlar bizim.
Artık endişeler, üstünde çadır,
Uyku bize helâl, sana haramdır!

Biz bölebiliriz, kin-künde ile,
Sen bütünlemeye mecbursun ille.
Bizim hakkımızdır çektirmek zahmet,
Seninse vazifen, yalnız merhamet.
Meyve vermek sana, taş atmak bize,
Tatlı bakış sana, kaş çatmak bize!

Oğul! Kavga bizim, adâlet senin,
Geçimsizlik bizim, metânet senin!
Susmak senin işin, söyleniriz biz,
Gönül alacaksın, güceniriz biz!
Şom ağız bize has; sana pay, sabır;
Bizden dert akacak, senden hâl-hatır!
Ateş olmak bize, kül olmak sana,
Sivri yorum bize, gül olmak sana!

Bir kuyumcudan ki hassas olman şart,
Bizleri de, kendini de doğru tart!
Sen hoş göreceksin, kem görsek de biz,
Sende doğrulacak eğrilerimiz.
Baş olmak bu: Ayaklara hasır ol,
Her seferde son sefere hazır ol!
Çer-çöp karıştırma gönül çapına,
Benlik ve gururu sokma kapına!
İşte şiar: Senden bilme, sen başar;
Şânın, sana değil, bize iftihar!.
Oğul! Hiçlik sana, şımarmak bize,
Hizmetkârlık sana, iş sarmak bize…

Düşme sakın bunda ümitsizliğe,
Her öğüt merdiven, gerçek birliğe!
O birlik, dirliktir; yap vazifeni,
Öncü yaşa, çünkü sen beysin… Yani;
Sen senin değilsin bugünden sonra,
Uğrunda cennetin, ey oğul, zira;
Bir gömlek giydin ki, onda her ateş,
Bu yükten kaçmak mı, bin beter ateş!
Kölelikten zor bu, saltanat sanma,
Sultan değil kul ol, vâh ile yanma!
Oğul! Yükün ağır, işin de çetin,
Gücün kıla bağlı, Hak yardım etsin!

Gazilerde kılıç, dervişte duâ,
Bir olunca, sonsuz ışıldar şuâ.
Bizdeki fikirle sizdeki gayret,
El ele tutunsun, yükselir devlet.
Bu şekilde beraberce biz yine,
Yollar açmalıyız va‘dedilene!
Temizlemeliyiz tıkanıklığı,
Derin etmeliyiz gönülde sığı.

Oğul! Kuvvetini kullanmayı bil,
Yoksa ters rüzgârda olursun sefil.
Kaynaştırma öfke ile nefsini,
Aklını yenmesin şeytanın kini.
Her dem iradeli, sebatkâr yaşa,
Yumuşak ol, fakat söz geçir taşa!
Bey dediğin kişi, hatırlı olur,
Telâşsız, vakarlı, sabırlı olur.
Sabret; çiçek, açmaz vaktinden önce,
Armut, bağra batar hamken yenince.
Kalemsiz kılıç da ham armut gibi,
Tâ bağra saplanır, yoktur tabîbi.
Kendi irfanında yaşasın millet,
Sırt çevirme ona, tâc olur izzet.
O irfan ki, halkı yükselten şuur,
Yöneten de, diri tutan da odur.

Oğul! Sabah doğup akşam ölen çok,
Dünya; büyük değil, avuç kadar yok!
Hiç fethedilmemiş sırlar var ancak,
Fazîletin ve adlinle doğacak!
Ananı say, atanı say, hürmet et,
Büyüklerle beraberdir bereket.
Kaybedersen inancını dünyada,
Yemyeşilken çöl olursun gayyâda.
Her söze alınma, açık sözlü ol,
Bildim, gördüm deme, sen hayırla dol.
Sevildiğin yerde gönül bıktırma,
Hür itibarını yere yıktırma!

Unutma, makamı yüksek kimseler,
Alçak kadar emniyette değiller.
Haklı isen, korkma mücadeleden,
Hakk’a sadâkatle yükseldi deden.
İyi ata doru derler, tam sına,
Deli denir yiğitlerin hasına.
Nefsini tanımak, en büyük zafer,
Kendini düşman bil, bu sana yeter!

Oğul! Oturanlar, zor kalkar safa,
Kalkmayan uyuşur, başlar boş lâfa.
Lâf dedikoduya döner, kin doğar,
Dost, düşman görünür; düşman, canavar!

Oğul! Hayvan ölür, kalır semeri,

İnsandan kalan da, ancak eseri…
Giden gitti, ağla bırakmayana,
Bırakana yâr ol, devamdan yana.
Bu güç biter; kişi, bilgiyle yaşar,
İlmi yaşayan kul, ölümü aşar!

Şahlan oğul! Korkanadır yalnızlık,
İş bilene, yerden göğe baht açık!

Bizim dâvâmızın esası, sevgi,
Sessizlikte saklı onun mihengi.
Sevmek nasıl olur, bunu doğru sez;
Bağırarak, görünerek sevilmez!
Sevenler görünür ancak her yerde,
O sessiz sevenler, dedirmez nerde!

Oğul! Geçmişini bilmeyen cahil,
Geleceği bilmez, yok ona sebil.
Geçmişi bil, geleceğe sağlam bas;
Sonsuzluk tahtında, Arş’a kılıç as!
Nerden geldin unutma ki bu yere,
Tâ unutmayasın gidişin nere! (Seyrî)

Bu nasihatler, her devirde geçerli. Bilhassa günümüzün patlak veren problemlerini çözmede çok lüzumlu.

Çünkü Osmanlı; Edebâlî Hazretleri’nin mânevî mimarlığında, bu özün ekseninde güçlendi. Edebâlî silsilesinin mayaladığı bu yüce öz, Kur’ân’a hürmetle taçlandı. Kıt’aları gölgesine alan bir çınara dönüştü. Peygamber müjdesine mazhariyetle dolu büyük fetihlerin gayeleriyle bütün cihanı kucakladı. Ve;

Buna rehberlik eden Edebâlî silsilesinin gönül dergâhında Osmanlı, büyüdü, büyüdü ve 24 milyon kilometrekarelik bir coğrafyaya sahip oldu.

Daha ilk 150 senesi içinde gerçekleştirdiği İstanbul fethiyle, çağ kapatıp çağ açtı. Feth-i Mübîn müjdesine erişti. İstanbul; Akşemseddinlerle, Şeyh Ebû Vefâlarla ve Ali Kuşçularla hem yerlere hem göklere, hem dünyaya hem âhirete münhasır engin bir ilmin ve irfanın da pâyitahtı hâline geldi.

Fetihten sonra da;

II. Bâyezid, büyük medeniyet hamleleri yaptı. Her sahada farklı farklı fetihler gerçekleştirdi. İlimde, sanatta, mimarîde. Şeyh Hamdullah, hat sanatında çığır açtı. Mimar Sinanları yetiştirecek güçlü temeller atıldı.

Bu ihtişamla, asırlarca, bütün dünyaya şefkat, adâlet, merhamet ve medeniyet tevzî edildi.

Taa, Lâle Devri’ne kadar.

Ne yazık ki, o devir atmosferinde ve sonrasında, her şey gitgide altüst olmaya başladı.

Ten plânında nefsâniyet merkezli bir yaşayış beyinlere çöreklendi. Batının batık zehri damarlara zerk edildi. Büyük idealler, küçüldü. O küçük idealler de, eldeki geniş toprakları ve muazzam medeniyeti muhafazada kifâyetsiz kaldı. Koca koca memleketler kaybedildi. Hakkı Paşa, Trablusgarb’ı oynadığı briç oyununa fedâ etti. Nice şühedâ ve gazi kanlarıyla vatan yapılan topraklar, batıda yetişmiş; sadece içe karşı hürriyet çığırtkanlığı yapıp, dışa karşı ise köleliği seçen tipler tarafından tek kurşun bile atılmadan düşmanın kirli ayaklarına teslim edildi. Çünkü;

“Nefsini temizleyen kurtuluşa ermiştir!” (eş-Şems, 9) âyeti unutuldu.

Tezkiye azaldı:

“(Ey Allâh’ım!) Ancak Sana kulluk ederiz ve ancak Senden yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 5) âyeti yaşanmaz oldu.

Devâsâ güç ve kuvvet zayıfladı. Gönüller, Tanzimat yıllarının çıkmaz sokaklarında tıkandı. Bozulan devlet ricâli, toplumun temel unsurlarını da bozacak şekilde ciddî yanlışlara saplandı. Madde ve mânâ birbirinden koparıldı. Fen ve din arasına uçurumlar yerleştirildi. İntihardan beter mânevî yıkımlara ve ahlâkî çöküşe imzalar atıldı. Modern kölelik, hürriyet ve özgürlük adıyla genç ve toy idrakleri esir etti ve memleket harabeye döndü.

O kafada yetişenler; problemleri çözemedi, kötü gidişâta çare olamadı. II. Abdülhamid Han gibi dirâyetli ve kıymetli ulu bir hakanın gelişi de, epey canlanmalar meydana getirdiyse de yetişmiş adam cihetiyle gerekli desteği bulamadı. Âlî Paşalar, Fuad Paşalar gibi çapsız ve gafil zihniyetler arasında vazifeleri tahterevalli tarzında sürdürmek, iyice yıprattı.

Ârızalar, halka sirâyet etti. Bozulma yaygınlaştı. Avrupaî garip alışkanlıklar, tuhaf özentiler, bitmeyecek bir öz hazineye gözü kapatıp da ezelî düşmanların dilencisi olarak yaşamak, bir maharet sayıldı. Dostlara hâkim bir zalim, düşmanlara mahkûm bir zebun olmanın yarışı başlatıldı. Şerefli bir mâzî reddedildi. Îmanlar, ilimler, kitaplar ve insanlar perişan edildi. Gönüller yıkıldı, ruhlar ezildi. Keskin virajlara girildi. O virajlarda neler uçuruma yuvarlanmadı ki!

Yetmedi; yeni dönemeçler eklendi. Tuhaf eylüller müthiş yaprak dökümleri yaşattı. Garip şubatlar, buz gibi kışlar yaşattı, dondurdu, mahvetti.

Fakat Hazret-i Allah buyuruyordu ki:

“…Biz günleri sırayla devrederiz…” (Âl-i İmrân, 140)

Öyle oldu. Eylüllü ve şubatlı günler, nisanlı günlere devroldu. Bahçeler tekrar güllerle şenlenmeye başladı. Hakikat çiçekleri açtı. Bülbüller yine Hakk’ı şakımaya başladı.

Kader değişti. Kötü günlere sabır ve mukavemet, güzel günler getirdi. Soğuğun yaptığı zulme ve şerre karşı vakarlı duruş, hayrın ve bereketin yolunu açmıştı. Zirvelerin yolu göründü. Eğitim toparlandı, sanat toparlandı. İktisat hayli güçlendi.

Fakat varlık, bugün insanları israf ekonomisine sürükledi. Olmayacak yanlışlıklar çeşitli tevillerle hayatın içine sızar hâle geldi. Şimdi oruç vesilesiyle tekrar uyanmalı;

Yoksa mânevî ârızalar, toplumu kemalden zevâle götürür. Uyanmalı: Nimetlerin kadri doğru bilinmeli ve yerli yerince kullanılmalı. Âyet açık:

“O gün, yararlandığınız bütün nimetlerden elbette hesaba çekileceksiniz!” (et-Tekâsür, 8)

Bu yönde imtihan her şartta mevcut. Kötü zamanlarda da iyi zamanlarda da. Kazanabilmek için ise, şerlerin azalması ve kötülüklerin de yok olması gerek.

Yapılacak iş; fertlerin kendileri ikmal etmesi. Dünyevîleşme duygularının uhrevî duygulara dönüşmesi. Allâh’a yakınlığı zedeleyecek gafletlerden uzak durulması.

Aksi hâlde problemler devam edip gider. Biri çözülmeden diğeri patlak verir. Tıpkı yakın tarihte olduğu gibi. Nice gençler, Hakk’a ve hakikate uzaklığın pençesinde perişan olur. Mehmed Âkif’in onlarca sene önce şahid olup da kaleme aldığı şu mânidar ifadelerin muhataplarına, o günden bugüne acaba ne kadar mesafe aldırılabildi?

Yola gelmez şehirin soysuzu, yoktur kolayı,
Yanılıp hoşbeş eden oldu mu, tınmaz da ayı;
Bir bakar insana yan yan ki, yuz olmuş manda,
Canı yandıkça, döner öyle bakar nalbanda.
Bir selâm ver be herif! Ağzın aşınmaz ya… Hayır,
Ne bilir vermeyi hayvan, ne de sen versen alır.
Yağlı yer, çeşmeye gitmez; su döker, el yıkamaz;
Hele tırnakları bir kazma ki insan bakamaz.
Kafa orman gibi, lâkin, o bıyık hep budanır;
Ne ayıptır desen anlar, ne tükürsen utanır.
Tertemiz yerlere kipkirli fotinlerle dalar;
Kaldırımdan daha berbâd olur artık odalar;
Hiç ayık gezdiği olmaz ya bizim farmasonun…
İçki yüzler suyu, ahlâkını bir bilsen onun!
İlmi yuttursa, hayır yok bu musîbetlerden…

Fakat hayır gerekli.

Toplum huzuru için gerekli. Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve rahmet tecellîleri için hayır gerekli.

Nasıl olur bu?

Yaratılanlar, Yaratan’a, yani Hakk’a yakınlık tâlimine girerse olur. O zaman hak ve hakikat, en tabiî eksenini bulur.

Öyleyse;

Öncelikle dünyevîleşmenin pençesinden kurtulmak lâzım. Ahlâkî yapının güçlenmesi şart. Helâl ve haram duygularının da yıkılmayacak seviyede güçlü olması gerek. Hele israf ekonomisine asla mağlûp olmamalı. İki dünyanın da hesabına çeki düzen verilmeli.

Mutlaka mü’min nesiller; îman, irfan ve olgunluk bakımından güçlü ve şahsiyetli yetişmeli. Kur’ân ve Sünnet terbiyesinde kimliğine kavuşmalı. Peygamber edebiyle donanmalı.

Günümüzdeki her sancı;

İşte bu şifâları ve tedavileri hatırlatıyor aslında. Her şey, doğru okunduğunda toparlanmaya vesile. En ağır problemler bile güçlü çözümlerin doğum sancısı ve iradesi.

Malûm; sancı her zaman kendini gösterir. Maksat, onu hayırlı doğumlara dönüştürmek.

Hazret-i Peygamber, mücadele hâlinde olduğu Benî Nadîr’in Büveyre denilen yerdeki hurmalıklarının zaruret dolayısıyla kesilmesini emretmişti. Ağaçların kimisi kesiliyor, kimisi kesilmiyordu. Bunun üzerine kâfirler;

“‒Yâ Muhammed! Sen bizi yerde fesat çıkarmaktan men ediyorsun. Şimdi bu hurma ağaçlarını kesmek de ne oluyor?” dediler.

Bu hâdise, müslümanlardan bazılarının da içini gıcıklamıştı. O sıra şu âyet nâzil oldu:

“Herhangi bir hurma ağacı kestinizse yahut kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa, hepsi Allâh’ın izniyledir. Bu izin de, yoldan çıkanları rezilliğe uğratmak içindir.” (el-Haşr, 5)

Burada izin kelimesi, gerekli teraziyi ifadeye kâfîdir. O teraziyi asıl elinde tutan Hazret-i Peygamber çünkü;

“Kıyâmet koparken bile elindeki fidanı dik!” emrini vermekte.

Demek ki rastgele bir keyfîlik olmaz. Olursa, tefrika çıkar. Tefrika ise, düşmana hizmettir. Âkif ne güzel söyler:

Girmeden tefrika bir millete düşman giremez,
Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez!

Gönüller nasıl toplu vuracak?

Hep beraber Allâh’ın ipine sımsıkı sarılmakla. Çünkü bu, en ağır düşmanlıkları bile dostluğa ve kardeşliğe dönüştüren bir yöneliştir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın, ayrılığa düşmeyin. Allâh’ın size olan şu nimetini de hatırlayın: Siz birbirinize düşman idiniz, ancak O, kalplerinizi kaynaştırdı ve O’nun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Siz (âdeta) bir ateş çukurunun kenarında idiniz, (fakat Allah) sizi oradan kurtardı. Hidâyete/doğru yola eresiniz diye Allah, âyetlerini size işte bu şekilde açıklıyor.” (Âl-i İmrân, 103)

Her insan için doğru yol?

Hakk’ın ipine sımsıkı sarılmak. Yani Hakk’a yakınlık.

İşte orucun tâlim ettiği gerçek!

Şimdi böyle bir oruç mevsimi. Gönüllerin daha farklı bir mânâ ile uyanma iklimi. Dirilme ve kendimize gelme fırsatı.

Oruç ayında;

İbâdetlerimiz, tâatlerimiz, ahlâkî vasıflarımız daha da zirveleşecek ki; Cenâb-ı Hak hem günahlardan bizleri arındıracak, hem de rahmet tecellîlerine nâil eyleyecek.

Velhâsıl bu oruç mevsiminde;

Zaman; Hak’tan uzaklıklar içinde çalkantı, dağılma ve yakıp yıkma zamanı değil, bilâkis Hakk’a yakınlıklar içinde sükûnet, toparlanma, îmar ve inşa etme zamanıdır.

Unutmamalı: Bir şey yiyip içince bedenin tuttuğu oruç nasıl bozuluyorsa, aynı şekilde toplumların huzuru ve gönüllerin Hakk’a yakınlığı da insanların birbirlerini yemeleri sebebiyle bozulur.

Ne mutlu, her iki mânâda oruçlarını bozmadan tutabilenlere!

Yeniden tarihî inkişaf, altınla yazılan sayfalar, mütevâzı ihtişam ve fetihler buna bağlı. Yeniden asr-ı saâdet gibi bereketli bir hayat buna bağlı. Kardeşlik, şefkat ve merhametin galibiyeti buna bağlı. Kısaca; ebedî kurtuluş da buna bağlı.

Ne mutlu gerçekleştirebilenlere!