EY İNSAN! AYNADAKİ SON NAKŞA BAK!

YAZAR : Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

“Ey insan! Aynadaki son nakşa bak! Bir güzelin ihtiyarladığındaki hâlini ve bir binanın günün birinde harabe hâline geleceğini düşün (ve kendini geçmişinle bugününü tefekkür ile seyret) de aynadaki yalana aldanma…” (Hazret-i Mevlânâ)

Geçmişimizle bugünümüzü tefekkür etmeye başladığımızda, nefsimizi eğitmenin birinci adımını atmış oluruz. İlk adımda irademizi eğitmek için örneklerimiz olmalı. Örneklerin ışığında kendi hayatımıza bakmalı; «Ben neden bu örnekleri hayatıma geçiremiyorum?» sorusunu kendimize sormalıyız.

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; merkebine ot verir, evini süpürür, ayakkabısını tamir eder, elbisesini yamar, koyunlarını sağar, hizmetçilerle beraber yemek yer, el değirmenini çeviren hizmetçi yorulunca ona yardım eder, pazardan aldığı eşyayı taşımasına hayâsı mâni olmaz, zengin-fakir herkesin elini sıkar, ilk defa selâm veren O olur, davet edildiği şey (takdim edilen şey) ham ve kuru bir hurma bile olsa hor görmez idi.

Çok külfetsiz bir dostluğu vardı, huyu yumuşak idi, arkadaşlığı güzel, yüzü güleç idi, gülmez fakat devamlı gülümserdi. Mahzun idi fakat surat asmış değildi. Mütevâzı idi fakat zelil değildi. Cömert idi fakat müsrif değildi. Her müslümana yardım eden rikkatli bir kalbi vardı. Tokluk sebebiyle geğirmez, elini tamah ile bir şeye uzatmazdı.” (Ebû Said el-Hudrî’den rivâyet edilmiştir.)

Efendimiz’in işlerini mümkün olduğu kadar başkalarına yaptırmamaya çalıştığını görüyoruz. Kendimize ve çevremize bakarak örneklerimizi verelim. Yeni zamanlarda herkes birbirine bakarak ev işlerini yapmamaya başladı. Yemek yapmak, (elektrik süpürgesiyle) ev süpürmek, (çamaşır makinesinde) çamaşır yıkamak, (bulaşık makinesinde) bulaşık yıkamak, cam silmek… gibi işler için, evde bir yardımcı bulunması moda hâline geldi.

“–Camları bile ben siliyorum.” dediğimde gençler hayretle bakarak;

“–Olur mu hocam?” diyorlar.

Bir hâtıramı paylaşmak isterim. Rahmetli Ahmet KABAKLI Hocaya -bulaşık makinesinin ilk çıktığı yıllarda- aldığım bulaşık makinesini heyecanla anlatmaya başlamıştım. Makine, yemekten sonra bulaşıkları sakladığım bir dolap gibiydi. İşi anneme bırakmadan Edebiyat Vakfına koşarak gidebiliyordum.

“–Hocam, size de alalım. Meşkûre Hanım rahat eder.” demiştim.

“–Çamaşır makinesi var, elektrik süpürgesi var. Onu da alırsam Meşkûre Hanım emekli. Evde ne yapacak? Bırakalım, tabakları yıkarken oyalansın.” demişti.

Bu kadar rahatlığın içinde, bir de yardımcı kadın olursa ev hanımımız ne yapacak? Kendine sosyal faaliyetler içinde bir meşguliyet bulmuşsa, hayır işlerinde koşuyorsa, hastalara-yaşlılara yardımcı oluyorsa, bilgilenmek için okuma çalışmalarında yer alıyorsa, sohbetleri dinlemeye gidiyorsa belki biraz affedilebilir.

Yalnız hanımlar mı, evin erkeklerinin ve çocuklarının da ev işlerinde yardımcı olmaları gerekir.

Bir erkek;

“Ben gündüz zaten işte çalıştım. Şimdi gazetemi okumak, televizyonumu seyretmek hakkım!” diyebilir mi?

Çocuklar;

“Okula gidiyorum, ödevim var, dersim var…” bahanelerine sığınmalı mı? Ufacık bir yardım, onları dinlendirecektir.

Evde çalışanları, ev halkından farklı görmemek lâzım. Sofraya onlarla beraber oturmak, bayramlarda onlara da hediye almak, yoruldukları zaman dinlenmelerine, vakit gelince ibâdetlerine izin vermek… hayatımızın bir parçası olmalı. Peygamber Efendimiz’in hayatından örnekler vererek; yakınlarımızı, komşularımızı bu konuda düşündürebiliriz. Bu konuların konuşulduğu bir ortamda genç bir hanım;

“–Ayla Abla, böyle yaparsak kadınların ahlâkını bozarız. Onlar da kendilerini iyice naza çekerler.” deyince;

“–Bu durumda olan sen de olabilirdin. Fakat bir bakıma da haklısın. Yanımızdaki yardımcıları eğiterek onların kabalaşmasını da önlemeliyiz.” diye cevap verdim.

Örneklerle konuşmanın faydası, tekliflerimizi düşünerek hayatımıza geçiriyor olmamız…

Çarşıdan, pazardan aldıklarımızı taşıma örneğini konuşurken; eğer hayatını taşıyarak kazanan biri varsa ona yardım etmek için taşıtabiliriz.

Zengin-yoksul ayırmadan selâm vermek ve ilk selâm veren olmak önemli. Bu örneği yaşamak, gün geçtikçe zorlaşıyor. Yeni şehir düzeniyle; zengin, zor durumda veya orta gelirde olanların semtleri ayrıldı. Villâ kentlerde, yüksek binaların yer aldığı, kapısında korumaların olduğu mekânlarda; insanlar nasıl bu örneği uygulayacak? Ancak arabayla gittiği lüks otellerde verilen hayır yemeklerine büyük meblâğlarla katılıp kendilerini tatmin edeceklerdir.

Zenginle, orta gelirlinin ve zor durumda olanın birlikte yaşadığı sokaklar da “kentsel dönüşüm” projesiyle yavaş yavaş yok olup gidecek mi?

Selâmlaşmayı yaygınlaştırmak için bir gayret içinde miyiz? O semtlerde oturan bazı tanıdıklarıma gittiğimde, gün geçtikçe selâmlaşmanın azaldığını görmekteyim. Şikâyet çare değil, selâmı ilk veren olabiliyor muyuz?

“–Zaman zaman selâm verdim, almadı!” diye alınanlar var. Hemen Peygamber Efendimiz’in örneğini hatırlayarak kendimize gelelim ve selâm vermeye devam edelim. Bilhassa çocukların ve gençlerin bu örneklerle yetişmesi önemli.

Evimizin kapısı, misafire açık olmalı. İkram ettiğimiz yeter ki sevgiyle olsun ve ikram edilen kişi, aynı sevgi ve kibarlıkla kabul etsin.

Ramazan geliyor. Fazla heyecanlanıp yorulmadan misafirlerimizi dış mekânlarda değil, evimizde ağırlayalım. Zor durumda olan bir aileyi, kimseyi bulamazsak; yurtlarda veya evlerde kalan öğrencilere soframızı açalım. Düşünelim: «Geçen sene kimleri davet etmiştim, bu sene kimleri davet etmeliyim?» Yaşlılar ve hastalar; misafirlerimiz arasında olmalı. Onlar gelemeyecek kadar hastaysa, yemeklerimizi yaparak biz onlara gidelim.

Vakıflarımız ve derneklerimiz var. Ramazan’da çok güzel çalışmaları oluyor. Nedense bir zamanlar, onlarla beraber olup sonra yaşlanan veya hasta olanları unutuyorlar. Oysa vakıf veya dernek mensuplarının bazıları, hastaların ve yaşlıların evlerine yemekleriyle giderek iftarlarını yapabilirler.

Geçen yıl; Anadolu İrfan Otağı derneğimizde bu çalışmayı yaptık, gittiğimiz iftarlar, unutamadığımız hâtıralarımız içinde yer alıyor. Yumuşak huylu ve güler yüzlü olmak, gülümsemek fakat çok gülmemek.

Bu konu üzerinde önemle durup, örneklerimizi çoğaltmalıyız.

Gün geçtikçe şiddetin arttığı, suratı asık insanların çoğaldığı, insanların birbirleriyle kavga edercesine konuştuğu bir ülkede yaşamaya başladık.

“Ben müslümanım!” diye övünüyoruz. Namazımızı kılıp, orucumuzu tutmaya çalışıyoruz. Örnek almaya gelince, kendi bildiğimiz doğruları yaşıyoruz. Son Taksim Gezi Parkı olaylarını, konuşmaları, davranışları hatırlayalım.

Basınıyla, siyasîleriyle, sokaktaki vatandaşlarıyla, gençleriyle, ilâhiyatçılarıyla, sosyolog ve pedagoglarıyla oturup düşünmeliyiz. Düşünmemiz yalnız sonuç çıkarmakla kalmamalı, beraber çareler bulmalıyız, yoksa ülkemize yazık olacak…

Küçükken gülmenin neden iyi olmadığını anlayamamış, bir yasak olarak düşünmüştüm. Yetişkin olduğumuzda anlamını kavradık, dikkat etmeye çalışıyoruz. Hâlâ muhafazakâr kesimin televizyonlarında, ciddî konular konuşulurken bile kahkahaların neden yükseldiğini anlamam mümkün değil.

Olaylar, ağaç sevgisini de gündeme getirdi. Fakat ağaç sevgisi, tahriplerle dile getirilmez. İstismarlar ile gündem oluşturulmaz. Bunun yolu o sevgiye yakışır davranışlar. Bakın; İstanbul’un semtleri, ağaç isimleriyle hâlâ yaşıyor. Acıbadem, Fıstıkağacı, Sıraselviler, Vişnezade, Çınaraltı… ve bu isimlerle yaşayan semtlere dair hâtıralar… Bu semtler; romanlara, şiirlere konu oluyor…

Osmanlı sarayları, bahçeleriyle de güzeldir… Osmanlı padişahları; ağaca değer verir, kesilmesin diye ferman bile çıkarmışlardır.

Dînimizde ağacın önemi büyüktür. Kur’ân-ı Kerim’de ağaçla ilgili âyetler vardır. Zeytin ağacı, zakkum ağacı, hurma ağacıyla ilgili âyetler… Yakıp yıkanların gözüyle değil, yeşerten gönüllerin gözüyle insan, ağaçsız beton yığınlarına bakınca sormadan edemiyor: Bahçeleri yok ederek, bahçesiz yüksek binalar yapan müteahhitlerin, mimarların, bunlara izin verenlerin ruh hâlini anlamak mümkün mü?..