NASİBİN SENİ BULUR!
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
–Abi dur! Şoför abi dur!
–Beyefendi, şu şoföre bir el et de dursun!
Nihayet şoför, Hikmet’i fark etti ve otobüsü durdurdu.
Hikmet, eğer otobüsü kaçırsaydı belki de hayatının en önemli randevularından birine geç kalmış olacaktı. Neyse ki yetişebilmişti.
Kan-ter içinde bindi otobüse. Otobüs körüklü ve yer yer boşlukları olan bir otobüstü. Yani, şu anki durumu bile bir ganîmet mesâbesinde idi. Şöyle güzel bir cam kenarı kestirdi gözüne, kurulurcasına oturdu ve tayin işlemlerinde yardım isteyeceği kişinin karşısında söyleyeceği sözleri içinden tekrar etmeye başladı.
Yalnız ters giden bir şeyler vardı; otobüsün bir tarafından öbür tarafına koşturan çocuklar, konsantre olmasına engel oluyordu. İlk başta karışmak istemediyse de dayanamadı. Bu arada çocukların şen-şakrak koşturmaca seslerinden rahatsız olanların homurtuları da yükselmeye başlamıştı. Hikmet, tam kendisine muhatap ararken, bir başkası çok sert bir dille çocukların dedesini azarladı:
–Be adam! Madem sahip çıkmayacaktın, niye aldın torunlarını yanına? Bırak otursunlar analarının dizinin dibinde!..
Çocukların dedesi, acı bir bakış attı adama. Sonra da hiçbir şey söylemeden başını önüne eğdi. Adamcağızın bu hareketi Hikmet’in dikkatinden kaçmadı; ama öbür adam sinirinden bu yaşlı adamcağızın hâlinden anlayacak vaziyette değildi:
–Ne duruyorsun? Şunlara sahip olsana!..
Adamcağız, sözlerini zor toparladı ve sanki koca bir lokmayı yutarmışçasına yutkundu. Bembeyaz sakalları ve kıpkırmızı yanakları; kavî bir îmânın tüm halâvetini sergiliyordu. Yavaşça yerinden kalktı ve kendine bağıran adamın yanına gitti:
–Hakkını helâl et, beyefendi kardeşim. Bu çocukların anası, dün hastahânede doğum yaparken öldü. Babası da bu haberi alınca hastahâneye yetişeceğim diye biraz sürat yapmış, çok ağır bir kaza geçirdi, o da şu an komada… Ve bu çocuklar, bu iki acı haberden de habersiz öylece oynuyorlar. Dizinin dibinde oturacakları bir anaları yok… Şimdi beyefendi söyler misin bana, ben nasıl kızayım bu çocuklara?
Hâdiseye şahit olanların ağzını bıçak açmıyordu. O, öfkesinden gözü dönen adamdan eser yoktu. Çok mahcup bir şekilde durumu telâfi etmeye çalıştı:
–Asıl sen hakkını helâl et hacı ağabey, biz hiç böyle bir şey olabileceğini düşünmeden sû-i zanda bulunduk. Tekrar tekrar özür diliyorum.
–Estağfirullah kardeş, durumunu fark ettiğim için alttan aldım ben de…
–Hacı ağabey… Yapabileceğim bir şey var mı?
–Duâ et kardeşim… Şimdi takdîre rızâ göstermenin, sabr-ı cemîlin tam zamanı.
Hikmet, bu ibretli tablo karşısında öylece kalakalmıştı. O yaşlı adamcağızın çelik gibi iradesi, bambaşka bir tesir bırakmıştı kendisinde. Ne güzel bir neticeye bağlamıştı meseleyi!.. İki kelime yetmişti, îmânının ispatına… Takdîre rızâ…
Hikmet, genç bir imam-hatip adayı idi. Vazife almak istediği yere puanı yetmediği için, hatırı sayılır bir tanıdığının yanına; “Bu meselede yardım alabilir miyim?” niyetiyle gidiyordu. Aslında çok masumca gelen bu niyet, şahit olduğu şu hâdiseden sonra kendisine pek sevimsiz gelmişti.
Kendi vicdanına haykırırcasına söylendi:
“Ben böylesi mukaddes bir vazife için nasıl böyle ucuz bir yola tevessül edebilirim?!.
Mihrab, peygamber makamı… Bu makama, hele ki daha besmele safhasında böyle bir leke sürülmez.
Hem diyelim ki plânım tuttu ve ben istediğim camide vazifeye başladım. Ben insanlara nasıl anlatacağım doğru ve dürüst olmayı? «Ben yaptım; ama siz yapmayın!» mı diyeceğim?
Hak yiyerek elde ettiğim bir memuriyetten bir ömür nasıl ekmek yerim? Ben, alacağım üç kuruş da olsa; huzurla yemek, gönül rahatlığıyla çoluk-çocuğuma yedirmek istiyorum. Başkalarının dolduruşuyla bir hamle yaptık; ama bu böyle olmaz!
Temeli yamuk niyetle atılan bir çalışmanın neticesinde bereket aranır mı?”
Hikmet, kendi nefsiyle alıp-verirken otobüs ineceği durağa varmıştı. Otobüsün iniş kapısına yöneldi. O edep âbidesi amcayla göz göze geldi. Çok kısa bir andı bu, çok kısa… Îmânı, iliklerine kadar işlemiş amca; tatlı bir bakışla öyle şeyler sığdırdı ki o âna… Kavî bir iradenin âbideleşmiş hâli olan o amca, Hikmet’e kısacık bir otobüs yolcuğunda öyle güzel hasletler sergilemişti ki…
Hikmet, ziyaret edeceği yerin kapısına gelmişti, elinde cep telefonu, öylece bekliyordu. Nefsi ve rûhu ciddî bir çatışma hâlinde idi;
“Acaba hiç yanına girmesem mi? «Bir problem oldu daha sonra…» derim. Fakat bu sefer de yalan söylemiş olurum. Bu da olmaz… Zaten; «Müsaitseniz, ziyaret edeceğim.» demiştim. Ziyaret eder, çıkarım.”
Hikmet, kararını vermiş bir şekilde daldı içeri, yalnız birden durdu:
“–Ya nefsim galip gelir de, bir anda sayıp dökersem yamuk talebimi… O zaman ne olacak?”
Hikmet, bir an kendine güvenemedi. Çünkü geldiği kişi, bu işi halledebilecek çapta biri idi. Tam o sırada, otobüsteki yaşlı adam geldi gözlerinin önüne. Onun o samimî hâlde takdîre rızâsı geldi… O adam, İslâm’ı her hâliyle yaşadığı için bu kadar tesirliydi.
Hikmet; «Takdir ettiğim o hareketi ben de sergilemek istiyorum!» dedi ve; «Bismillâh!» deyip girdi içeri.
–Selâmün aleyküm.
–Aleyküm selâm. Gel bakalım. Sen, bizim muhtar Rıfat Dayının oğluydun değil mi?
–Evet efendim.
–Şu kadife sesli hâfız…
–Estağfirullah efendim.
–Vaktim biraz yoğun aslanım, neydi senin şu mesele?
–Ziyaret efendim.
–Tamam oğlum, onu anladık. Bir tayin mi varmış, neymiş? Nedir senin durumun şimdi?
Hikmet, çok sakindi ve nefsinin ipini eline almaya çalışıyordu;
–Efendim sebeb-i ziyaretim, sadece ziyaret… Hâlinizi, hatırınızı sormak… Babamın selâmını iletmek…
–Oğlum senin tayinin olmayacak mı? Tayin beklemiyor musun?
–Bekliyordum efendim de o iş sizi aşar.
–Ne demek aşar oğlum?
–Efendim, benim pozisyonum istediğim yere yetmiyor. O yüzden bundan sonrası takdîre rızâ… Sizden şu durumda bir yardım talebim yok. Söz verdiğim için geldim.
–Evlâdım kararın kesin mi? Bana bu mevzu, daha farklı intikal etmişti…
–Evet efendim, kesin. Ben bu vazife için hakikaten çalıştım. «Nasibim şimdilik bu kadarmış» diyorum. Cenâb-ı Hak elbet hakkımda hayırlı olanı nasip eder. Vazifemi; hak ederek, gönül huzuruyla yapmak istiyorum. Vaktinizi aldım, hakkınızı helâl ediniz.
–Evlâdım, niyetin hakikaten buysa, biz seninle tekrar karşılaşacağız. Aferin! Sen şimdi nasibinin peşine git! Niyetini bulandırmak istemiyorum… Var-git evlât. Allah yardımcın olsun…
–Anlayışla karşıladığınız için teşekkür ederim.
–Estağfirullah evlât, babana selâm söyle…
Hikmet, dışarı çıktığında kendisini kuş gibi hissediyordu. Telefonunun sesini açmak için eline aldığında samimî bir arkadaşının kendisini aramış olduğunu fark etti. Hemen cevapladı:
–Kardeşim, selâmün aleyküm.
–Aleyküm selâm.
–Beni aramışsın, bir ziyaretteydim. Buyur?..
–Ne oldu? Ne yaptın? Bir netice var mı?
–Şimdilik bir şey yok. Aynen devam…
–Öyleyse kardeşim, bir yer var. Senin pozisyonuna da uygun… Çok merkezî değil ama… Ne dersin? Seni yazdırayım mı?
Hikmet, derin bir nefes aldı: «İşte nasibim…»
–Yazdır kardeşim, hem de cân u gönülden…
…
Aradan dört-beş sene kadar geçmişti. Bir yatsı namazı sonrasıydı. Hikmet Hoca, tüm cemaatin gönüllerini okşarcasına bir mihrâbiye okudu. O kadife sesi, cemaati pek müteessir etmişti. Namazdan sonra hocayla musâfaha ediliyordu. Devlet ricâlinden olduğu her hâlinden belli olan biri, kemâl-i edeple hocaya yaklaştı;
–Allah râzı olsun Hikmet Hoca! Bu akşamki Kur’ân ziyafeti, benim için çok özel bir anlam taşıyordu. Açıkçası böylesi müstesnâ bir camiye, sizin gibi birinin gelmesi isabet olmuş. Anladım ki takdîre râzı olanlar, hak ettiği yere Hak tarafından getirilirmiş. Allah senden râzı olsun. Memleketimizden yetişmiş bir hâfızı bu mihrabda görmek bizim için iftihar vesilesi. Gayretin bol olsun evlât!
–Allah râzı olsun efendim. Duâdan unutmayın…