HÂDİSELERDEN HİSSELER
Genç-yaşlı herkes düşünmeli:
Gelirken bile ağladığım bu hayattan nasıl gideceğim? Nasıl öleceğim? Son nefesi nasıl vereceğim?
En çok tekrarladığımız duâlardan biridir:
“Ya Rabbî, Sen’den hüsn-i hâtime istiyorum. Son nefes güzelliği ve huzuru istiyorum.”
Nasıl öldüğümüz niye bu kadar önemli?
Çünkü Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyorlar:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz!..” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, V, 663)
Bir baygınlıktan yahut ağır bir uykudan sonra uyanır insan, zihni hemen kendine gelmez; sorar:
“Neredeyim ben?”
Kafası kendine gelene kadar ürküntü duyar:
“Neler oluyor?”
Haşir sabahında nasıl uyanacağız? Nerede, hangi vaziyette, hangi sîmâ ile?
Bu sebeple, nasıl bir ölüm ile bu dünyadan ayrılacağımız; öldükten sonra da bizi eşimizin, dostumuzun nasıl uğurlayacağı önemli.
Çünkü bir başka hadîs-i şerif var:
“Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ile bazı sahâbîler birlikte otururlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kiramdan bazıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Peygamberimiz;
«–Vecebet! (Kesinleşti!)» buyurdu.
Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine;
«–Vecebet! (Kesinleşti!)» buyurdu.
Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- dayanamadı sordu:
«–Yâ Rasûlâllah, kesinleşen nedir?»
Peygamber Efendimiz şu düşündürücü cevabı verdi:
“–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâh’ın yeryüzündeki şahitlerisiniz.” (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60)
Yani kasıtlı olmadıktan sonra, insanların değerlendirmeleri de mühim. İnsanlarda bıraktığımız intibâ mühim.
Vefat eden kimseleri iyiliklerle anmak lâzım. Fakat bir de ibret kısmı var. Bu sebeple; kalanlara ibret olması için, gidenlerin başına gelen bazı hâlleri paylaşmakta beis olmasa gerek.
Birincisini Sinan Paşa Camii emekli imam-hatibi, çok kıymetli gönül insanı Kemâlettin Hoca anlatıyor.
Merkezî, büyük bir camide vazifeli olduğu için, son demlerini yaşayan bir iş adamının yanında; «Kur’ân okur musun?» diye Kemâlettin Hocamızı çağırıyorlar. Hocamız adamı tanımıyor, cami cemaatinden değil. Fakat ricayı kıramıyor, son demlerinde bir huzur vesilesi olur niyetiyle Yâsîn-i şerif okuyor. Sekerât hâli derler, insanın Azrâil’le burun buruna geldiği o an bir nevî sarhoşluk, bir nevî baygınlık hâli gibi. Adam sürekli bir şey sayıklıyor:
“–Yeter yeter! Üç buçuk yeter!”
Adam sonunda vefat ediyor. Kemâlettin Hoca merak etse de bu sözlerin ne anlama geldiğini anlayamıyor. Sonra bir başka mecliste, vefat eden adamdan şöyle bahsedildiğini işitiyor:
“–Çalıştırdığı işçilerle bir günlük çalışması için dört liraya pazarlık ederdi. Akşam olunca üç lira verirdi. Adamlar itiraz edince;
«3,5 olsun! Yeter yeter! Üç buçuk yeter!» deyip elli kuruşlarına tamah ederdi. İşçilerin rızâları olmazdı ama onu da alamayız diye buğzederek mecbur kalırlardı.” diye konuşulunca Kemâlettin Hocamız, o hadîs-i şerîfin tahakkukuna bizzat şahit oluyor:
“Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle haşrolursunuz.”
Benim anlatacağım yaşanmış hâdise de, insanların nasıl uğurlandıklarına dair.
Memlekette bir kahvehâne vardı. Sofu Dayının Kahvehanesi derlerdi, her çeşit insan otururdu. Bir de camiden çıkan 10-15 tane yaşlı cemaat gelir bahçeye otururdu. Kahveci de bu cami cemaatine hürmeten yeni bir demlik tutardı. Çay demler, bir maşrapa da su verirdi. İçine de buz atardı. Su, kahvecinin hususî ikramıydı… Parasız.
Bu yaşlı cemaat de oturur başlardı sohbete. Biri anlatır, ötekiler dinler. O susar, öbürü anlatır, diğerleri dinler. Kimisi İslâm tarihi anlatır, kimisi Peygamberimiz’den anlatırdı. Kimisi bir nükte ile herkesi tebessüm ettirirdi. Tatlı bir âlem olurdu. Ben de onların yanında zaman zaman oturmayı çok severdim.
Aynı kahvehânede oturan, aynı yaşlarda, fakat o cemaatin arasına hiç girmeyen biri vardı. Tevfik Çavuş derlerdi.
Namaza gitmez, kahvede oyun oynayanların arasında otururdu. Bahsettiğim cami cemaati olan grup gelince, Tevfik Çavuş onlara katılmadığı gibi, dili de durmaz;
“Gene geldiler, dedikoduya başladılar!” diye gıybetlerini yapardı. Hâlbuki ne konuştuklarını bilmezdi. Fakat herhâlde kahvecinin olsun, milletin olsun onlara gösterdiği hürmeti fazla bulurdu.
Yaşlı adam diye kimse de;
“Niye öyle söylüyorsun, onlar dedikodu yapmıyor ki!” demezdi. Onu da sevenler vardı.
Kendi anlatmıştı:
Bir gün hastalanmış, evde yatmaya başlamış, fakat bakmış yeteri kadar ilgilenen yok. Hanımını yanına çağırmış;
“–Bak hanım, bana iyi bak. Biraz biriktirdiğim para var, bir yere sakladım; orayı sana söylerim.” demiş.
Kadın da daha iyi ilgilenmiş. Tevfik Çavuş iyileşmeye başlayınca, hanımı başlamış sıkıştırmaya:
“–Söyle o dediğin para nerede? Bir sürü ihtiyaç var!”
Fakat gerçekte para filân yok. Anlatırken;
“–Ne yapacağımı şaşırdım. Ben, benimle ilgilensin diye uydurmuştum.” demişti.
Allah rızâsı olmazsa böyle olur.
Tevfik Çavuş’un mahareti de vardı. Cılız, hasta atları alır, gürbüzleştirir, güzelleştirir; gayet ucuza aldığı atları tatlı fiyatlara satardı.
Arkadaşlar mârifetini sorduklarında;
“–Meslek sırrıdır, söyleyemem! Yalnız şu kadarını söyleyeyim. Atlara yeşil camlı bir gözlük takıyorum; kuru samanı önüne koyuyorum. Hayvan, yeşil gözlükle bakınca sarı otları yeşil çimen sanıyor, iştahı açılıyor, yiyor, yedikçe tavlanıyor.” diye espriler yapardı.
Bir gün herkesin başına gelen Tevfik Çavuş’un başına da geldi, vefat etti.
Gaziantep’te eskiden beri âdettir. Cenâzeden bir gün sonra ya da öldüğünün akşamı; dost, ahbap, yakınlar toplanır, mevtânın rûhuna 70.000 kelime-i tevhid okurlar. Evi müsait olmayanlar da camilerde yapar bu işi. Camide imama derler ki:
“Bugün mahalle sakinlerimizden filân adam vefat etti. Bu yatsı namazından sonra onun kelime-i tevhîdini çekelim.”
Herkes tesbihi bir kere devredip, 100 tane «Lâ ilâhe illâllah» dedikten sonra; «Muhammedü’r-Rasûlullâh»ı yüksek sesle söyler. Hoca efendi, çanaktaki daha evvel sayılmış hazırlanmış nohutlardan bir tanesini ayırır. Her nohut 100 kelime-i tevhîdi temsil eder. Usûl böyle. Sonra bir-iki aşr-ı şerif okunur, bir-iki ilâhi söylenir. Sonunda da çayla baklava ikram ederler. O nohutları da ertesi gün götürüp mezar toprağının üstüne ekerler. Mezarda yeşilliğin, mevtâya rahmet olduğu bir hadiste geçtiği için bir de böyle bir âdet gelişmiş.
Daha evvel bir yazımızda anlatmıştık, insan ne yaparsa hayatında yapmalı. Esas olan insanın hayattayken kendi eliyle amel defterine yazdırdıkları. Fakat bu âdetler de bir çırpınış, geride kalanların bir şeyler yapma arzusu…
Şimdi bu geleneği sürdürenler de azaldı. İnsanlar daha kolayını buldular. Kur’ân kursuna söylüyorlar, Kur’ân kursundaki talebeler çekiyor, nohutları getirip teslim ediyorlar. Onlar da Kur’ân kursuna biraz yardım yahut biraz pirinç vs. hediye ediyorlar.
Tevfik Çavuş’un namazla niyazla alâkası yok. Fakat neticede müslüman. Akrabaları da bu âdeti yerine getirmek istemişler. İyi de kimse tutmaz bu adamı. Kimse gelmezse ne olacak? Demişler ki:
“–Şuradan iki tepsi tatlı alalım. Yatsı namazında camiye götürelim. Sofaya koyalım. Herkes sofada tatlıyı görür. İmam da;
«Kelime-i tevhid çekeceğiz!» deyince tatlının hatırına kimse gitmez.”
Fakat düşündükleri gibi olmamış:
Camiye gelenler:
“–Caminin sofasında bu tatlı ne geziyor?”
“–Tevfik Çavuş vefat etmiş de onun kelime-i tevhîdi çekilecekmiş. Onlara ikram edilecekmiş.”
Herkes taaccüp etmiş. Yadırgamış. Boynunu büken içeri girmiş. Namazdan sonra da hoca ilân etmiş:
“–Cemaat-i müslimîn! Bugün mahallemizin sakinlerinden Tevfik Çavuş vefat etti. Onun kelime-i tevhîdini çekeceğiz. Müsait olanlar kalsın, işi olanlar da gidebilir.”
Usûl böyle, zorlama olmaz. O kalkmış gitmiş, beriki ayrılmış, öbürü; «Benim de işim vardı.» diye mırıldanıp savuşmuş. Kimse kalmamış! Geriye kalan bir müezzin, bir imam efendi, bir de tatlıyı getiren akrabaları… Hoca demiş ki:
“–Biz vazifemizi yaptık, anons ettik. Fakat kimse kalmadı. Siz en iyisi tatlıları evinize götürün. Evdeki hanımlar toplansın çeksinler.”
Onlar tatlıyı adam çekmek için kullanmışlar fakat, tam ters tepmiş. «Biz ibâdeti tatlı için mi yapıyoruz?!.» diye tepki almış.
İnsan; cenâzesine gelmesi, tabutuna omuz vermesi, arkasından bir Fâtiha okuması için bile eşe-dosta muhtaç. Davranış güzelliğiyle yaşarsan, vefâ görürsün. Hele Allâh’ın sevdiği işleri yaparsan, O da seni kullarına sevdirir.
Tevfik Çavuş; namaza gidip gelen o arkadaşları eleştireceğine, aralarına karışsaydı, anlatılanları o da dinlese, yeri geldikçe o da anlatsaydı, kaynaşsaydı, netice böyle mi olurdu?
Ancak kabahatin hepsi Tevfik Çavuş’ta mı?
O arkadaşlar; tatlı bir lisanla onu sohbet gruplarına davet etseydi, acaba gelmez miydi?
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rahmet Peygamberi… Herkese merhamet hâlinde… Kimsenin cehenneme gitmesini istemiyor. Kendisini taşlayanlara bile bedduâ etmiyor.
Biz de O’nun ümmetiyiz, herkese O’nun davrandığı gibi davranmamız icap etmez mi?
Muhatabımızı hidâyete erdirmek için bir damar bulmaya gayret etmemiz lâzım değil mi?
Bir gün değerli bir hoca efendi ile 8-10 kişi yemek yiyorduk, biri geldi;
“–Hocam bugün Aziz NESİN öldü.” dedi, o hoca efendi de;
“–Yazık. İslâm’a karşı bir insandı. Keşke sağken buluşma nasip olsaydı. Ona;
«İslâm, güzellik dînidir. Seni İslâm’a karşı getiren sebep nedir? Birisi sana bir şey yaptıysa, İslâm’ın ne kabahati var?» gibi sözlerle ikna edip İslâm’a karşı değil de îmanla gitmesi için gayret etseydik, en azından bir deneseydik.” diye üzüntüsünü gösterdi. “İyi olmuş, gebermiş!” demedi.
İşte Peygamber Efendimiz’in sonsuz rahmetine de vâris olmuş bir âlimin tavrı!..
Hepimiz; namaz kılmayanlara, İslâm’ı yaşamayanlara karşı; güzel davranış ve tatlı sözlerle hidâyete davet hâlinde olmalıyız. Eğer güzel ve tatlı olmazsa, o; davet olmaz, hakaret olur, daha da uzaklaştırmak olur.
İnsana arkadaşının, oturup kalktığı insanların ne büyük tesiri var! Fizikî varlığımız yiyip içtiklerimizle beslenir, gönlümüz de işittiklerimizle gıdalanır. Sohbetle, hasbihâlle… Ne dinliyorsa onunla.
Bu sebeple kahve köşelerinde sabah-akşam, boş lâkırdılar, maç yorumları ve gündelik dedikodularla kalpleri doldurmak ne hazin bir israf…
Hâlbuki, güzel sözler, tatlı sohbetler, zarif nükteler; kalbi besler. Meselâ, ben tâ o cami cemaati grubun sohbetinde duyduğum bazı kıssa ve nükteleri hiç unutmadım. Meselâ onlardan biri şöyleydi:
Bir hoca efendi köyden köye vaaz etmeye giderken yolda kendisini bir eşkıyâ çevirmiş:
“–Davranma! Kimsin, nesin?”
“–Ben hocayım.”
“–Ya canını, ya malını…”
“–Benim canımı alsan ne olur, malımı alsan ne olur? Hocanın nesi olur ki?!.”
“–Ooo, asıl aradığım adam sensin!”
“–Niye ki?”
“–Ben, hep bu dağlarda eşkıyâlık ederim. Hocasın madem, bana bir muska yaz da bana kurşun geçmesin.”
“–Ben muska yazmayı bilmem ki…”
“–Bana bak, numara yapma! Öldürürüm seni! «Bilmem!» yok. Hemen yazacaksın!”
Hoca efendi ne yapacağını şaşırmış. Hakikaten muskadan filân anladığı yok. Fakat işin ucunda canından olmak var.
“–Bana kâğıt-kalem getirin.” demiş. Bir şeyler yazmış. Muşamba gibi bir şey bulup getirmişler. İçine duâ yazısını koyup katlayıp güzelce muska hâline getirmiş. Tamamlandığını görünce eşkıyâ;
“–Ver!” demiş, muskayı kendi cebine koymuş, ardından ne dese beğenirsiniz:
“–Dur bakalım! Deneyelim: Kurşun geçecek mi geçmeyecek mi?”
Hoca efendinin eline tüfeği vermiş:
“–Ateş et bakalım!”
Hoca efendi daha beter vaziyette terler içinde kalmış;
«–Benim yazdığım muskada bir şey yok.» dese diyemez. Ne desin? Adam hem zorba, hem cahil. Cehâletin cesareti midir, sâfiyeti midir, açmış bağrını; «Sık kurşunu!» diyor!
Hoca sonunda; «Ne yapayım artık, günah benden gitti, ölürse ölsün.» deyip tetiği çekmiş. Ne olduysa olmuş, kurşun adama işlememiş. Çarpmış, dökülmüş. Eşkıyâ iyice neşelenmiş;
“–Ooo, sen bir de; «Muska yazmayı bilmiyorum!» diyordun. Asıl muska yazan senmişsin. Ben, senin gibi büyük hoca görmedim.”
Adamlarına dönmüş;
“–Öpün hocanın elini, ayağını! Hürmet edin.”
Sonra yine deliliği tutmuş:
“–Ama hoca dur bakalım! Bir test daha yapalım. Şimdi muskayı sen kendi cebine koy, bir de ben sana sıkayım kurşunu…” demiş.
Bu sefer hoca efendinin dizleri titremeye başlamış. Yakaladığı bir nükteyle demiş ki:
“–Sen bana sıkarsan ben ölürüm. Sendeki o ihlâs bende olsa bana da bir şey olmazdı ama nerde! Sen tam inandın. Sana işlemedi kurşun. Fakat bende sendeki o ihlâs yok ki…”
Böylece güç-belâ canını kurtarmış hoca efendi. Bu kıssa 50 sene öncesinden, tâ o zamandan aklımızda kaldı.
Hikâye ama içinde hisse var. İnsan gülerken eğlenirken, nükteyi alıyor.
O ibret şu:
İnanınca, samimî bir ihlâs ve teslîmiyet gösterince, eşkıyâya bile kurşun işlemez mi işlemez!..
Hoca yazar, anlatır, okur ama yaşamazsa, ihlâsa eremezse, onlardan kendisine ne fayda! Her insan; hacı-hoca olmak, âlim olmakla o ihlâsı kendiliğinden bulamaz… Beri tarafta bir eşkıyâ bile, tam inanırsa istifade eder.
Sır içinde sır.
Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin derviş imtihanı da buna benzer…
Devrin padişahı II. Murad Han, Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’ni çok sevdiği için onun tekkesine müntesip dervişlere birtakım imtiyazlar tanımış. Dervişler, vergi ve askerlik hizmetinden muâf tutulmuş…
Bunu duyan tekkeye kaydolmuş. Dolmuş taşmış. Padişah da haber göndermiş:
“Tekkeye gerçekten kaydolanları, ihlâs sahibi olanları ayır. Verdiğimiz imtiyazlar istismar ediliyor!”
Hak dostu da bütün mürîdânını geniş bir vadiye davet etmiş. Ortaya da bir çadır kurdurmuş, önceden içerisine birkaç koyun koydurmuş.
“–Bu bir imtihandır. Kim teslîmiyetle gelirse ona cennet var.” demiş. İçeri bir kişi girmiş. Bir koyunu kesip, kanını çadırdan dışarı akıtmışlar.
“Kim gelir!”
Akan kanı gördükten sonra orada toplaşan on binlerden sadece bir erkek ve bir hanım;
“–Canımız fedâ!” deyip, girmişler. Diğerleri dağılmışlar. Bu şekilde 1 erkek ve 1 hanımdan başka tam teslim mürid çıkmamış. Hazret de pâyitahta yazmış:
“Bendegânımız bir erkek ve bir hanımdan ibarettir, sultanım! Gerisi askere de gitsin, vergisini de ödesin!”
İnsan; ihlâsla, teslîmiyetle yaşayacak. İnanacak, inandığı şeylere uygun bir hayat sürecek. Çünkü nasıl bir hayat sürerse, hayatın sonu da, ölümden sonraki devamı da ona göre olmakta.
Yola giderken, yolluk hazırlanır, azık tutulur. Bu uzun yolun hazırlığı da kulluk ve güzel ahlâk…
Zamanın Millî Eğitim Bakanı Sayın Vehbi DİNÇERLER ve Sayın Vali Nevzat AYAZ Avrasya Koşusu’na katılmıştı. Boğaz Köprüsü’nden geçerken gazeteciler sordular:
“–Sayın Bakanım! Nasıl geçiyor koşu?”
“–Vatandaşlara ne tavsiye edersiniz?”
Dedi ki:
“–Antrenmansız, hazırlıksız koşuya çıkmasınlar.”
Her sözün, her hâdisenin ibret tarafını okumak lâzım:
“Hazırlıksız ölmesin kimse.”
Cenâb-ı Allah yapıyor bu ikazı:
“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes, yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)
Nasıl yaşarsan, nasıl bir hazırlık yaparsan, son geçitte hâlin öyle olacak. Devamı da aynı şekilde gelecek.
Merhum Prof. Dr. Ahmet Mete IŞIKARA söyleye söyleye milleti ezberletmişti:
“Depremden korkmayın. Hazırlıklı olmamaktan korkun!”
“Ölümden korkmayın. Ölüme hazırlıksız yakalanmaktan korkun!” şeklinde de söyleyebiliriz bunu.
Ömür bunun hazırlık antrenman zamanı. Neyin üzerine antrenman yaparsan, o seninle haşır neşir oluyor. Beynine yerleşiyor, hareketlerine yerleşiyor, davranışlarına yerleşiyor…
Allah korusun, son nefeste; “Üç buçuk yeter!” diye zulümlerini ikrar ederek ölmek var; bir de; “Allah, Allah!..” diye diye zikrederek, yüz akıyla göçmek var. Allah hüsn-i hâtimeler nasip eylesin.
Bunun için antrenman şart. Gündüz yapamıyorsan, gece yapacaksın. Dilini zikre, tevhîde, tehlîle alıştıracaksın. O antrenman vakitlerini bize boşa vermedi Allah.
Bu antrenmanların sonunda başarılı olan da bunu başardım diye gurura, bencilliğe kapılmamalı. Çünkü son nefes gelmeden galip-mağlûp belli değil.
Çoğu insanda şöyle de bir yanlış oluyor:
Belli bir zamana kadar, âhiret yolunda çalışmaları ihmal etmiş ise, daha sonra eline geçen fırsatları da tepiyor. Tamam, çocuklukta öğrenemedin, öğretmediler. Gençlik ziyan oldu. Tamam, şimdi orta yaşlarında veya yaşlılığında eline fırsat geçti. Zararın neresinden dönersen kârdır. Sen Hakk’a doğru yönelmeye bak. Maalesef, alışkanlıkları kırmakta, güçlü bir besmele çekmekte de çoğu insan yavaş kalabiliyor.
Kalan zamanımızda her işin başında besmele, hamd, şükür, tevbe, istiğfar, zikir ve salevât-ı şerîfe dilimizden düşmemeli. İbâdetlerimizi aşkla yapıp dilimizi, kalbimizi, bedenimizi bu güzel antrenmanlarla son nefese kadar devam ettirmeliyiz.
Mevlâ’m âkıbetimizi hayreylesin, îmanla göçmeyi nasip etsin.
Âmin…