FERDİYET

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Ramazan ayı yaklaşırken; oruçla ilgili hepimizin bildiği bir hüküm, bana gündemimizi ve zihnimizi meşgul eden bazı meselelere dair bir fikir verdi. Malûm olduğu üzere fıkıhta bir kural vardır; sefer hâlinde bulunanlar, Ramazan orucunu başka bir zaman tutmak üzere erteleyebilirler. Seferin dînî maksatlı olması da şart değildir. Sadece umre ziyareti, ilim ve cihad gibi maksatlarla değil; ticaret veya ziyaret gibi dünyevî bir maksatla yapılan yolculukta bile bu ruhsattan faydalanmak mümkündür.

İlk bakışta bu ruhsatın yolculuk hâlinin zahmeti sebebiyle verildiği düşünülebilir. Hâlbuki yolcular zahmetsiz yolculuk yapabiliyor olsalar bile, oruçlarını başka zamana erteleyebilirler; mukîm kişiler ise zahmetli bir işte çalışsalar bile bunu mazeret gösterip oruçlarını erteleyemezler. Yani başka diyarlarda misafir durumda olanlara tanınan ruhsat; kendi memleketinde, kendi evinde bulunan kişilere tanınmaz. Sanki İslâm diyarında bir arada yaşamakta olanlara; «Ne yapın yapın, şartları uygun hâle getirin ve ailenizle, komşularınızla, köy veya mahalle halkınızla beraber, hep birlikte oruçlu bulunun!» denilir gibidir.

Elbette aklımızın erdiği ermediği birtakım başka hikmetler de bulunabilir; bunun yanında sanki bu hüküm, mukîm olanlara kendi istediğin bir zaman tek başına savm etmek değil, hep beraber sıyam etmeyi emretmekte gibidir. Tıpkı yolcudan Cuma namazı farziyeti düşerken, ne kadar meşguliyeti olsa da mukîmden, Cuma ve bayram günleri cemaat hâlinde «kıyam etme» farziyetinin düşmemesi gibi…

Dînin daha birçok hükmü ve muamelât ahkâmı da bu fıkıh hükümlerinin işaret ettiği rûha sahiptir ve hepsi de, bir beldede beraberce yaşayan müslümanların hep birlikte ibâdet etmelerini, dinlerini cemaat hâlinde yaşamalarını âmir hükümlerdir.

Hep birlikte ibâdet etmenin hiç şüphesiz dînin temel gayelerine vâsıl olmayı kolaylaştıran faydaları vardır. Meselâ ibâdetlere alışma döneminde olan çocuk ve gençlere; «Bak herkes ibâdet ediyor. Bu ibâdetin zorluklarını gözünde o kadar büyütme. Birazcık gayretle herkesin güç yetirebildiği bir ameldir bu…» düşüncesini telkin etmesi, bu hikmetlerden bir tanesi olabilir. Belli bir zamanda ve mekânda beraber ibâdet etmek; herkes yiyip-içerken, konuşup-gülerken, çalışıp, alışveriş yapıp dünyalığını kazanırken; kendi başına oruç tutmanın, çarşıdaki o şenliği bırakıp camiye gitmenin zorluğunu azaltır.

İslâm’da çok büyük bir ehemmiyete sahip olan hicretin de temel maksadı bu değil midir? Hattâ müslümanların siyasî açıdan birlik içinde olmalarını âmir malî ibâdetler, hüküm ve tatbikatlar da nihayetinde insanoğlunun cemiyet hâlinde yaşamaya eğilimli ve muhtaç bir varlık olmasıyla yakından alâkalıdır. Mademki insan için, içinde yaşadığı cemiyetten farklı bir hayat tarzı seçip, tek başına tatbik etmeye çalışmak, akıntıya karşı yüzmek kadar zordur; öyleyse sosyal çevre şartları, ibâdet etmeyi kolaylaştırıcı bir şekilde düzenlenmelidir.

Fakat ne yazık ki içinde yaşadığımız zaman ve mekân koordinatları, bize bu hususta kolaylık göstermemektedir. Bütün dünyayı pençesine almış olan büyükşehirlere göç gerçeği; yığınlar hâlindeki insanı, büyükşehirlere hâkim olan maddîlik ve dünyevîlik girdabına sürüklemektedir. Belki okyanus ortasındaki adacıklar hükmündeki cemaatler ve cemiyetler de olmasa, ruhların tutunacağı hiçbir kulp kalmayacaktır. Bu cemaatler ise sırf gönüllülükle bir araya gelinen, mensupları üzerinde hiçbir müeyyidesi olmayan sivil toplum müesseseleri olduğu için, âyette emredilmiş olan; «Hayra çağırmak, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak» (Âl-i İmrân, 104) vazifesini sadece tavsiye noktasında îfâ edebilmektedir. Öte yandan ibâdet yolunda karşılaşılan zorlukları aşmak noktasında, çok da yardımcı olamamaktadırlar.

Hâlbuki tam tersi istikamette tesir icra eden dünyevî müesseseler söz konusu olduğunda, durum hiç de böyle değildir. «Zamanın rûhu demokrasidir, liberalizmdir. Bırakalım da herkes tercihlerini içtenlikle yapsın, dilediği gibi yaşasın.» şeklindeki, kulağa hoş gelen reklâm sloganlarının arkasında bambaşka gerçekler yaşanmakta; ferdî özgürlükleri geliştireceği ileri sürülen piyasa ekonomisi, ibâdet hayatını ve dînî hükümlere uygun bir hayat tarzını sürdürmek isteyenlere, çok farklı yöntemlerle bedel ödetmektedir.

İnancını hayata geçirmek isteyenlere ödetilen bedel denilince, genellikle ilk akla gelen tesettür yasağı olur. Hâlbuki inancının gereğini yaşayan erkeklerin karşılaştığı müeyyideler ve hattâ mahrumiyetler çok daha büyüktür. Üstelik onlar; hem dînen hem örfen ev geçindirme mecburiyetinde oldukları için, çok daha fazla mağduriyet yaşamakta ve ailesinin çektiği sıkıntı sebebiyle daha derin bir üzüntü hissetmektedir. Bunlara bir misal olarak, geçtiğimiz yıllarda bir arkadaşımın oğlunun yaşadığı mağduriyeti zikredebilirim.

Bahsettiğim delikanlı, yüksek puanla yerleştiği fakültede bilgisayar programcılığı alanında seçkin bir eğitim aldı ve bu alanda çalışıp kendisini geliştirebilmek için de uzun süre iş aradı. Ülkemizde az sayıda şirket, bu seviyede eğitimli eleman istihdam ettiği için aradığı fırsatı ancak yabancı bir şirketin Türkiye şubesi durumundaki bir firmada bulabildi. Tam iyi bir iş tecrübesine ve terfî şansına sahip olacağını düşünerek seviniyordu ki Ramazan ayı geldi. Şirketin müdürü, henüz Şaban ayı bitmeden; «Ramazan’da hiç kimsenin oruç tutmamasını, tutmakta ısrar edenlerin istifa etmiş kabul edileceğini» ilân ederek imtihan sinyalini verince delikanlının sevinci üzüntüye dönüştü. Her ne kadar;

“Oruç tutmak benim performansımı etkilemez, eğer bir hata yaparsam veya işimi yetiştiremezsem o zaman atın işten…” dediyse de, müdürünü ikna etmesi mümkün olmadı. Bir müddet orucunu gizlice tutmayı denese de öğle yemeği teftişleri sonucunda durumu daha fazla saklayamayacağı anlaşıldı ve bir seçim yapması gerektiğini anladı.

Bu delikanlı, aylarca arayarak bulduğu bu iş imkânını ve parlak kariyer hayallerini reddedip Allâh’ın farz kıldığı bir emrini tercih edecek kadar kuvvetli bir îmâna sahipti belki, ama ya onun kadar güçlü olamayan binlercesi?..

Sadece Ramazan orucu mu? Rüşvet, yolsuzluk ve türlü türlü haksızlıklara âlet olmamak veya göz yummamak uğruna vedâ edilen makamlar; beş vakit namaz kılmak gibi bir farz ibâdet sebebiyle fişlenerek tardedilenler; müdürüyle beraber günah işlemeye gitmediği için göze giremeyen, terfî ettirilmeyenler; ahlâksız teklifleri reddettiği için iftiraya ve haksızlıklara uğrayanlar…

Bizler kendi hayat telakkîmiz zâviyesinden bakarak bunları «ebedî cenneti hak etmek için geçici dünyada ödenebilir bedeller» olarak görüyor ve bunlar gibi nicesini, -belki de neticesinden ümitsiz olduğumuz için- hukuk savaşına konu etmiyoruz ama bunların yaşandığı bir memlekette yetişen neslin ebedî istikbâlinden ciddî endişeler taşımadan edemiyoruz.

Evet, zaman zaman dile getirildiği gibi; «İslâm dîni; ihlâslı bir şekilde ibâdet eden, ahlâklı insan yetiştirmeyi hedefler.» Buna bir itirazımız yok. İhlâslı bir kulluk hayatı için belli bir derece serbestiyetin lüzumunu da kabul etmek gerekir. Yani şu yukarıda zikrettiğimiz manzaranın tersi olsun; gizlice oruç yiyenler takip edilip fişlensin, işten atılsın, gibi beklentilerle konuşuyor değiliz. Zaten İslâm dîni; ferdin mahremiyetinin ve özel mülkündeki hayatının dokunulmazlığı umdesini koyarak, ihlâslı bir kulluğun ve samimî bir ahlâkî yaşantının olmazsa olmaz şartı olan ferdî hürriyeti esas alır. Fakat ferdin hem yeniyetmelik acemîliğinden hem nefsin marazî hâllere meyilli yapısından hem de imha ve ifsâdın kolay, inşa ve ıslahın emek isteyen, zahmetli olmasından ötürü; cemiyetin ferde hürriyetini doğru kullanma noktasında iyi yönde rehberlik etmesi ihtiyacını inkâr etmez.

İslâm hukuku; hem özü hem tatbiki itibarıyla, ferdiyetçilikle cemiyetçilik arasında en mükemmel kıvama davet etmektedir. İslâm hukukunda fert-devlet / fert-cemiyet ilişkileri; ne ferdin hayat hakkı ve hürriyetini aşiretine ait kılan gelenekler ne de devlete ait kılan -ideolojik olarak ister komünist olsun ister nasyonalist olsun, tatbikatı itibarıyla faşist olmakta birleşen- totaliter düzenler gibi değildir.

İslam dîni; ferdin hayat ve hürriyetlerini hakikî mânâda Yaratıcı’sına ait, mecazî mânâda ve emâneten de ferde ait kabul eder. Ancak ferdin de hayatını ve hürriyetini değerli kılması, ancak onları cemiyetine iyi bir mensup olmak ve iyilik yapmakla değerlendirmesiyle mümkün olacaktır. Tam tersi, ferdin tercih hakkını cemiyetin felâketine sebep olacak şekilde yorumlaması ise kendi nefsine -dünyevî bakımdan cinsine mânâsında; ebedî hayat bakımından özüne, canına mânâsında- ihânet mânâsına gelecektir.

Evet, zamanın rûhu; insanların faşist ideolojilerden kaçıp, ferdi özgür kıldığı varsayılan demokrasi ve piyasa ekonomisi yönünde bir meyle sahiptir ama bu meyil zaman içinde kendini düzeltmeye mecbur kalacağı bir noktaya ister istemez ulaşacaktır. Çünkü piyasa şartları; ferdi zannedildiği kadar özgür kılmamakta, aksine fertleri midelerinden yakalayıp köleleştiren bir oligarşi kurmaktadır. Öyleyse gerçek mânâda hürriyeti elde etmek ve yerli yerince değerlendirme yollarını açık tutmak için kendi hayat gayemize uygun bir cemiyetçilik anlayışı tesis etmeye mecbur olduğumuzu da göz ardı etmememiz gerekiyor.
Bu noktada Ramazan ayı ve hep birlikte oruç tutma tecrübesi bize birçok şey öğretebilir. Meselâ ferdî hürriyeti içten bir fazîlet noktasında değerlendirmek için ihtiyaç duyacağımız sabır ve azmi kuşanmak için oruç tutmak bu tecrübenin bir yönü olduğu gibi, orucu beraberce tutmak ve böylece ortak bir ruh hâlinde birleşerek cemiyetin diğer uzuvlarındaki acıları hissetmek, onlara merhem olma iradesini geliştirmek de diğer yönüdür. Allah Teâlâ oruçlarımızdan hakikî mânâda istifade etmemizi nasip etsin.