YÜZAKI DEYİNCE…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Muhterem Musa Efendi Hazretleri’nin bir vasiyetnâmesi var. Onun müstesnâ hizmetlerle dolu ömrünü, gayesini ve niyazını özetleyici. Tevâzu ve hiçlik dolu. Kendinde varlık hissetmeme yolunda herkesi hikmetli bir şekilde eğitici yüksek bir hâl ve fazîlet aynası. Şöyle:

“Her dünyaya gelen;

Vakti-saati, sayılı nefesleri tamamlandıktan sonra ebedî âleme intikal edecektir!

Ne mutlu o kimseye ki, hayatını Hak yolunda ifnâ etmiş ve yüzünün akıyla âhirete göçmüştür!..

Fakir de;

Bu husûsu nasîbim derecesinde bilebildiğim hâlde lâyıkıyla kulluk edemedim. Pîr-i fânî olduğum hâlde kendime çekidüzen veremedim. İslâm büyüklerinin şuurlu ve şerefli hayatlarını okudum, lâkin nefsimde tatbik edemedim. Hatalarla dolu bir ömürden sonra Rabbimiz Teâlâ Hazretleri’nin huzûruna ancak mağfiretini umarak gidiyorum.

Çünkü O;

Rahmân’dır, Gaffâr’dır.”

Kısacık ömrü en hayırlı şekilde değerlendirmek yolunda ne kadar müessir ve çarpıcı bir idrak!

Ne kadar derin bir irşad!

Her hâliyle emsalsiz bir kulluk hayatı yaşamış olan büyük bir velînin, hizmet ve mâneviyatta âbide bir şahsiyetin kullandığı cümleler; bizler için çok mânidar bir tefekkür vesilesi!

Muhteşem bir duygu derinliği!

İşte;

Böylesi bir idrak, irşad, vesile ve derinlikten ve de hayatın o müstesnâ gerçek gayesinin ifadesi içinden sayısız gönüllere nice nûrânî katreler damladı. Onlar, şuur merkezinde çoğaldı, çoğaldı ve özlerden gözlere ve sözlere intikal ederek bir tabir hâline geldi. Sonra o tabir, mübârek Allah dostunun parıl parıl yüzünden gözlerimize akseden nûrunun vesilesiyle müstesnâ ekseninde yepyeni bir hizmetin ve eğitimin doğumu oldu:

YÜZAKI…

Müjdeli bir doğumdu bu.

Hemen hizmet kervanına yegâne mâh-ı tâbân rehberliğinde besmele çekildi.

Bu besmele;

Mütevâzı bir gönül besmelesiydi.

Gönül sultanlarının söz ikliminde öğrettiği bir besmeleydi.

Hazret-i Yûnusların, Hazret-i Mevlânâların, Şâh-ı Nakşibendlerin, Hazret-i Hüdâyîlerin besmelesiydi.

Musa Efendi Hazretleri’nin sonsuzluk besmelesiydi.

Erişilmez ufukların ve aşkın besmelesiydi.

Yüz akı bir besmeleydi.

Konstantinapol’ü İstanbul yapan bir fetih besmelesiydi. Medeniyetimizin tevhidler ve na’tler çağlayanlarına menba olan besmelesiydi.

Muhteşem bir mâzîden ihtişamlı yarınlara doğru azimli bir besmeleydi.

Küllenen tarihî güzelliklerin, haşmetli öz sanatımızın, unutulmaya başlayan söz vadisindeki inci gibi değerlerimizin ve bilhassa nebevî bir edebin besmelesiydi.

Kardeşlik ve muhabbetin ölümsüz besmelesiydi bu.

Âlemler Sultanı Efendimiz’e sevdayı tazelemek için çekilmiş bir mihrap besmelesiydi.

Hiç bozulmamış ve bozulmayacak olan yegâne ilâhî kelâmın, kitâb-ı mübînin, yani Kur’ân-ı Kerîm’in nurlu ekseninde pervâne ve tertemiz bir gayenin beslemesiydi.

Yüz akıydı;

YÜZAKI…

Niyetiyle, heyecanıyla, sevdasıyla, gayretiyle, hizmetiyle, eğitimiyle yüz akıydı.

Gönül sultanının nûruna hizmetçi bir coşkuyla yüz akıydı.

Medeniyetinin beşiğinde, ufukların eşiğinde…

Karınca adımları ile hizmete başlandı. Çok geçmeden sabırlı, azimli ve sebatkâr adımlar, yüce Rabbimiz’in lutfu ile büyüdü, büyüdü. Bir küheylân misali koşmaya mazhar kılındı. Daha bir hızlandı gayretler. Mevlâmız kanatlar nasip eyledi. Kuşlar misali bir sefere dönüştü Yüzakı yolculuğu.

İçinde eğitim bağları meydana geldi.

Sıra sıra çiçekler açtı.

YÜZAKI;

Hıfz-ı Kur’ân ile ümmetin en şereflilerinden olmaya namzet bülbüllerin şakıdığı bir gülistan oldu. Diken gelenler, gül gül yetişti.

Kimi geldi, tevbe ile yıkandı. Kimi geldi, îman testisinden kana kana hidâyet kevserleri içti. Kimi geldi, pınar oldu; kimi geldi, çınar oldu.

Herkes bir lutfa erişti.

Çıraklar ustalaştı. Ustalar dehâ ile yoğruldu. İslâm kütüphanesinin dergâhında; tasavvuf, tarih, edebiyat, şahsiyet ve toplumun öz kıvamı sayfalara ve fâtihan yüreklere yansıdı.

Bir çığır açıldı.

YÜZAKI…

Şimdi 100’üncü sayısında.

Hikmet-i ilâhî, herkesin gayr-i ihtiyârî bir şekilde; «100’üncü yılımız» dediği 100’üncü sayısında…

Çok şükür, artık o;

Sahasında vakur bir klâsik.

Mütevâzı bir otorite.

Attığı her adımda;

Yüz akıyla âhirete göçebilmenin daha canlı bir çırpınışı, eğitimi ve hizmetkârı.

Elbette;

Hiç şüphesiz ki;

Yüzakı’nın her adım ve neticesi, lütuf ve kerem sahibi olan Allâh’ın ikramı. Sadece O’nun ihsanı. Sonsuz elhamdülillâh.

Evet, hiç şüphesiz;

Gerçekleşen bütün hizmetler, ancak O’nun lutfu ve ihsanı sayesinde. Bizler ise, yine ancak O’nun lutfuyla sadece vesile kılınmış âcizleriz.

Daima;

Kādir-i Mutlak ve Fâil-i Mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak.

Bu şekilde;

Bizleri şerefli bir hizmete vesile kıldığı için her zaman O’na şükür borçluyuz, minnettarız, mahcubuz, meclûbuz. Yani hiçbir başarı, biz âcizlerin mahareti değil. Biz sade gayretler içinde duâlar ediyoruz ki, Yüzakı vesilesiyle Rabbim bizleri ömür boyu hidâyetlere vasıta eylesin! Gençliğin evlâd-ı fâtihân olarak yetişmesinde, muhafazasında ve inkişâfında kıymetli hizmetlere hepimizi muvaffak buyursun!

Âmîn…

Bütün mesele;

Zamanın menfî propagandalarından ve ruhları zehirleyen virüslü ortamlardan kendimizi ve neslimizi koruyabilmek. İnternetin zararlı sokaklarında taze dimağların kaybolmasını önleyebilmek. Kalpleri târumar eden kötü yayınların belâlı mayınlarından yavrucağızları uzak tutabilmek.

Hamd olsun;

Mayasını âyet ve hadislerden alan dertli makaleler, yanık şiirler, hikmetli hikâyeler, tarihî gerçekler, kıssalar, hattâ mânidar latîfeler, meçhule gönderilen mektuplar misali. O mektuplara çok güzel karşılıklar, çok sıcak cevaplar geliyor dünyanın her yerinden.

Tekrar tekrar elhamdülillâh…

Biliyoruz;

Gelinen nokta, kendimize izâfe edebileceğimiz bir vâkıa değil. Cenâb-ı Hakk’ın;

“Attığın zaman; Sen atmadın, Allah attı…” (el-Enfâl, 17) âyetinin gerçeği.

Bu âyetin ilk muhatabı;

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz. O Peygamberler Sultanı dahî böyle bir hatırlatmaya muhatapken bizler, zerre kadar bunun dışında olamayız.

Onun için siz okuyucularımızdan arzumuz, bizlere destek ve duâlarınızı eksik etmemeniz. Duâlarınızda; son nefesimize kadar Rabbimiz’in bizleri bu hizmette istihdam buyurmasını niyaz etmeniz.

Bizler de sizlere aynı duâ ve teşekkür hâlindeyiz.

Unutmamalı ki;

Bugün esas açlık ruhların açlığı. Belki dünyanın belli coğrafyalarında maddî açlıklar çok. Fakat yeryüzünün her tarafında büyük bir mânevî açlık var. Memleketimizin de asıl açlığı mânevî.

Anketlere göre;

Gençliğin mânevî açlık bakımından durumu endişe verici.

Geçmişi yüzde yüz inançlı olan bir halkın nesli içinde, şimdi bir hayli inanmayan zavallı evlâtlar var. Bir hayli boşlukta bocalayan çaresizler var. Kanlı ellerin kirli emellerinde kullandığı gayesizler var. Mü’min fakat şuursuz, namazsız, mâneviyatsız ve üstelik kötü alışkanlıkların çerçevesine mahkûm olmuş çok acınacak fotoğraflar var.

Gazeteler o fotoğraflarla dolu. Sokaklar, caddeler, doğu ve batı, kuzey ve güney o fotoğraflarla dolu.

Çoğu bilmese de;

Her biri bizler eliyle hidâyet kevseri bekliyorlar.

Aksi hâlde;

Geç kalınan her yürekte yaşanan ağır bir mâneviyat susuzluğu, ruhları öldürüyor.

Fırsat eldeyken, vakit varken;

Ellerimizde İslâm’ın yüz akı tertemiz hidâyet pınarlarıyla susuz ruhların imdâdına koşmak lâzım. En büyük farz, bugün bu.

Hidâyetlere vesile olmak.

İnsanları hidâyetle buluşturmak.

Boşluktaki gençliğe ulaşıp, onları sağlam bir îman zeminine ayak bastırmak.

Bunun için en birinci vazifemiz;

Cenâb-ı Hakk’ın ifadesiyle;

Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker… Allâh’ın istediği doğruları, güzellikleri ve iyilikleri emretmek, öğretip yaşatmak. Bir de, O’nun istemediği kötülüklerden men etmek / yasaklardan da sakındırmak…

Yüzlerin ak olması için şart bu.

YÜZAKI için şart.

Çünkü bu, Allâh’ın şartı:

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)

Öyleyse bu hususta;

“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Zira onlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân, 105)

İdrak eden gönüller;

Bu âyetlerin ışığında ölmeden önce yüzlerine mânevî bir ayna tutmalı. Çünkü;

“O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararmışlara; «İnanmanızdan sonra kâfir mi oldunuz? Öyle ise inkâr etmiş olmanız yüzünden tadın azabı!» denilir.” (Âl-i İmrân, 106)

“Yüzleri ağaranlara gelince, işte onlar Allâh’ın rahmeti içindedirler; orada ebedî kalacaklardır.” (Âl-i İmrân, 107)

«Yüz…»

İnsanın bütün hayatını beyan eden yönü.

Onun için;

Cenâb-ı Hak; mahşer meydanında tecellî ettireceği rahmet ve azabın alâmetini, pek çok âyette kullarının yüzlerinin ahvâli ile ifade buyurmuştur. Bu, mânâyı kudretli bir şekilde hissettirmek ve onun ciğerlere kadar işlemesini temin etmek için güçlü bir anlatıştır.

Çünkü insanda;

Onun içini ve dışını, aklını ve kalbini, hislerini ve düşüncesini, fikir ve inancını en güzel şekilde tam olarak yansıtan en belirgin ayna, yüzdür. Zira yüz, yaşayış mutfağında ne varsa olduğu gibi sergileyen bir vitrin gibidir.

Yani;

Yüzün hâli, her yönüyle insanın hâlidir.

Âdeta yüz;

İnsanın görünmez yönüne ait kimlik bilgilerini taşıyan en görünür yegâne bir belgedir.

Bu bakımdan, insanın pek çok vaziyeti, yüzü ile anlatılır.

Nitekim;

«Yüzünü gören cennetlik» diyebileceğimiz gerçekleri de hatırlatıcı nice mânâlarıyla birlikte; lisanımızda «yüz» kelimesi etrafında oldukça zengin söyleyişler oluşmuştur. Kur’ân-ı Kerim’de de insanların kıyametteki ahvâli iki grup hâlinde onların yüzleri itibarıyla gözler önüne serilmektedir. Tıpkı oradaymışız gibi seyrettirircesine…

Âgâh bir gönülle seyredelim:

Bu cihandan; yüz akı gayretler, amel-i sâlihler ve hizmetlerle ilâhî huzûra yüz akı ile çıkanlar, amel defterlerinde yüz aklığı gösterecekler, fânîde sabrettikleri çilelere karşılık ebedî bir lütuf, safâ ve mükâfat yüzü göreceklerdir. Rahmet ve afv-ı ilâhî kendilerine yüz gösterecek, cennet nimetlerine mazhar olarak onların yüzü gülecektir. Dünyada yüz aklığı içerisinde ne yapmışlarsa, hepsi, o şiddetli hüzün gününde kendilerinin yüzünü ağartacaktır. Her birine; «Yüzü ak olsun!» denilecek ve gözlerine hiçbir lekenin sıçramayacağı bir vuslatın yüzü açılacak.

İşte yüce Mevlâ’nın buyruğu:

“Güzel davrananlara daha güzel karşılık, bir de fazlası vardır. ONLARIN YÜZLERİNE ne bir toz (kara leke) bulaşır ne de bir horluk (gelir). İşte onlar cennet ehlidirler. Ve onlar orada ebedî kalacaklardır.” (Yûnus, 26)

Ancak;

Dünyada sabah nûruna rağmen gafletleri her nefes, yüzünden akanlar ve ilâhî gerçeklere âmâ olup da şeytan eliyle yüzü gözü açılanlar, sonunda yaptıkları ile yüz yüze gelecek ve sonsuz bir hakikat ile yüzleşecek.

O demde;

İnceden inceye görülen hesap karşısında yüzleştirildikleri kendi kötülükleri ile yüz yüze bakmaktan dolayı hepsinin nar gibi yüzü kızaracak. Hayattayken ilâhî emir ve yasaklar dolayısıyla onların her an yüzünden düşen bin parça olması ve her yüce vazifeye karşı hislerinin yüzü asılması dolayısıyla aslında ne hâle düşmüş oldukları yüze çıkacak ve her birinin yüzü karışacak, korkudan ânında yüzü allak bullak olacak ve fânî keyifler yüzünden hiçbir şeyi umursamayan o gamsızların mahşerde âdeta yüzü alabora olacak.

İşte âyet-i kerîmenin beyanı:

“Kötülükleri kazananlara gelince: Bir kötülüğün cezası, misliyledir. Onları bir zillet kaplar. Allah’tan kendilerini kurtaracak yoktur. SANKİ YÜZLERİ, gece parçalarından kaplanmış kapkaranlık… İşte bunlar ateşliktirler, o cehennem ateşinde ebedî olarak kalıcıdırlar.” (Yûnus, 27)

Onlar;

Âyetlere ve hadislere yüz çevirenler! Onlar, doğruluğun yüzüne bağıranlar! Onlar, dünya ve âhirete dair ikazlara karşı yüz surat davul derisi gibi olanlar. Nasihat edildiğinde; «Yüz surat hak getire!» dedirenler. Ölümün can eriten lisanına bile yüz surat mahkeme duvarı kesilenler. Hayatı, son nefese kadar, yüzü kasap süngeriyle silinmiş gibi yaşayanlar.

Onlar;

Her şeyde yüzünün derisi kalın diye kendilerine sanki bir şey olamayacakmışçasına ömrü şımarıkça tüketenler!

İşte onların;

“YÜZLERİNİ ateş bürüyecektir. Gömlekleri de katrandandır.” (İbrâhîm, 50)

Çünkü;

O yüzü karalar, yaşarken, şeytan cihetinden yüzüne tükürülmesini yağmur yağıyor sanırken rahmet cihetinden gelen tebessümleri azap yağıyor zannediyorlardı. Bu zanlarının tenceresinde yığdıkları bütün fikirler, idealler, hevesler, yaklaşımlar ve rotalar; neticede onların yüzünü kara çıkardı. Yeryüzünde onların yüzünü buruşturan gerçekler, yine onların yüzünü ekşiten hakikatler, şimdi hepsinin yüzüne çarpılan birer eyvah tokadıydı. Melekler de bunu onların yüzüne vurdukça, daha önce yüzüne karşı saygısız oldukları mânevî hususlar, şimdi acı ve acıklı bir şekilde onların kibir ve gururlarının yüzünü yere getiriyordu.

Bu hâlin tasviri de Kur’ân-ı Kerim’de çok açık:

“Melekler, YÜZLERİNE ve arkalarına vurarak ve; «Tadın yakıcı cehennem azabını» (diyerek) o kâfirlerin canlarını alırken onları bir görseydin!” (el-Enfâl, 50)

Hâlâ aynı yola sapanlar, kara kara düşünsünler:

“Melekler, onların YÜZLERİNE ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları vakit hâlleri ne olacak?” (Muhammed, 27)

İlâhî suale, ilâhî cevap şu:

“Onlar ebedî olarak lânet içinde kalacaklar. Artık ne kendilerinden azap hafifletilecek, ne de YÜZLERİNE bakılacak.” (el-Bakara, 162)

Yani;

Hazret-i Allah, onların asla yüzüne bakmayacak!

Onlar;

Kulluk hayatını yüzüne gözüne bulaştıran zavallı gafiller de, vaktinde bakmadıkları için artık ulvî müjdelerin yüzüne bir daha bakamayacak! Hiçbir şefaatçiden de yüz bulamayacak. Bu yüzden orada yüzde yüz perişan olacaklar. Bîçâre kalacaklar. Kurtuluşa ermiş olanlara koşup da her biri yüzünü kızartacak! Bu gecikmiş yüz etmek, yazık ki yüz geri edilecek. Hangi çareye koşsalar, hâlleri yine yüz üstü kalacak! Onların çirkin vaziyetini gören cennetlikler, asla yüz vermeyecek; «Sizlerin yüzünü şeytan görsün!» diyerek kendilerinden uzaklaşacak. Onlar mîzan başında ne kadar yüzsuyu dökseler de artık sadece azap ile yüz yüze kalacaklar, artık sadece can yakıcı alevler ile yüz yüze yaşayacaklar.

Orada onlar;

Daha önce fânîde sahip oldukları, fakat kıymet bilmeyip nankörlük ettikleri en basit bir nimetin, huzurun, rahatın bile yüzüne hasret kalacaklar. Dünyada hiç bakmadıkları ilâhî nasiplerin ebediyyen yüzünü göremeyecekler. Çünkü dünyada açık olan af kapısı, mahşerde onların yüzüne kapanacak! Cennet kapısı onların yüzüne kapanacak. Her türlü rahmet kapısı onların yüzüne kapanacak!

Her ne kadar kendilerinin yüzü seçilmesin diye uğraşsalar da o gün;

“Suçlular YÜZLERİNDEN tanınacak. Perçemlerinden ve ayaklarından tutulacak.” (er-Rahmân, 41)

O günde;

Yüz kiri bol, o perçemli tipler, artık yüz sabunu bulamayacaklar! Dünyada kendilerine yanlış bir yüz yapmakla ve isyancı bir yüz yazmakla nasıl bir çirkinlik hazırladıklarını görecekler. Fakat ne çare;

“Ateş, onların YÜZLERİNİ yakacak; orada suratları çirkin ve gülünç bir hâlde bulunacaklar.” (el-Mü’minûn, 104)

Artık;

Berrak bir sabah yüzü göremeyecekler! Burada sergiledikleri arsızlıklarından orada onların yüzü yere geçecek, hattâ yüzlerinin derisi yere geçecek! Kulakları, korkulu yüreklerinin azıcık da olsa yüzünü güldürebilecek bir müjde duymayacak! Çünkü en başta kendi amel defterleri onların yüzüne gülmeyecek! Böylece hiçbirinin sevinmek nâmına yüzünden kan damlamayacak, hiçbirinin keyif nâmına yüzüne kan gelmeyecek; hepsi de yüzü soğuk, hepsi de yüzü asılmış olarak yüzükoyun bir hâl içinde kahrolacak.

Rabbimiz’in ifadesiyle;

“Kıyâmet günü Allâh’a karşı yalan söyleyenleri görürsün; YÜZLERİ kapkara kesilmiştir. Büyüklük taslayanlar için cehennemde bir yer mi yok!?” (ez-Zümer, 60)

“O gün onlar (meleklerin); «Tadın neymiş cehennemin dokunuşu!» (alayları altında) YÜZ ÜSTÜ ateşe sürüklenecekler!” (el-Kamer, 48)

Velhâsıl bu şekilde;

“Nice YÜZLER; o gün asıktır, ekşi ve buruşuktur. Anlar ki kendisine bel kemiklerini kıracak çok belâ(lı bir iş) yapılacak.” (el-Kıyâmet, 24-25)

“O gün nice YÜZLER, toz toprak içindedir. Hüzünden kapkara kesilmiştir.” (Abese, 40-41)

“Nice YÜZLER; o gün eğilmiş, zillete düşmüştür. Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur.” (el-Ğâşiye, 2-3)

İşte Hak katında kötü ve kara yüzlerin ahvali!

Korkunç ve ürkütücü!

İğrenç ve gülünç vaziyette.

Dünyadaki bütün çalışmaları da, boşuna bir yorgunluk!

Allah, öyle yüzlerden etmesin!

Ancak;

Yüzü ak olanlardan eylesin!

YÜZAKI eylesin!

Çünkü sadece;

Yüzü ak olanlar, amel defterleri kapanmaya yüz tutmadan önce ilâhî mes’ûliyetlere yüz tutarlar. Kullar arası muamelelerini; «Yüz yüzden utanır.» diyerek düzgün ve yüzü sıcak bir şekilde yürütürler. Âhirete kul hakkı götürmezler. Hak katında yüz kızartıcı olan her türlü davranıştan kaçınırlar. En ihtişamlı başarılar karşısında da böbürlenmez, daima yüzü yerde yaşarlar. Fakat şeytan ve nefse karşı yüzü pek olurlar. Sadece hayır ve iyiliklere karşı yüzü yumuşak dururlar. Bir doğruyu yüz kere söyletmezler. Yüze gülücü fakat arkadan sırıtıcı değillerdir. Bayağı kimselerle ve süflî işlerle yüz-göz olmazlar. Vara şükür, yoğa kanaat ederler. Kārun gibi mal-mülk ve makam peşinde yüz bulunca astar isteyen bir gaflet ve cehâlet sergilemezler. Kâinâtı da, ilâhî kelâmı da, insan gerçeğini de hem ezber hem yüzünden okurlar. Böylece ezeldeki cemâlin yüzünü unutmazlar. Böylece sonsuz vuslatın yüz görümlüğü için armağan olarak can verirler. Böylece yüzüne bakmaya kıyılmaz bir mânevî güzelliğe ve yüce bir sonsuz nasîbe mazhar olurlar.

İşte;

“(O) YÜZLER, o gün ışıl ışıl parıldar. Rabbine bakar.” (el-Kıyâmet, 22-23)

“O gün (O) YÜZLER, pırıl pırıl parlarlar. Gülerler, sevinirler.” (Abese, 38-39)

“O gün (O) YÜZLER, nimet içinde mutludurlar. Yaptıklarından dolayı hoşnutturlar. Yüksek bir cennettedirler.” (el-Ğâşiye, 8-10)

Çünkü onlar;

Ömür boyu, sadece yüce dergâha secde secde yüz sürmüşlerdir. Bu sebeple;

“Onların nişanları YÜZLERİNDEKİ secde izidir.” (el-Fetih, 29)

Yine Mevlâmız’ın buyurduğu gibi;

“Onların YÜZLERİNDE, nimetlerin sevincini görürsün.” (el-Mutaffifîn, 24)

Hâsılı;

Yüce Rabbimiz, hepimize işte böyle bir yüz nasip eylesin!

İşte bu mânâlar içinde;

Ne mutlu yüz akıyla âhirete göçebilenlere!