BİR BEREKET DERYASI… GÖNÜL HİZMETLERİ…
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
Üsküdar’ın tarihine ayrı bir değer katan, şirin ve mütevâzı bir camide yaz kurslarında hocalık yapıyordu. Görünüşte sıradan bir gündü; lâkin kalbi, göğüs kafesini zorlarcasına çarpıyordu. Çünkü o gün, yaz başında girmiş olduğu üniversite imtihanının neticeleri açıklanacaktı.
Neticelerin ilân saati geldiğinde gençlik derneğinde bilgisayarın başında hazırdı. Bilgisayarın başındaki hocası, neticeyi öğrenmiş ama karşılığının adını koymadan müjdeyi vermeme noktasında inadı dayamış vaziyette idi. Hatırı sayılır bir müjde bedelinden sonra, İstanbul’da bir üniversitenin edebiyat bölümünü kazandığını öğrendi. Sonuç sayfasında kendi adının altında, hayal ettiği fakültenin adını görmek, onu tarifi mümkün olmayan bir sevince boğmuştu. Haberi ailesiyle paylaşır paylaşmaz; soluğu, lise yıllarında peşinden ayrılmadığı Ali Ağabeyinin yanında aldı. Fakülteyi ve kazandığı bölümü duyunca Ali Ağabeyi, onun hayatına bambaşka bir kapı araladı:
–Demek öyle Hüseyin. Mâşâallah! Madem bu bölümü kazandın o zaman sana bir tavsiyem ve ağabeyin olarak tek bir ricam var.
–Buyur ağabey, başım-gözüm üstüne…
–Şu numarayı ve adresi sağlam not al, hattâ hâfızana nakşet.
–?!.
–Yazıyor musun?
–Evet ağabey, kime ait bu bilgiler?
–Bu bilgiler; bizim fikirlerinden ve şiirlerinden çok istifade ettiğimiz bir ağabeyimize ait. Kendisi, ardınca gidilecek örnek bir hâfız ve edebiyatçıdır. Artık; kapısının eşiğine mi yatarsın, gönül tahtına mı oturursun bilemem! Ama ne yaparsan yap, asla peşini bırakma!
–Tamamdır ağabey, mesaj alınmıştır! Allah râzı olsun!
Hüseyin, ilk fırsatta bitiverdi adresini aldığı bu edebiyat mekânında. Kendisine tarif edilen bu mekândan ve sakinlerinden çok etkilenmişti. Artık bu şiir meclisi, bir sükûnet limanı olmuştu kendisi için. Fakültedeki dersleri dışındaki zamanını buraya ayırıyordu. Şiir mahfilleriydi, edebî hasbihâllerdi derken Hüseyin de bu mütevâzı yapının bir ferdi olmuştu âdeta.
Hüseyin, samimî gayretleriyle kısa zamanda kendini sevdirmeyi bilmişti çevresine. Ağabeyleri, okul haricindeki zamanlarında kendisine yarım zamanlı bir iş ayarladılar. Hüseyin, civarın fukarâsına ve bir Kur’ân kursuna hizmet etme maksadıyla kurulmuş bir derneğin bazı küçük hesaplarını takip edecek ve gelen misafirleriyle ilgilenecekti. Bu vazifeye adapte olması fazla sürmedi…
Fakülte hayatı, dernek hizmetleri, edebî sohbetler derken bambaşka bir hayata yelken açmıştı.
Bu aynı şeyi söyleyen, aynı dâvâya gönül veren güzel insanlar arasında öyle eşsiz güzelliklere şahit olmuştu ki, saymakla bitmezdi…
Dernek hizmetlerine başladığı ilk aylardı. Bir gün derneğe orta yaşlı, her hâlinden edep süzülen bir misafir geldi. Gönlü doluların gözünü de dolduran şu hâdiseyi aktardı:
“Hocam, geçen gece çok tedirgindim. Zihnim; «Evlâdım yemek seçerdi, öyle her şeyi de beğenmezdi. Acaba nasıl yaptı? Karnını doyurabildi mi? Yoksa aç mı yattı? İnşâallah hocalarını üzmemiştir. Hiç aramadı da ama…» düşünceleri ile meşguldü. Bu hâl üzere uykuya dalmışım. Rüyamda Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri’ni gördüm. Bana;
«–Evlâdım! Müsterih ol! Onların karnını ben doyuruyorum…» buyurdular. Ben de bu güzel hâtırayı sizinle paylaşmak, teşekkür etmek istedim ve memleketten atlayıp geldim. Allah sizden ve emeği geçen hocalarımızdan râzı olsun…”
Bu ibret dolu ifadeler, bambaşka tesirler bırakmıştı Hüseyin’de…
Derneğin çalışmaları ve hocaların gayretleri ile hâfızlık yapan talebelerin sayısı günden güne artıyordu. Tabiî bu artış, ister istemez bazı maddî sıkıntıları da beraberinde getiriyordu. Bu ihtiyaçları karşılama uğraşında oldukları bir kış günüydü. Bir gönül ehli misafir geldi. Tesadüf ki o gün, peşinden ayrılmadığı edebiyat hocası da derneği ziyarete gelmişti. Hüseyin, misafirlerini en iyi şekilde ağırlamak için etraflarında pervane olmuştu. Mutfakta meyve hazırlarken hocası yanına geldi. Usulca;
“–Elinizde kışlık bir palto var mı? Misafir ağabeyimizin durumu çok zayıf ve şu soğuk günde paltosuz… Meyveyi ben hazırlarım, hemen bir bakıver…” dedi.
Hüseyin hemen depoya fırladı; ama ellerinde böyle bir palto veya pardösü kalmamıştı. Çaktırmadan çarşıya indi ve nazının geçtiği, bir esnaftan veresiye bir pardösü aldı.
O günün parası ile 70 liralık bir pardösü idi. Kan-ter içinde derneğe geldi ve pardösüyü o kıymetli misafirine takdim etti. Hediyesini zar zor kabul ettirmişti. Misafir müsaade aldıktan sonra, hocası ile tatlı bir hasbihâle daldılar. Aradan belki de 10-15 dakika kadar kısa bir süre geçmişti ki derneğin telefonu çaldı. Gelen bir hayır haberiydi Cenâb-ı Hâk, bu küçük hayrı kat kat misliyle mükâfatlandırmıştı. Bu tatlı ânı, gözyaşları içinde paylaştı hocasıyla…
Elhamdülillâh, faaliyetler meyve vermeye, talebeler boy boy serpilmeye, kursun hâfızları dereceler getirmeye başlamıştı. Lâkin bu tekeri döndürmek kolay değildi. Hocalar, gönüllüler, canını eritiyor, yine de kimseye hissettirmeden bu yükün altından kalkmaya çalışıyorlardı.
Bir gün derneğin yoğun koşturmalarından dolayı edebiyat dergisindeki hasbihâle biraz gecikmeli iştirak etmişti. Hasbihâl bambaşkaydı. Her bir cümle, hayatın keskin virajlarını karanlıktan kurtaran bir ziyâ mesâbesinde idi. Bu tür meclislerde hocası, sanki sırf kendisine hitap ediyor gibi gelirdi. İçinde bulunduğu her hâlin cevabını alırdı. O gün de yine böyle bir cümle taçlandırmıştı hasbihâli:
“Sıkıntılar, Allâh’ın hazinelerinin anahtarları gibidir!”
Bu cümleyi duyduktan sonra; «İşte bu!» dercesine derin bir nefes aldı. Gönül dili, duygularına tercüman olmuştu:
“Demek ki doğru yoldayız, devam…”
Ertesi gün, hummalı bir çalışma… Hafta sonu… Dernek için yoğun bir misafir akını vardı, bir yandan da gelecek hafta fakültenin bitirme imtihanlarının olduğu bir haftaydı. Fırsat kollayıp derslere biraz göz atmaya çalıştığı bir anda bir telefon çaldı:
–Hüseyin ağabey, yurt dışından 15 kişilik bir misafir grubu geldi.
Misafir baş tâcı; tüm işler bir yana, misafirler bir yanaydı…
–Tabiî abim, bekletmeyin hemen gönderin.
Her misafir ayrı bir bereketti. Yalnız bu seferki takdîr-i ilâhînin göstere göstere bir tecellîsi idi.
Misafirler; kurs, dernek ve faaliyetler hakkında bilgi alıyorlardı. Bu arada talebelerden biri ikram getirdi. Hüseyin ikramı takip ederken misafir ağabeylerin ikisi bir kaş göz işaretiyle birbirlerini onayladılar. Bu onaylaşma Hüseyin’in dikkatinden kaçmadı. İkramı yapan talebe çıktıktan hemen sonra içlerinden biri söz aldı:
–Hocam, ilgilendiğiniz talebeler için küçük bir emânet hazırlamıştık. Elbet yeterli değildir ama lütfen kabul ediniz.
–Estağfirullah ağabey. Emin olun; o, Allah katında çok ama çok değerli… Şu günlerimiz de âdeta yarım hurmanın on bin dirhemi geçtiği günler gibi… Allah râzı olsun.
Hüseyin zarfı aldı ve çekmecesine koydu. Misafirler, duâlarla ayrıldı. Misafirlerin yaptıkları bağış dövizdi, hemen bir genci dövizciye gönderdi. Genç, dönüşte makbuzu Hüseyin’in önüne koyduğunda Cenâb-ı Hakk’a hamd ve şükretmekten başka hiçbir şey, bu âna kifâyet edemezdi. O gün için derneğin ihtiyacı olan miktarla, misafirlerin yaptıkları bağış miktarı, kuruşu kuruşuna aynı idi…
Bu ibret dolu hâdiseler, Hüseyin’i her gün biraz daha pişirmişti. Bu tertemiz niyetler ve bu samimî gayretlerin her biri; arzu edilen bir nesil yetiştirmek içindi.
Aradan 7-8 yıl gibi, böylesi büyük hedefler için, kısa bir süre geçmişti. Hüseyin, hocaları ile birlikte çok müstesnâ bir ekip oluşturmuşlardı. Artık dünyanın dört bir yanına hizmet götüren çalışmalara öncülük eden bir yapı hâline gelmişlerdi. Fakülte yıllarında çektiği samimî besmele, kendisini nerelere ulaştırmıştı.
Vakit, gayretleri en üst seviyeye taşıma ve şükür secdelerine kapanma vaktiydi…