Tarihin Akışında Bir Dönüm Noktası: İSTANBUL’UN FETHİ

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Stratejik önemi dolayısıyla, çeşitli zamanlarda istîlâ tehdidine maruz kalan İstanbul (eski adıyla Konstantinopolis); milâttan önce 194 yılında Roma İmparatorluğu’na geçmesinden sonra da, yirmi yedi defa kuşatılmıştır. Bunlardan on üçü, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdesine nâil olabilmek sevdasıyla taçlanmıştır. Ancak bir eşi daha olmayan, koruyucu surlardan meydana gelen müdafaa sistemi, bu imparatorluk merkezini bütün saldırılardan kurtarmıştır. Şehri âdeta zırh gibi saran üç kat muhkem sur ve arada bulunan yedi metre derinlik ve genişlikteki su kanalı, bu nâdîde çiçeği, asırlarca her türlü saldırıdan mahfuz tutmuştur. Tâ ki; Fatih Sultan Mehmed Han’a kadar.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Konstantiniyye’yi fetheden askere dair duâ ve müjdesine nâil olabilme hasreti; ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtından itibaren, gönülden gönüle bir sevda çağlayanı hâlinde devredip durmuştur. Mihmandâr-ı Rasûlullah Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- Hazretleri, bu aşkla, seksen küsur yaşında buraya koşmuş; surların dibinde şehid düşerek, diğer mübârek sahâbîlerle beraber bu toprakları şereflendirmişlerdir. Bu akınlar; kendilerini, câhiliyye karanlığında yaşayan insanları, asr-ı saâdetin rahmet iklimi ile buluşturmaya adayan sonraki nesillerde de devam etmiş; nur meş‘alesi, hiç solmamıştır. Osmanlı’da da; Yıldırım Bâyezid ve İkinci Murad Han zamanlarındaki kuşatmalar, çeşitli gāileler yüzünden akîm kalmıştır. Mukadderât; Fatih Sultan’ı, Bizans için hazırlamış; o da fatihini beklemiştir.

Daha Orhan Gazi zamanında Rumeli’ye geçen Osmanlılar, fetihlere devam ederek, Balkanlar’a doğru yayılmışlardı. İstanbul ise, fevkalâde kuvvetli müdafaa sistemi sayesinde, memleketin ortasında bir çıbanbaşı gibi kalmıştı. Ancak; «Bizans entrikaları» dipdiri işliyordu. Anadolu’daki birliği bozuyor; beylikleri Osmanlı’ya karşı tahrik ediyor; devlet içinde fitne çıkarıp, şehzadeler arasında taht mücadelesini körüklüyor; Rumeli’deki harekâtı kısıtlıyor; haçlı seferlerini kışkırtıyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in asırlardır rehber olan mübârek müjdeleri çerçevesinde; artık iyice cerâhat toplayan bu çıbanı yok etmek ve devletin iki yakasını bir araya getirmek elzem hâle gelmişti.

Fatih Sultan Mehmed Han, daha çocukken İstanbul’a sevdalanmıştı. Bir gün hocası, gece vakti onun odasında ışık yanmakta olduğunu görünce merak saikı ile yanına girer. Önünde birtakım evraklar bulunan Şehzade Mehmed; hocasının sorması üzerine, sır olarak kalması kaydıyla, «İstanbul’un fethi projeleriyle» meşgul olduğunu söyler. Babası Sultan İkinci Murad Han, Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin İstanbul’un fethi için işaret ettiği Şehzade Mehmed’in, devrin en mükemmel hocaları elinde, fevkalâde kuvvetli bir eğitimle yetişmesine dikkat etmişti. Gönül eğitimini Akşemseddin Hazretleri’nden alan Şehzade Mehmed; diğer ilim dallarında da Molla Hüsrev, Molla Gûrânî, Molla Yegân, Hızır Çelebi, Hocazâde gibi yüksek ulemânın elinde yetişti. Sultan Mehmed Han on dokuz yaşında devletin başına geçtiğinde; yedi dil bilen dirâyetli bir idareci, mahir bir kumandan, âlim, edip ve gönül ehli bir şahsiyetti. Avnî mahlâsıyla yazdığı bir şiirinde, yüce mefkûresini şöyle terennüm ediyor:

İmtisâl-i câhidû fillâh olubdur niyyetim,
Dîn-i İslâm’ın mücerred gayretidir gayretim.
Enbiyâ vü evliyâya istinâdım var benim;
Lutf-i Hak’dandır hemân ümmîd-i feth u nusretim.

Sultan Mehmed Han, tevekkülünün gereği; askerî harekâttan önce, fetih için gerekli bütün tedbirleri, dirayet ve basîretle noksansız bir şekilde tamamlamıştır. Buna yönelik olarak; Anadolu’daki beyliklerle anlaşıp bu tarafı sağlama almış; sonra Avrupa’daki bazı devletlerle barış anlaşmaları yaparak, Bizans’a gelecek yardımları önlemeye çalışmıştır. Karada ve denizde bütün ulaşım ve ikmal yollarını kontrol altına almış; orduyu, en mükemmel bir şekilde teçhiz etmiştir. Bu cümleden olarak; o zamana kadar görülmemiş kudrette toplar ve tekerlekli kulelerle, şehri koruyan surları alt etme imkânı hazırlanmış; bizzat Sultan’ın îcâdı olan havan topları ile surların gerisi de atış sahasına alınmıştır. En mühimi de; başta Akşemseddin Hazretleri olmak üzere, gönül ehli zevâtın tasarruf ve gayretleriyle, ordunun mâneviyâtı doruğa çıkarılmıştır. Bütün sebeplere tevessül edildikten sonra da, cihad rûhunun ulviyeti muktezâsınca, şehrin barış içinde teslimi talep edilmiştir.

Bizans İmparatoru’nun, şehrin teslimini kabul etmemesi üzerine;

“Ya ben İstanbul’u alırım; ya İstanbul beni!” diyerek varlığını ortaya koyan Sultan Mehmed Han’ın, 6 Nisan 1453 tarihinde başlattığı kuşatmaya, bendini yıkan su misâli başlayan taarruza, bu şehrin dayanması mümkün olamazdı. Yahya Kemal BEYATLI, bu fetih ordusuyla beraber şöyle coşuyor:

Ey leşker-i Müfettihu’l-Ebvâb vur bugün,
Feth-i mübîni zâmin o tebşîr aşkına!
Son savletinle vur ki açılsın bu sûrlar!
Fecr-i hücûm içindeki tekbîr aşkına!

Boğaz’dan Bizans’a yardıma giden bir konvoyu donanmanın durduramaması üzerine, atını hırsla denize süren Sultan Mehmed Han’ı yolundan ne alıkoyabilirdi? Bir marşta da terennüm edildiği üzere; bu hasretle;

Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden!

Zirvede bir îmanla; bir gecede yetmiş iki parça gemiyi, Tophane’den kızaklarla kaydırarak, Kasımpaşa’dan Haliç’e indiren azmin önünde kim durabilirdi? Nitekim durulamadı. Eyyûb Sultan Hazretleri’nin kabr-i şerîfini keşfen bulan Akşemseddin Hazretleri’nin işaretiyle, 29 Mayıs sabahı büyük hücuma geçildi; Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının sancağı Topkapı surlarına dikmeleriyle, Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in müjdelediği büyük fetih gerçekleşmiş; Bizans, İslâm’a açılmış oldu.

Fatih Sultan Mehmed Han fetih nutkunda askerlerine şöyle hitap eder:

“Ey kahraman mücâhidler! Allâh’a hamd olsun. İşte bundan böyle sizler Konstantiniyye fatihlerisiniz. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın medih buyurduğu şerefli askerler sizler oldunuz; gazânız mübârek olsun!

Asla çocukları, din adamlarını, sizinle harp etmeyen kimseleri öldürmeyin, kadınlara dokunmayın ki, Peygamberimiz’in size lâyık gördüğü şerefin ehli olasınız!”

Sultan; maiyyetiyle şehre girerken, önüne çıkan bir dervişe fetih vâkıasını şöyle izah eder:

“Derviş baba; bir harp, duâ askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse, zafere ulaşır. Duâyı bırakanları cehennem bekler; kılıcı bırakanlara da yazık olur. Zaferin sırrı Peygamber Efendimiz’in yolundan gitmektir.”

Fatih Sultan, etrafındakilere, gönlünden taşan sevinci de;

“Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethinden değil; Akşemseddin Hazretleri gibi aziz ve mübârek bir Allah dostunun, benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır.” diye aksettirir.

Fetih hakkı olarak, Ayasofya Kilisesi cami hâline getirilip, ilk Cuma namazı burada kılınır. Fatih Sultan Mehmed Han nebevî ahlâkın takipçisi olarak, yerli halka umumî af ilânıyla din ve inanç hürriyeti tanır. İstanbul’un derhâl imarına başlanır; idarî ve medenî müesseseler süratle kurularak, kısa zamanda dünyanın idarî merkezi hâline getirilir.

Asırlarca Osmanlı cihan devletinin başşehri ve nizâm-ı âlem dâvâsının icrâ merkezi olan İstanbul’dan bugüne ne kaldı? Batılı seyyahların öve öve bitiremedikleri cemiyet hayatımız hakkında, bugün de aynı sitâyişkâr sözler söyleniyor mu?..

Dünyevî (seküler) cereyanların kararttığı kalpler; bencillik, tamah ve katılık gibi kat kat surlarla çevrilmiş; yeniden fethedilmeye, rahmet iklimine açılmaya muhtaç. Bu cümleden olarak; maalesef bir fetret devri kargaşası yaşayan cemiyetimize, bilhassa memleketimizin istikbâli olan gençliğimize, gönül ehli şairimiz Ârif Nihad ASYA, Fetih Marşı’nda şöyle haykırıyor:

Yürü; hâlâ, ne diye oyunda oynaştasın?
Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!