KİTAP DELİSİ BİR DEHÂ

YAZAR : İlyas KAYAOKAY okaykaya_1991@mynet.com

Ali Emîrî Efendi, 1857 senesinde Diyarbakır’da tevellüd etmiş olup ömrünü âdeta sahaflar arasında geçirmiş bir kitap sevdalısıdır.

Ben istemem hadîka-i sahrâ-yı matlabı
Yâ Rab kitâb-ı feyze beni eyle âşinâ

diyen Emîrî, kitap aşkıyla yanıp tutuşan bir insandır.

Dîvân-ı Lügāti’t-Türk gibi, Göktürk Kitâbeleri değerinde bir eser; Türk lisan ve kültürüne, onun dikkati ve gayreti ile kazandırılmıştır.

Kendi dilinden kitabın macerası şöyledir:

“Âdetim veçhile haftada iki-üç kere sahaflar çarşısına uğrar, yeni bir şey var mı diye kitapçılara sorarım, dün de uğradım. Kitapçı Burhan Bey’in dükkânında oturdum;

«–Bir şey var mı?» dedim. Kitapçı:

«–Bir kitap var ama sahibi otuz lira istiyor. Bu kitap bana geleli bir hafta oldu.»

Emîrî Efendi kitabı eline alıp inceleyince kendinden geçer.

«–Bu kitabın otuz lira değil otuz bin lira değeri var. Dünyada eşi-benzeri görülmemiş bir Türk kāmûsu ve grameri» diye kendi kendine düşünerek kitapçıyı şımartmamak adına nazlı davranır:

«–Dağınık bir eser… Acaba tamam mı değil mi? Hem de müellifi Kâşgârlı bir adam imiş, kimdir, necidir? Belli değil. Sarı çizmeli Mehmet Ağa… Mamafih ne de olsa bir eserdir, on beş lira veririm.”

«–Hayır, arz ettiğim gibi kitap benim değildir. Benim olsaydı verirdim fakat sahibi otuz lira istiyor. Almayacak olursanız sahibine iade ederim.»

«–Peki bunun sahibi kimdir?»

«–Yaşlıca bir hanımdır. Kendisi acûze bir kadındır. Alacak isen bu kadına da iyilik etmiş olursun.»

«–Evet, şimdi işin şekli değişti. Bir kadına yardım bir vazifedir. Peki, kabul ettim kitabı alıyorum.»”

Lâkin Ali Emîrî’nin cebinde yalnızca on beş lira vardır. O anda içinde bir korku olur. Paranın üstünü tamamlamak için eve gidecek olsa kitap dükkânda kalacak;

“Ya biri gelip alırsa…” diye düşünmeye başlar. O zaman;

“Allâh’ım bir dost gönder, bana yardım etsin. Beni bu kitaptan ayırma!” diye duâ eder. İki dakika sonra bakar ki dostu Faik Reşad Bey oradan geçiyor hemen çağırmış ve ondan gizlice yirmi lira borç para istemiş. Ancak Faik Reşad’da da on lira varmış onu verip evden para getirmeye gitmiş. Parayı tamamlayınca kitabı almış, üç lira da bahşiş vermeyi unutmamış. Ancak yine içinde bir korku peydâ eder:

“Acaba ya Burhan Bey pişman olursa ve arkamdan gelip kitabı geri isterse…”

Neyse ki korktuğu başına gelmez. Kitabı alır ve evine götürüp incelemeye başlar ve kitap hakkında şu kanaate varır:

“Bu kitap değil, Türkistan ülkesidir. Türkistan değil bütün cihandır. Türklük, Türk dili bu kitap ile revnak kazanacak. Arap dilinde Sîbeveyh’in «Kitâb»ı ne ise bu da Türk dilinde onun kardeşidir. Türk dilinde şimdiye kadar bunun gibi bir kitap yazılmamıştır. Bu kitaba hakikî kıymet vermek lâzım gelse cihanın hazineleri kâfî gelmez.

Bu kitap ile Hazret-i Yûsuf arasında benzerlik vardır. Yûsuf’u arkadaşları birkaç akçeye sattılar. Fakat sonra Mısır’da ağırlığınca hazinelere satıldı. Bu kitabı da Burhan bana otuz üç liraya sattı. Fakat ben bunu birkaç misli ağırlığında elmaslara, zümrütlere veremem!”

Hakikaten de öyle olmuştur. Macar âlimleri yüzlerce altın verdiler yine de Emîrî Efendi kitabı satmadı.

Daha sonra başta hemşehrisi Ziya GÖKALP olmak üzere Fuat KÖPRÜLÜ gibi önemli sîmâlar bu kitabı görebilmek için oyun üstüne oyun tezgâhladılar. Bu kitap meselesi yüzünden Fuat KÖPRÜLÜ ile hayatının sonuna kadar husûmetli oldular. Hattâ bir dergi çıkarıp onun hakkında ağır ifadelerle dolu kıt’alar dahî yazmıştır. Sonraki yıllarda bu kitabı düzgün ve güzel bir şekilde neşretmek Besim ATALAY’a nasip olmuştur.

Bu büyük hizmetin sahibine vefâ göstermek, milletimizin boynunun borcudur. Ondan bir beyitle bitirelim:

Bulmadım dünyâda gitti kendime bir âşinâ,
Hamdü lillâh âşinâ ders ü kitâb oldu bana…