SOSYAL PAYLAŞIMDA SINIRLI HÜRRİYETİMİZ

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Sosyal paylaşım modern bir hâdise.

İnternet, çet, anlık haberleşme programları derken günümüzde yazı, fotoğraf ve video paylaşılabilen sosyal paylaşım siteleri hayatımızda daha geniş yer tutar oldu. Cep bilgisayarları, konuyu hayatın bütününe aktardı.

Oldukça yeni olan bu sahanın edebi ve âdâbı henüz oturmadı. Şu an akıp giden şeklinde, geleneklerimize aykırı hâller var.

Meselâ, insan yediği-içtiği ile övünür mü? Bizim medeniyetimizde olmaz. Fakat bu âlemde, ben şu meşhur restorandayım / kafedeyim şeklinde çok anlamsız paylaşımlar yapılabiliyor. Hattâ masaya gelen pastanın, böreğin resmini çekip paylaşmak gibi eskiden «görgüsüzlük» olarak adlandırılabilecek ahval bile yaygın.

Yine tevâzu kültürümüze de aykırı bir hâli var. El-âleme nisbet yapma diye adlandırabileceğimiz tavırlar çok. Cilâlı isimler, havalı resimler…

Keşke bu kadarıyla kalsa… Maalesef, dînen daha mahzurlu paylaşımlar da var.

Meselâ mahremiyet…

Gerçek hayatta, nâ-mahrem kadınlarla arkadaşlığı olmayan birçok kişi; -nasıl olsa sanal âlem- diyerek tanıdığı-tanımadığı kadınlarla sosyal paylaşım sitelerinde arkadaş oluyor, açık veya gizli görüşüyor. Sosyal paylaşımdaki dikkatsizliklerle başlayan, sonunda yuvaların bozulmasıyla sonuçlanan hâdiseler git gide çoğalıyor.

Dindar hanımların mühim bir kısmı; sosyal paylaşımda fotoğraf koymamaya dikkat ederken, bir kısmı da özel sayılabilecek fotoğraflarını paylaşmaktan çekinmiyor.

Düşünürsek; hanımların örtmek mecburiyetinde olmadığı yüzün, aslında insanda en mühim, en bâriz yer olduğunu görürüz. Fıkıhta da, mahkemede şahitlik etmek ve benzeri emniyet tedbirleri sebebiyle yüzü açıkta bırakmanın caiz olduğu belirtilir.

Yüzü örtmek farz değilse de, fotoğraflayıp herkesin temâşâ, arşiv ve paylaşımına açmak da farz değil!..

Yakın zamanlara kadar nikâh-düğün gibi ömrün en mühim anlarını fotoğraflamakta, ya tamamen vazgeçerek yahut kadın tab edici arayarak hassasiyet gösteren İslâmî kesimde bu sahada tehlikeli bir «genişleme» var.

Sosyal paylaşımda yaşanan bir sıkıntı daha var:

Paylaştığınız şeyler, aynı zamanda bir tavsiye…

Protesto etmek için paylaşıyor kişi; fakat okunmaması, bakılmaması, seyredilmemesi gereken bir şeyi yaydığının farkına varamıyor. Hâlbuki reklâmın iyisi kötüsü olmaz. Falanca kanal, o görüntüyü yüz binlere, milyonlara neşrettiği için ona kızıyorsun, sen de ağındaki yüzlerce kişiye neşretmiş olmuyor musun?

Bir de hürriyet meselesi var.

Sosyal paylaşımın ilmihâl ve âdâbını oluşturmakla ilgili genel mesaj ve misallerden sonra konuyu o noktaya daraltalım:

İslâmiyet’in ahlâk ve prensiplerini yüzde yüz yaşamak, takvâ üzere bir hayat sürmek büyük bir ideal… İslâmiyet yüzlerce prensiple, hayatın her alanını belirliyor. Hele takvâ seviyesinde, şüpheli şeylerden de kaçınma kuralı, kötülüğe giden yolları kapatma yani sedd-i zerâyi‘ kaidesi, müslümanın hayatını helâl, mubah çizgileriyle daraltıyor. Surlar, çitler arasına alınan bu bölge, aslında bir cennet. Fakat insan, hem dıştan görünen dünyasıyla hem de iç âlemiyle, o sınırların içindeki cennette yaşamayı benimsemeli…

Günümüzdeki gibi, İslâmî yaşayış endişesinden oldukça uzaklaşmış, batılılaşmış bir toplumda ise, dînen mahzurlu birçok şey, gayet masum gibi dolaşıyor.

İşte sosyal paylaşımda bu sınıfa giren şeylerin paylaşımı ciddî bir problem…

Meselâ, aylarca, yıllarca tarihî şahsiyetleri karalayan dizilerdeki yalanların eleştirisi yapıldı. Fakat, o diziler; tarihe daha sâdık olsalar da, açık bir kadını sergiliyorlarsa onu seyretmek; dîni takvâ boyutunda yaşama gayretinde olan bir kişi için mubah mıdır?

Müzik veya mûsıkî, cevazı başlı başına tartışma konusu olan bir mesele… Biz Gazâlî görüşü diye özetlediğimiz, muhtevâ ve verdiği tesire göre hükmünü belirleyen görüşteyiz diyelim; iyi de, o teşhirci klipler, o küfür kokan sözler, fikriyat ve hissiyatları «biz»den fersah fersah uzak kişiler bir müslümanın paylaşımında yer alabilir mi?

İslâm’ın hassas prensiplerinden ne kadarını ne ölçüde hayata geçirebildiği; meşhur tabirle, kişinin kendisi ile Allah arasında bir mevzudur. Fakat paylaşım, işi değiştiriyor. Çünkü paylaşım, reklâm… Paylaşım, özendirme… Kişinin toplumdaki kimliğine göre bazen bir tasvip, bir onaylama…

Fertlerin özel hayatlarına karışmak doğru değil. Fakat özel hayatlarını paylaşarak genele taşıyanlara; «Bu yaptığın üzerinde düşün!» demek de bizim vazifemiz. Bu sıkıntılı yazı, bu vazifeyi ifâ etmek maksadıyla yazıldı.

Hukukta da paylaşım ve ilân farkı vardır:

Bir şahsa apartman girişinde hakaret etmenizle, ona gazete sütunu veya internet bloğu üzerinden sövmeniz aynı derecede cezalandırılmaz. Medya üzerinden işlenen suçlar 5 katına kadar artırılır.

Neden?

Etkisi, şahidi daha çok olduğu için.

Dinde de böyle…

Dalâlet, paylaşıldığında idlâl olur. (Sapma, saptırma olur.)

Fesad, paylaşıldığında ifsâd olur. (Bozukluk, bozuculuk olur.)

Günahı, Hazret-i Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; «İnsanın işlediği ve bu sebeple içini tırmalayan, rahatsız eden ve o kişinin, başkalarının muttalî olmasından, öğrenmesinden hoşlanmadığı şey…» olarak tarif etmekte.

Başkalarının muttalî olmasından rahatsız olmak bir tarafa, kişi bir de dünya âlem bilsin diye onu paylaşıyorsa; orada günah, fısk derekesine varmış demektir.

Günah, paylaşıldığında fısk olur… Fâsık, alenen günah işler. Artık kullardan da utanmaz, çekinmez olmuştur. Bu hâliyle idlâle, yani başkalarına da kötü örnek olmaya başlar. Şeytana ücretsiz yardımcılık hizmeti vermeye başlar.

Bu ikazlara karşı hemen gelişecek savunma şu:

“Siz halının altına süpürülmeli diyorsunuz. İnsanlar yaptıklarını alenî yapmasınlar, gizli saklı yapsınlar diyorsunuz… Bu yolun sonu da nifak… Riyâkârlık.”

Aslında bu biraz abartılı.

Her şeyi paylaşmak mecburiyeti mi var ki insan, bazı şüpheli, netâmeli şeyleri paylaşmadı diye riyâkâr veya münafık sayılsın?!.

Sigaraya müptelâ olan, kurtulamayan; fakat çocuğunu maddî-mânevî zehirlememek için, onun yanında içmeyen bir baba düşünelim. Bu, riyâkâr ve münafık bir insan mı olmuş oldu?!.

Fakat diğer yandan; «özel»iyle, sosyal paylaşım duvarı birbirine taban tabana zıt olmak da bu tehlikeleri içermiyor değil.

Evet, bir taraftaki uçurum, başkalarına da kötü örnek olan bir fâsıklık; diğer taraftaki uçurum, samimiyetsiz bir riyakârlık veya münafıklık…

Fakat, iki uçuruma da düşmeden meşrû ilâhî sınırlar içerisinde kalmalı…

Paylaştığımızda; bizi sevip sosyal ağlarına eklemiş kişiler tarafından taklit edilirse bizi vebâle düşürecek şeyleri, hayatımızdan çıkarmalıyız. Hem internet hayatımızdan, hem gerçek hayatımızdan…

Sosyal paylaşımda kimseye kötü örnek olmamak için, yer vermediğimiz fakat gerçek hayattan söküp atamadığımız yanlışlarımız varsa, bunda da, niyetimizi ıslah etmeliyiz. Niyetimiz; insanları kendi hakkımızda aldatmak değil, paylaşımlarımızda insanları aldatmamak olmalı.

Çünkü Allah ile aramızda kalan hataları düzeltmek daha kolaydır. Medyatik kişiler karşılarına nice fırsat geçse de kolay kolay ıslah-ı hâl edemiyorlar. Kimseye kötü örnek olmamak için setredilmiş yanlışların, Rabbimiz tarafından affı da daha ziyade umulur.

Şu hadîs-i şeriften sosyal paylaşıma pencereler yok mu:

“Ümmetimin hepsi affa mazhar olacaktır, günahı alenî işleyenler hariç. Kişinin geceleyin işlediği kötü bir ameli Allah örtmüştür. Ama, sabah olunca o; «Ey falan, bu gece ben şu şu işleri yaptım!» der. Böylece o, geceleyin Allah kendini örtmüş olduğu hâlde, sabahleyin, üzerindeki Allâh’ın örtüsünü açar. İşte bu, günahı alenî işlemenin bir çeşididir.” (Buhârî, Edeb, 60; Müslim, Zühd, 52)

Hudûdun içinde yaşamak, insanı fâsıklıktan korur. Fısk, fücur gibi kavramların kökünde; Allâh’ın belirlediği çerçeveyi yarıp dışına çıkmak, isyan etmek vardır. Devrin hürriyet anlayışı, çok süflî boyutlara vardı. Aman diyelim…

Fakat sadece zâhirde iyi bir insan görünmeye çalışmak, günahların bâtınından sakınmamak da insana bir şey kazandırmaz.

Bu mevzu; dînimizin toplum hayatına vermek istediği nizam ve intizam söz konusu olduğunda da gündeme geliyor.

Dînimiz kötülüklere giden yolu kapatan, meselâ sadece zinâyı değil, zinâya yaklaşmayı da men eden; içkiyi haram kıldığı gibi, içkiyi üretmeyi ve sunmayı da haram kılan, gerçekçi bir yapıya sahip. Müzik, eğlence, oyunlar, kadının sosyal sahada görünmesi, birbirine yabancı kadın-erkeğin görüşmesi gibi şeylere İslâmiyet’in kotalar koymasının altındaki espri de bu.

Fakat bu koruyucu yapıyı anlamayanlar çıkıyor. Bu sebeple gündemdeki tartışmada, meselâ hava yolculuklarında içki yasak olsun diyen muhafazakârlara;

“Siz herkes münafık olsun istiyorsunuz. Günahkârlar, günahları gizli-saklı işlesin diyorsunuz.” diye veryansın ediyorlar. Yasakçılıkla itham ediyorlar.

Hâlbuki günah işleme iradesinde olduğu gibi işlememe iradesinde de yardımcı birçok faktör vardır.

Bugün sigarayla mücadelede görüyoruz ki, her şey sigaranın bırakılmasına hizmet edecek şekilde düzenlenmekte. Sigara içenlerin özgürlüğü sınırlandırılmakta. Çünkü sigara, lehindeki fırsatlardan asırlardır fazlaca yararlandı. İşin içinde ekonomi de olunca; devlet bu hürriyete müdahale etti.

Dînimiz; günahın tamamen ortadan kalkacağı bir toplumun fazla idealist olduğu yani gerçekçi olmadığı hakikatinden hareketle, günahın açık açık işlenemediği bir toplum nizamı ortaya koymakta. Bir yandan da özel hayatın dokunulmazlığını, tecessüsün (insanların özel hayatlarını araştırmanın) haramlığını vurgulayarak, insanlara alenî meydanlar dışında bir sosyal baskı uygulamamakta. Asıl tesirini vicdanlara, gönüllere yönlendirmekte.

Bazıları başörtüsü yasağı ile meselâ içki yasağını aynı mantıkta bulup; «Bütün yasaklara karşıyım!» diyorlar. İnançsız biri bunları paralel görebilir; fakat mü’minlere hatırlatırız ki, biri Allâh’ın emri, diğeri Allâh’ın nehyidir.

Yasakların bir gayesi de, toplumun merkezini, şımarık, azgın, serbest, sınırsız, sorumsuz bir kitlenin değil; sâlih, iyi, doğru insanların oluşturmasına gayrettir.

Dînimiz bunu sağlamak için farzları istihdam etmiştir. Çünkü farzlar, herkesin boynunun borcu olduğu için bununla riyâ yapmak zordur. Bu sebeple farzlar, genellikle cemaatle edâ edilir. Ramazan, toplum hâlinde bir coşkuyla idrâk edilir. Hac her şeyiyle ilân hâlindedir. Zekâtın alenî verilmesi, bu müsbet reklâm esprisiyle men edilmemiştir. Nafileler dünyasında ise gizlilik daha hâkimdir. Bu da işin rûhânî-mânevî tarafını geliştirir, riyâ ve nifaktan alıkoyar.

Fert ve cemiyetin hürriyetini, açık ve gizli hayatında vicdanî ve zecrî hudutlar belirler. Bu hudutları aşanlar, hür değil firarîdir.