SAHÂBE-İ KİRAM
YAZAR : Âdem SARAÇ ademsarac@yyu.edu.tr
Peygamberimiz -aleyhisselâm-; insanlığın kurtuluşu için tebliğe ilk başladığı andan itibaren erkek-hanım, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ayırımı yapmaksızın bütün insanları İslâm’a davet etti.
İlk müslümanlar dikkatli bir şekilde incelendiği zaman, içlerinde toplumun her kesiminden fertlerin bulunduğu görülecektir…
Ayrıca ilk müslümanların genellikle gençlerden oluşan bir topluluk olduğu dikkatimizi çekmektedir. Müslüman olduklarında birkaç kişi 50 yaş civarında, birkaç kişi 35 yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise 30 yaşın altında bulunuyordu. Bu yaş gruplarından en küçükler 6-8 yaşlarına kadar iniyordu.
Bunların içlerinde de, nüfuzlu ailelere mensup hür kişiler ve zengin ailelerin çocukları bulunduğu gibi; Kureyş’in çeşitli kollarına antlaşmalı (halîf) olarak katılmış kimseler, âzatlılar, köleler ve küçük kızlara varıncaya kadar hanımlar da yer alıyordu.
Burada görülüyor ki İslâm, daha ilk tebliğ edildiği andan itibaren toplumun her kesimine mensup kimseler tarafından kabul görmüştü. Aynı zamanda her kesimden de şiddetli tepki görmüştü. Bu durum aynı şekilde ileriki yıllarda da devam edecekti…
İslâm’ın gizli davet döneminde İslâm’ı kabul edenlerin güvenilir, sır saklayan, sâdık, putperestlikten, câhiliyyenin bid’at ve sapıklıklarından hoşlanmayan ve hak dîne ilgi duyan kimseler olduklarını görüyoruz.
Yine bu dönemde müslümanlar evlerinde veya tenha dağ aralıklarında abdest alıp namaz kılıyorlardı. Peygamberimiz -aleyhisselâm-; her şeyi göze alarak, bir yandan tebliğ etmek, diğer yandan da vazifesini îfâ etmek için ibâdetlerini Harem-i Şerif’te yapmaya çalışıyor, geceleri burada namaz kılıyordu.
Müslümanlar toplu halde ibâdet edemiyor ve müşriklerin topluca bulundukları yerlerde İslâm’a davette bulunamıyorlardı. Bu durum her birini çok üzüyordu. Sadece ibâdetlerinde değil, Kur’ân-ı Kerîm’i okurken bile gizleniyorlardı. Çünkü İslâm’ı açıkça tebliğ ettiklerinde, ya da Kur’ân’ı açıkça okuduklarında hemen saldırıya uğruyorlardı.
Örnek verecek olursak;
Bir gün Peygamberimiz -aleyhisselâm-, Dâru’l-Erkam’da müslümanlar ile sohbet ediyordu. İslâm nûru ile nurlanıp, her şeyleri ile ak pak olan bu bir avuç insan, bu eşsiz güzelliği her tarafa taşımak istiyorlardı.
Bu sebeple Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- başta olmak üzere sahâbîler, İslâm’ı müşriklere açıklamak için Kâbe’nin yanına gitmeyi Hazret-i Peygamber’e teklif ettiler. Hazret-i Peygamber, henüz sayılarının yeterli seviyeye ulaşmadığını söyleyerek buna taraftar olmadığını açıkladı. Fakat sevgili ashâbının ısrarına dayanamayarak hep birlikte Harem-i Şerîf’e gittiler.
Hazret-i Peygamber ve ashâbının Kâbe’ye doğru yaklaşmaları, orada toplanmış olan müşrikleri tedirgin etti. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, büyük bir cesaretle ileri çıkarak müşriklere karşı konuşmaya başladı. Îman esaslarını açıklayarak, putlara tapmaktan vazgeçip Allâh’a ve Rasûlü’ne inanmak gerektiğini anlatmaya çalışırken; bu kadarına bile tahammül edemeyen hain müşrikler, hep birden fırlayıp onun üzerine saldırdılar.
Onları uyarıp, sakin olmalarını ve Hakk’a kulak vermelerini isteyen Peygamberimiz -aleyhisselâm- da korkunç bir saldırıya uğradı. Öfkelerinden kuduran müşrikler, ne yaptıklarını bilemez bir hâle gelmişlerdi. Durum çok ciddî idi, ortam fena hâlde gerilmişti.
Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- başta olmak üzere, orada bulunan bu bir avuç sahâbî; bir yandan Hazret-i Peygamber’i koruma derdine düşmüşken, bir yandan da bu amansız arbededen kurtulmaya çalışıyorlardı.
Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ı canlarından aziz tutan bu bir avuç insan; canlarını ortaya koyarak, Can Efendimiz’i o canavarların hain ellerinden kurtarmayı başardılar. Her biri ciddî bir şekilde yaralansa da, Canların Cânı’nı kurtarmanın sevinci ile O’nu aralarına alıp, hain müşriklerin yanından uzaklaştılar.
Bu ve buna benzer sahneler, gündelik işlerden olmaya başlamıştı. Herkes, her şeye hazırdı artık!
İslâm güneşi doğmuştu. Aydınlık süreci başlamıştı. Bu süreçte aydınlanma yarışına girenler olduğu gibi, karanlıklarda kalma yarışı da vardı. Herkes kendi değerinin ve değer verdiği şeyin bedelini ödüyordu.
Mekke’de, her yönüyle yeni, taze ve orijinal bir süreç yaşanıyordu artık. Yepyeni bir nesil doğuyordu çünkü.
İnsanlığın fıtratı doğrultusunda ve ihtiyaç endeksli gelen âyetlerle, toplum yeniden inşa ediliyordu. Böylelikle, gelen âyetlerin insanlar tarafından özümsenerek temiz fıtratlarda yaşanan birer Kur’ân hâline gelmesi hedefleniyordu.
Kur’ân-ı Kerim ve Efendimiz’in talimatları (Sünnet), o yüce şahsiyetlerin hayatlarında şekil buluyordu. Onlar; zirvelerde cevelân eden, her biri kendi durumuna göre ışık saçan, birer kandil oluyorlardı. Onlar, Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber, beklenildiği bir zamanda gelip; müjdeleyici, kulluk edici ve her yönüyle örnek şahsiyetler olarak, vazifelerini fazlasıyla yerine getiriyorlardı.
Sahâbe-i kirâm efendilerimizin her biri, başlı başına birer ümmet idiler. Hem de model bir ümmet. Davranışları, günlük yaşayışları model ve örneklerle doluydu. Çok konuşan değil, yaşayan erlerdi onlar.
Adıyla sanıyla sahâbe idiler, sahâbe!
Sözleri kara, özleri kara, amaçları kara, dilleri kara, kalpleri kara; kapkara bir zihniyetin, karanlık insanları arasında; aydınlık savaşı veren, aydın insanlar; ashab!
Allah ve Rasûlü’ne inanan, o îmân ile vefat eden, O’na gönül veren, O’nu kendilerine örnek ve önder edinen, gönül erleri; ashab!
“Anam-babam, her şeyim Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyerek, canlarını, O Cân’a seve seve fedâ eden canlar; ashab!
Şairin;
Bilmek, olmak değildir, olmaya bak, olmaya…
dediği gibi; bilmek, olmak ve sevmek durumundayız. O canlara can atmak durumundayız. Öyle ki, onlar bizden birer parça olmalılar! Hısım-akrabamızdan çok daha iyi tanımalıyız onları. Onları bulan, her şeyi bulmuştur; onları bulamayan, neyi bulmuştur? Ne varsa onlarda var çünkü.
«Peygamberimiz -aleyhisselâm-’ı ne kadar tanıyoruz?» diye bir soru sorsak, vereceğimiz cevap nasıl olurdu acaba? O’nu her şeyimizin başına almalıyız artık!
En güzel örneğimiz hiç şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’dir.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem-…