NASIL VAR?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

İki arkadaş lokantadan içeri girerken çekingen olanı tekrar sordu:

–Ben bugün züğürdüm, senin paran var değil mi?

–Merak etme, var dedim ya!

Güzelce karınlarını doyurdular. Hesaba sıra gelince bir de baktılar ki mutfakta bulaşık yıkıyorlar. Beriki sitem doluydu:

–Bana param var demiştin, bu ne?

–Var olduğunu sen de gördün!

–Tabiî, tabiî… 80 liralık yemek yedik, senin paran ise toplam 8,5 lira.

–Ama yine de vardı işte.

–Buna var demezler arkadaşım!

–Yok da diyemezdim ki! Doğru olmazdı.

–Nasıl doğru bu? «Yoktan farkı yok» şekilde var demek neye yaradı? Yahu ne kadar lâzımsa, o kadar var olmalı ki var diyebilesin.

–Bu da doğru.

–Öyle ya, bulaşık yıkarken akıllandın…

–!?.

Aynı iki arkadaş, ertesi gün ağır bir dersten imtihana girdiler. Çıkışta beriki sordu:

–Nasıl geçti?

–Bayağı cevapladım.

–Çalışmış mıydın?

–Elbette çalıştım. Böyle zor bir derse çalışmamak olur mu?

–Maalesef ben çalışamadım. Dünkü bulaşık yıkama işi canımı sıktı. Rezil olduk. Akşam çalışacaktım, fakat moral kalmadı. Bildiğim kadarıyla yetindim sadece.

–Çok yazık, geçmiş olsun!

Bir hafta sonra notlar açıklandı:

–Hani çalışmıştın? Bir de bana yazık çekiyordun. Ben «üç» aldım, sen ise «bir».

–Fakat çalıştım, gerçekten.

–Öyle de… «Ne kadar» çalıştın? Ancak «bir» alacak kadar. Buna çalışmak mı diyorsun?!.

–Çalışmadım desem, yanlış olurdu.

–«Bir» alacak kadar çalışmanın çalışmamaktan ne farkı var?

–O da doğru.

–Artık anla; para meselesindeki var ile yok takıntısı, bu hususta da seni yanıltmış. Sen gerekli çıtayı görmüyorsun. Şunun altını çizeyim: Ben «beş» almayı hedefledim. Önceki çalışmalarım «üç» almaya yeterli idi. Fakat hedefime bakarak çalışamadığımı söyledim. Sen ise, aşağıya doğru bakarak sıfır almadığını ölçü alıyor ve çalıştığından dem vuruyorsun.

–!?.

Düşe kalka bir eğitim sonrası tatil oldu. Aynı iki arkadaş tarihî yerleri gezmek için araba kiraladılar. Beriki uyardı:

–Benim ehliyetim de, şoförlüğüm de yok.

Diğeri, gayet rahattı. Gaza yüklenirken cebinden ehliyetini çıkardı, arkadaşının gözüne doğru uzattı:

–Merak etme, ehliyet de var, şoförlük de var.

Fakat ikisi de gözlerini hastahânede açtı. Beriki yine sitemli ve iğneleyici konuştu:

–Sen bu şoförlüğe mi var dedin?

–Ehliyetimi görmedin mi?

–Ehliyet, araba kullanmıyor ki! Ustalık lâzımdı.

–Acemîlik atmaya vaktim olmadı.

–Vaktin olsa ne çıkardı ki! Kaidelerin hiçbirinden haberin yok. Sağını solunu bilmiyorsun. Trafiğe de ilk defa çıkmışsın. Bir de fren yerine gaza basınca, al işte hâlimiz!

–Ehliyetim var olduğu hâlde, yok deyip yalan mı söyleseydim?

–Bu şekilde mi doğru söylemiş oldun? Yoktan farkı yok, sen var diyorsun! Tıpkı lokantada dediğin gibi, ders çalışmak bahsinde yaptığın gibi. Yahu ehliyete bakıp da kullanmayı hiç bilmediğin hâlde direksiyona geçilir mi?

–Ne diyeyim: Bu da doğru.

–Fakat öncekiler gibi, yine iş işten geçtikten sonra anlaşılan bir doğru.

Diğeri, başını acı acı salladı. Sonra gözlerini camdan yana çevirip ötelere sabitledi:

–Bir doğru daha var! Bu sefer yoktan farkı olan bir mevcudiyetle.

–Neymiş o?

–Benim gibi senin de aklın sonradan çalışıyor.

–Nasıl?

–Hadi ben gaflete düştüm. Sen de bir şekilde aynı gaflette değil misin? Bulaşık yıkarken sorduğun suali, lokantaya girerken niye sormadın? «Paran var mı?» diye değil; «Ne kadar paran var?» diye sorabilirdin! Dersle alâkalı olarak da; sadece; «Çalıştın mı?» diye değil; «Ne kadar çalıştın?» diye sorabilirdin! Arabaya binerken ise; «Ehliyetin ve şoförlüğün var mı?» diye değil; «Ne kadar araba kullandın, hiç trafiğe çıktın mı?» diye sorabilirdin!..

Beriki kekeledi:

–Aslında haklısın. Bu dediklerin çok doğru.

Diğeri tamamladı:

–Lâkin anlamak, mezara kalabilirdi!

–!?.

İkisi de sükûta bürünürken hastahâne penceresindeki bir çiçeğin üstünde onları dinleyen eğitim bülbülü şakımaya başladı:

“–Gençler!

Asıl tecrübe, dünya mezarlığının üstünde iken idrak edilendir. Alta düşünce oluşan idrak, sadece telâfisiz bir pişmanlık.

İllâ;

Vaktinde idrak.

Bunun yolu; doğru suali, doğru zamanda doğru bir vukûfiyet ve tamlıkla sormak.

Yani;

Bir imkânın ve özelliğin var olması, elbette mühim; fakat bundan daha mühimmi; «ne kadar, ne gibi ve nasıl» mevcut olduğu.

Dolayısıyla;

Var olduğundan bahsedilen her şeyde önce;

«Var mı?» diye sormaktan çok;

«–Ne kadar var?»

«–Ne gibi var?»

«–Nasıl var?» diye sormak gerek.

Çünkü;

Hangi güzel imkân, kabiliyet ve özellik hakkında olursa olsun, kuru kuruya; «Var mı?» sualine cevabın, herkeste belli bir nisbette; «Var!» şeklinde olması mümkün. Hattâ muhakkak.

Vardır elbette.

Fakat;

Ne kadar var? Ne gibi var? Nasıl var?

İşte burası çok mühim.

Meselâ;

İnanç.

Herkeste mevcut.

Fakat nasıl?

Birlikte düşünelim:

«Allah var!» ifadesi, tek başına kâfî mi? Asla değil. Var deyişin gerektirdiği şekilde bir ifade şart. Yoksa, müşrik de O’nun var olduğunu söylüyor, kâfirlerin ehl-i kitab olanları da. Ancak onların var deyişleri, doğrusundan çok uzak bir yanlış inanç içinde olduğundan kesinlikle makbul değil. Zira yüce Allâh’a iftira atarak O’nun varlığına îmân etmek, ne ifade eder? O’nu hiç anlamayıp da fânîlerle aynı özellikte bir varlık zannı etrafında hayallere ve yalanlara saplanmış vaziyette var demek, ne kadar gerçektir?

Demek ki;

«Nasıl var?» gerçeği, îman bahsinde öncelikle mühim.

Sevgi bahsinde de aynı.

Îman ve hayatın özünü oluşturan sevgi ve muhabbet de; var oluşu itibarıyla değil, nasıl olduğu itibarıyla makbuldür, hazinedir, hakikattir.

Kimse itiraz etmez:

Allâh’ı sevdiğini söyleyen bir kimse, tabiî ki doğru söylüyordur. Fakat sevip de O’nun buyruğunu yerine getirmeyen kimsenin hâli neyi gösterir? Sevgisinde yalancı olduğunu mu? Tam değil. Az-çok sevgisi mutlaka vardır. Bütünüyle, yok denilemez.

Öyleyse sevdiği hâlde insan, niçin buyruk dinlemez?

Problem nerede?

Madem sevgi var; herhangi bir tezat olmaması lâzım!

Problem, zaten bu:

Sevginin var olması.

Daha doğrusu, onun hakkında var denilebilmesi…

Çünkü var denilebilmesi, tek başına yeterli zannediliyor. Oysa yeterli değil. Hele mevzu sevmek ise, rastgele şekilde var demek, hiç gerçekçi değil.

Sevgi vardır tabiî, fakat nasıl?

Mahiyeti etraflıca nedir, hangi vasıfta ve seviyededir?

Onun hakikati, tamamıyla bu suallerde gizli.

Tam anlaşıldıkça görülür ki, zeminden zirveye sevginin bin bir çeşidi var:

Bir tavuğa olan sevgi de sevgi.

Bir ayakkabıya olan sevgi de sevgi.

Bir taşa olan alâka da sevgi.

Bir eşyaya olan sevgi de sevgi.

Bir kelbe, merkebe, katıra, ata, kediye olan sevgi de sevgi.

Hattâ bir yılana olan sevgi de sevgi.

Uzayıp gider bu sevgiler.

Ancak varlığın kıymet derecesi yükseldikçe sevginin de derecesi yükseklik ister.

Yoksa;

Yegâne, samimî ve kıymetli bir dosta sadece tavuk sevgisi seviyesinde bir alâka ve muamele, bir bakıma sevgidir ama gerçekçi değildir, olması gerekli hürmet ve değer ölçüleri içinde asla yer almaz.

Çünkü;

Yüce değerleri cüce sevgilerle sevmek, nefretten beter bir vaziyettir.

Bu vaziyet; eğer idraksiz bir şekilde ise büyük bir gaflet, bilerek ise berbat bir saygısızlık ve istihzâ mânâsı taşır. Her iki hâlde de nefretten kötüdür.

Bu bakımdan;

Yüce olana, ancak yüce bir sevgi ile muhabbet beslenirse, gerçek ve makbul bir sevgiden bahsedilebilir.

Hâşâ;

Yüce Allâh’ı; tavuk sever kadar bir sevgi ile sevmek, nasıl bir sevgidir? Ne kadar bir sevgidir? Gayet açık: Böylesi düşük bir sevgi, ne ibâdete, ne itaate, ne fedâkârlığa yarar! Aksine; itaat, ibâdet ve fedâkârlığı iptal için durmadan menfî / olumsuz enerji üretir, olumsuz itiraz üretir, olumsuz şüphe üretir; aklını da kalbini de perişan eder.

Allâh’ı, hem sevdiğini söyleyip hem de dinlemeyenlerin durumu bundan ibarettir.

Onlar da seviyorlar belki ama Allah sevgisi ile değil, alt sevgilerden biri ile.

Tabiî bu da yetmiyor.

Yetmez de.

En meşgul ve imkânsız bir anda; bir kimseyi, iki farklı kişi aynı seviyede davet etse hangisine gider? Elbette en sevdiği hangisi ise ona. Eğer meşguliyeti daha sevgili ise meşguliyete icâbet eder; eğer arkadaşlarından birine daha muhabbetli ise ona gider; diğerindeki sevgi daha ağır basarsa, onu tercih eder. Çünkü sevginin ağırlığı; hangi yönde ise tercihler, yönelişler ve icâbetler o istikamette kendini gösterir.

İşte bu çerçevede;

Eğer bir kul, yığınla meşguliyet ve sevgiler arasından sıyrılıp da Allâh’a koşabiliyorsa, onun en sevdiği Allah’tır. Allâh’ın emirlerine koşabiliyorsa, sevgisi hakikîdir. Fakat içinde o emirleri yerine getirmeyi bastıran başka bir sevgi varsa, ondaki Allah sevgisi hakikî değildir. İnancı, namazı, sabrı, kitabı, hizmeti, hayrı, fedâkârlığı ve istikameti bir kenara bıraktırabilen başka bir sevgi devreye girebiliyorsa, o zaman kul, olması gerektiği şekilde Allah sevgisine sahip değildir. Başka sevgilere esirdir.

Başka sevgiler.

Hepsi de, hakikî sevgi olan «muhabbetullâh»ın yanında mecazî. Çok değerli bir sevgi olan iki insanın birbirine aşkı da mecazî. Sevgilerin yaratılmışlar içindeki en üstün şekli de mecazî. Mecnun’un Leylâ’ya olan aşkı da mecazî. Aslında hepsi, sadece hakikî olanı fark etmek için. Eğer bu fark edişe vesileyse, faydalı ve gerekli. Aksi hâlde, tamamı boş ve zararlı.

O hâlde;

Ancak bütün mecazî aşkları bastıracak seviyede bir aşk, ilâhî ve hakikî bir aşk.

Gerçekleşmesi de sadece mârifetullah ile mümkün.

Bu sebeple;

Mârifetullah en başta şart.

Çünkü O’nun sanatını bilmeyen kul, kendi sanatını üstün zanneder ve merkeze kendini alır. Hâlbuki kulun sanatı, Yaratıcı’nın sanatı yanında, yalnızca kopyacı, cılız ve fânîdir; hiçtir. Zira Yaratıcı’nın sanatı; her şeyiyle orijinal, muhteşem ve sonsuzdur. O’nu ve O’nun sanatını gerçekten fark eden kul, mârifetullah ufkunda hiçleştikçe hiçleşir. Ne benliği kalır ne kendi. Sadece O’nun tecellîsi ve aşkı içinde gark olur. Bir damlanın deryada fânî olduğu gibi.

Bu;

Her türlü sevginin üzerinde bir aşktır.

Cenâb-ı Hakk’ın istediği de, işte bu aşktır:

وَالَّذ۪ٖينَ اٰمَنُوا اَشَدُّ حُبًّا لِلّٰهِ

«Mü’minler o kimselerdir ki, en şiddetli sevgileri ve muhabbetleri Allâh’adır.» (el-Bakara, 165)

Her yönüyle her şeye baskın bir sevgi.

Allah sevgisi.

Şimdi soralım:

Allâh’a sevgimiz böyle mi?

Hazret-i Peygamber’e olması gereken sevgimiz;

اَلنَّبِىُّ اَوْلٰى بِالْمُؤْمِنٖ۪ينَ مِنْ اَنْفُسِهِمْ

«Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha kıymetlidir.» (el-Ahzâb, 6) mânâsı içinde mi?

Hayatımızda hangi sevgiler daha baskın?

Hangi sevgi, bütün sevgilerin önüne geçiyor?

Malûm;

Kiminde menfaat öndedir. Kiminde çatlarcasına tokluk, kiminde açlık. Kiminde makam, kiminde hiçlik. Kiminde şehvet, kiminde para. Kiminde eşya, kiminde ruh. Kiminde bilgi, kiminde cehâlet. Kiminde rastgelelik, kiminde mükemmellik. Kiminde dünya, kiminde âhiret. Kiminde cennet, kiminde ateş. Kiminde uyku, kiminde uyanıklık. Kiminde rol, kiminde gerçek. Kiminde yalan, kiminde doğru. Kiminde hırsızlık, kiminde cömertlik. Kiminde arsızlık kiminde edep. Kiminde kötülük, kiminde iyilik. Kiminde nur, kiminde karanlık. Kiminde netlik, kiminde bulanıklık. Kiminde şeytanlık, kiminde âdemlik. Kiminde düşüklük, kiminde yücelik.

Kiminde de sadece mârifetullah ve muhabbetullah…

Hiçbir zaman unutmamalı:

Bütün sevgiler ve onların baskın oluşu da, insanın kendisini «nasıl ve ne olarak» yetiştirip geliştirdiğine bağlı.

Kendini bir karga olarak yetiştiren ve geliştiren kimse, tabiî ki leşten başkasını mümkün değil sevemez. Bir leş, çünkü kargaya lokumdan daha tatlı gelir. Mesele, kargaya gülü sevmesi için boşu boşuna telkin ve ikna değil, ondaki kargalığı alıp da onu bülbüle dönüştürmekte. Çünkü bülbüllük başladığı an, leş sevgisi tamamen ortadan kalkar ve sadece gül sevgisi yeşerir.

Aynı şekilde;

Bir timsahın timsah olarak sevgisi bellidir. Canavarın bellidir. Kedinin sevgisi malûm. Köpeğin sevgisi, kemik. Merkebinki belli. Farenin sevgisi peynir. Yılanınki belli. Vampirinki malûm.

Fiziken değil; aklı, kalbi ve rûhuyla insan olanların sevgisi de âşikâr.

Öyle kullar içinde;

«Mârifetullâh»a erenlerin sevgisi ise, bambaşka.

Mecnunlar gibi, Mevlânâlar gibi, Yûnuslar gibi, Şâh-ı Nakşibendler gibi, Akşemseddinler gibi, Hüdâyîler gibi…

Onlar;

Kuru kuruya sevgi iddia etmediler. Sevginin varlığını; ne kadar, ne gibi ve nasıl suallerinin en doğru mahiyeti ile temellendirdiler.

Ölümsüz bir muhabbetin sonsuzluğuna eriştiler.

Ölür ise ten ölür,

Canlar ölesi değil…

sırrıyla ebedîleştiler…

Ne mutlu!”