CENNETE KİM GİDECEK?

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Geçtiğimiz aylarda Fatih’te Ali Emirî Kültür Merkezi’nde, tanınmış bir sîmânın bir hasbihâli vardı. Tefekkür ufkumuzu genişleten güzel bir sohbetin ardından dinleyicilerin sorularına cevap verme safhasına geçildi.

Sorulan sorulardan biri; hem sohbetin mevzuuyla alâkasız olması, hem muhatabı sıkıntıya sokması, hem oradaki dinleyici kitlesinin aklına gereksiz bir fitne sokmuş olması bakımından çok lüzumsuz bir soruydu.

Nitekim soruya muhatap olan konuşmacı da; “Hıristiyanlar cennete girecek mi?” sorusu karşısında âdeta köşeye sıkışmış bir duruma düştü, kem küm etti, soruyu soranı tatmin edecek bir cevap vermekle, yanlış anlaşılacak bir cevap vermemek arasında bocaladı.

“Kur’ân-ı Kerim ve İslâm hukuku, ehl-i kitap ile müşrikler arasında ayrım yapmıştır.” gibi sorunun cevabı olmaktan uzak bir şeyler söyledi. Sonuçta ne kadar çabalasa da ne açık bir cevap verebilmiş oldu, ne de yanlış anlaşılmaktan kurtulabildi.

En kötüsü de, büyük çoğunluğu meşhur konuşmacıyı görmek için gelmiş bulunan, konunun inceliklerini anlayabilecek altyapıdan mahrum dinleyicilerin aklına; “Saklanacak bir şey mi var?” sorusunu takacak bir istifham oluştu.

O anda düşündüm:

Neden bazı kişiler artık açıkça;

“Allah Teâlâ’nın tek tek hangi kulunu cennete koyup hangisini koymayacağını söylemek bizim vazifemiz değildir. Ama bizim bildiğimiz sadece şudur:

Mevcut hıristiyanlık muharreftir. Cenâb-ı Hak, bu dînin hükmünü kaldırmıştır. Âyet-i kerîmelerde açıkça;

«Allah katında din İslâm’dır.» (Âl-i İmrân, 19)

«Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa, bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek ve o, âhirette ziyan edenlerden olacaktır.» (Âl-i İmrân, 85) buyrulmuştur. Biz ancak bunu söyleyebiliriz.” diyemiyor?

Öyle ya, fert olarak kimin son nefeste makbul bir îmân üzere öleceğini bilemeyiz. Bu sebeple fert fert kişileri; «şu cennetliktir, bunların arasında hiç cennetlik yoktur.» diye ayırmamız mümkün olmayabilir. İslâm’dan habersiz bulunduğu veya tam olarak tanıma imkânına sahip olmadığı için, «fetret devri» yani peygamber davetinden ve hidâyetinden mahrum devrin hükmüne tâbî kişiler bulunabilir. Allah Teâlâ bu vaziyetteki kişilerin kendi bildikleri ölçüde Allâh’a ve âhiret gününe îmân etmiş olmasını kabul edebilir. Gerçi bugün, dünyanın bir köye dönüştüğü, Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme edilmediği dil, İslâm’ın yaşanmadığı şehir kalmadığı günümüzde; hâlâ, İslâm’dan habersizlik gibi bir mazeret geçerli olabilir mi? Bu da ayrı bir mevzu…

Ancak bu hususî hâller; bize bir genel hüküm verme ve Hıristiyanlık da makbul bir dinmiş gibi konuşma imkânı verir mi?

Bilhassa misyonerlik faaliyetlerinin tehdidi altında bulunan ve kendi dînini gereği gibi bilmeyen, üstelik hayat tarzı bakımından hıristiyanlara fazlasıyla benzer, yakın, özentili bir neslin; son direnç noktasını da bu şekilde yıkmanın vebâlini kim omzuna alabilir?

Geçtiğimiz senelerde Ege Bölgesi’nden bir genç kızımız Yunanlı bir erkekle evlenmek için Hıristiyanlığa geçti. Kendisini savunurken;

“Hepimiz bir Allâh’a inanmıyor muyuz? Ben zaten açık geziyorum, içki içiyorum, namaz kılmıyorum.” deyiverdi.

Zaten hayat tarzı olarak hıristiyan toplumlara bu kadar yakınlaşmışız, misyonerlerin işi bir vaftize kalmış; biz de; «Zararı yok onlar da cennete girecek!» diyelim de hiç endişe çekmesinler!

Zaten yabancılarla evlilik, ticaret, yabancı diyarlarda okuma, çalışma, çocuğunu okutma… derken gereğinden fazla içli dışlı olmuşuz…

«Turizm; bacasız fabrika, döviz kapısı» diyerek, gençlerimizi yabancıların garsonu, soytarısı hattâ odalığı durumuna düşürmüşüz…

Gençlerimizin belki son direnç noktası olan millî şuur; AB’ye girme uğruna ders kitaplarından «hamasî» denilen kısımların çıkarılmasıyla iyice zayıflatılmış…

Tarih şuuru; malûm dizilerle, filmlerle, tarihteki hürmet edilen kişilerin en pespâye bir şekilde tasvir edilmesiyle örselenmiş…

Şu noktada bir de gençlerimize hıristiyanlarla bir farkımızın olmadığını söylemenin sonuçlarını hiç kimse hesap edebiliyor mu?

Bundan elli yıl önce Almanya’ya çalışmaya gidenler, ilkokul diploması bile olmayan ve en düşük işlerde çalışan kişiler olmalarına rağmen; bir Alman’la evlenecek olsalar müslüman olmasını şart koşarlardı. Ya şimdikiler ne yapıyor, haberiniz var mı?

Belki hıristiyan bile değil, düpedüz dinsiz Ruslarla beraberlik yaşayan (!) putperest Korelilerle, Çinlilerle evlenen gençlerimize de bir kolaylık (!) düşünülüyor mu?

Oğlum imam-hatipte okuyor. Akşamları babasıyla ikimize, arkadaşlarıyla aralarında geçen tartışmalara dair sorular soruyor. Bazen dayanamayıp;

“Oğlum, siz ilim öğrenmekle uğraşın, tefrikaların kuyruğuna takılmayın.” demek mecburiyetinde kalıyoruz.

Gençler, hissî ve heyecanlı yaratılışları icabı tarafgirliğe ve mücadeleciliğe meyyaldir. Bizim bu temâyülü haktan yana ve bâtıla karşı taraf olmak şekilde değerlendirmemiz gerekirken, ne yapıyoruz? Ortaya; ortalama bir müslümanın anlayamayacağı münakaşa mevzuları atıp; cahilleri, bilmedikleri mevzuların sloganları üzerine kamplaştırıyoruz.

Ne tuhaf bir toplum olduk. Bir yandan müslümanlar fırka fırka bölünüyor, diğer yandan gayr-i müslimlere karşı hiçbir çizgimiz, direncimiz kalmıyor.

Bazı kesimler lüzumundan fazla tavizkâr; Hakk’ın rızâsı arayışını bir yana bırakmış, kul rızâsını kazanmayı gaye edinen, dünyevî başarıyı önceleyen, konjonktürel tavırlar:

“Acaba nasıl davransak da, batının İslâmofobi alerjisini depreştirmeyen bir Müslümanlık geliştirsek?.. Yahut nasıl bir söylem geliştirsek de sosyeteleri de İslâm’a razı etsek?..”

Diğer uçtakiler ise ucuz kahramanlık peşinde:

“Bir müslüman grubun hatasını bulsak, onu eleştirsek de; bu sayede bizim ne kadar sağlam duruşlu olduğumuz meydana çıksa!..”

Peki, biz bunlarla uğraşırken dünyada ne oluyor?

Her gün Uzak Doğu’da, Afrika’da hattâ hemen şurada, otomobille birkaç saatlik mesafedeki Bosna’da, Kosova’da; müslüman ana-babadan dünyaya gelmiş yetimler, hıristiyan misyonerlerin açtığı yetimhanelerde fıtrat dîninden koparılıyor…

Yalnız onlar mı?

Kendi ülkemizde de sayısını bilmediğimiz zeki, becerikli, iş bilir gençlerimiz; ya burs verilerek batıya götürüyor; ya eline silâh verilip dağa çıkarılıyor; ya pankart, taş, sopa verilip emniyet güçlerine, bakanlara, başbakanlara saldırtılıyor; ya kredi verilip otel, eğlence merkezi, mağaza açtırılıp batının ve bâtılın değerleri pazarlattırılıyor…

Hiç düşünüyor muyuz; Allah Teâlâ, âhiret gününde bize;

“Bu gençler elden giderken siz neyle meşguldünüz?” diye soracak olursa ne cevap vereceğiz?

Gençlerimizin hayranlığını kazanıp güzel örnek olması gereken şahsiyetler, Hacivat ile Karagöz gibi birbirine girmişse; onların birbirlerine atıp tutma görüntüleri, en çok tıklanan komik videolar arasına yerleşmişse, bunun hesabını nasıl veririz?

Zaman; âhirzaman… Her bakımdan zor zaman… Hassâsiyetimizin de ona göre olması lâzım…

Müslümanlar böyle darlık ve imtihan altındayken, hatalarla zaman ve zemin kaybetme hakkımız yok. Öyleyse her ne kadar özgürlük, akılcılık, girişimcilik gibi fikirler çok moda olsa da bizim temkini elden bırakmamamız lâzım. Herkes her aklına geleni ortaya atmamalı; nefsinin her fısıldadığını bir hikmet zannetmemeli.

“Sırat kıldan incedir, kılıçtan keskincedir…” diye boş yere dememiş Yûnus Emre’miz.

Müstakîm yoldan sapmak; ilk adımda bir santim ise de, bu hatada ısrar ettikçe yirminci adıma geldiğinde bir karış, yüzüncü adıma gelince bir kulaç eder. Öyleyse attığımız adımda bir hata olduğu hissedildiği, kardeşlerimiz tarafından ikaz edildiği zaman; dinlemeliyiz ve ısrarcı olmamalıyız. Âyette;

“Öğüt, müslümana fayda verir…” (ez-Zâriyât, 55) buyuruluyor; biz müslüman değil miyiz?

«Mü’minler hata yapmaz!» diyemeyiz; hattâ samimî niyetli olan, ehil müctehidlere; içtihâdında hata etmiş olsa bir sevap va‘dedilmiştir. Ama samimiyetin ölçüsü şudur ki; fikrin hatalı olduğu meydana çıktığı anda tevbe edip ıslāh-ı hâl etmek gerekir.

Çünkü hatasını mezhep/meşrep hâline getirmekte ısrar edenler, daha büyük hataların işlenmesine zemin hazırlayabiliyorlar. Ağabeyler bir mekruh için ruhsat bulunca, küçük kardeşleri haram için fetvâ arıyorlar. Derken yollar, akıl karıştıracak kadar çoğalıyor. Öyle ki iş îman selâmeti noktasına kadar gelip dayanıyor. Çünkü savunma yapmaya başlayınca; hata, ameldeki hatadan ibaret kalmıyor.

Öte yandan müslüman kardeşlerimiz hakkında hüsn-i zannı elden bırakmamamız gerekiyor. Çünkü hata olarak gördüğümüz bazı tercihlerin bilmediğimiz iç yüzü olabiliyor. Meselâ dış dünyaya daha fazla açılmış cemaatler, İslâm’a ve müslümanlara karşı yapılan eleştirilerden etkilenip ona göre bir tavır belirleyebiliyorlar. Bundan maksatları ise hizmetlerine mâni gelmemesi…

Batıda İslâm’a -hattâ bütün semâvî dinlere- karşı eleştirici düşünceler geliştirilirken başvurulan şöyle bir argüman var:

“Tek tanrıcılık, Orta Çağ’ın imparatorluk dönemlerinin ürünü olan bir inanç sistemidir. Ama globalleşen dünyaya uygun değildir. Çünkü bu dinler; ötekileştiricidir, çoğulculuğa, rölativiteye / hakikatin izâfî olabileceğine, farklı olana tahammüllü olmaya engel teşkil etmektedir. Hâlbuki Hindistan gibi memleketlerde çok tanrıcı dinlerin daha hoşgörülü ve ötekine saygılı bir şekilde hayata geçirildiğini görüyoruz. Öyleyse gelecekte dünya barışı için, insanların inanç ve ritüel ihtiyacını barışçı dinlerle karşılamasını teşvik etmeliyiz.” deniliyor.

Yahut dinsiz, tamamen seküler bir toplumun veya dîne sadece kültür öğesi olarak bakan, hakikat kaynağı olarak görmeyen fertlerin daha barışçı olacakları iddia ediliyor.

“Artık globalleşen dünyada pek çok büyük şehirde, çok milletli şirkette, bunun yanında medya, internet gibi millî-dînî sınırları olmayan alanlarda farklı dinlerden kişiler bir arada yaşıyor ve daha fazla yaşayacak. Böyle bir dünyada, dîni hakikat kaynağı görenler problem teşkil edecek. Çünkü işyerindeki mesai arkadaşını, plâzadaki komşusunu, farklı dinden olduğu için; «kâfir, cehennemlik, sapkın» olarak görüp ötekileştirecek. Bunun için gençleri seküler bir eğitim sistemiyle eğitmeli ve dîni hakikat kaynağı olarak görmekten uzak tutmalıyız.” iddiası, açık veya örtülü olarak seslendiriliyor.

Bu iddia sahiplerinin yaygın bir şekilde delil olarak kullandıkları problemlerin başında Orta Doğu’daki müslüman-yahudi (aslında siyonist) çatışması; tarihî Haçlı-İslâm savaşları ve Kur’ân-ı Kerim’deki cihad âyetleri ve belki en çok da çağımızdaki cihad adına sergilenen, sivilleri de hedef alan saldırılar…

Bazı kardeşlerimizi bu söylemlere karşı; “İslâm dîni başka dinden olanların cennete gitmeyeceğini söylemiyor ki…” diyerek istisnâî durumları gündeme getirmeye zorlayan da biraz bu…

Ama aslında iyi düşünürsek; bir dînin, başka din mensuplarına karşı âdil ve insaflı hareket etmesi için, illâ ki; «Başka dinlerin mensupları da cennete gidecek.” demesine gerek yok.

İslâm dîni, îmân edilmesi gereken sabit bir hakikat olmasını vaz‘ etmekle birlikte buna îmân etmeyenlerle muâmeleleri düzenleyen hükümlere de sahiptir. Bu hükümler, onlar İslâm’a savaş açmadıkları sürece âdil ve iyi davranmayı emreder. Uygulama da bunun ispatlamaktadır.

Orta Doğulu hıristiyan düşünür Edward Said’in şu sözü, anlamak isteyenlere her şeyi anlatıyor:

“Eğer İslâm dîni kılıç zoruyla yayılmış olsaydı, benim atalarım bin dört yüz yıldır bu topraklarda hıristiyan olarak kalamazdı.”

İslâm’ın bir hakikat iddiasına sahip olması, onun daha eşitlikçi ve vicdan özgürlüğüne dayanan bir din olmasını mümkün kılar. Çünkü bu yaklaşım; ırk, renk, dil, statüyü görmez ve «îmân edilecek hakikati» kabul ettiği sürece herkese eşit müslüman olma imkânı sağlar.

Dahası, İslâm dîninin kurtuluş için gerekli gördüğü hakikat; «Hesap gününün sahibi, ahlâkî davranmayı emreden bir Allâh’a îman» esaslıdır. Bu anlayış da hiçbir ırkın, ruhbanlık gibi statülerin imtiyazı olmaksızın, her mü’minin ahlâklı davranmasını âmirdir. Bu durumda müslüman olmak, olmayanlara karşı zulmetme hakkı sağlamamaktadır. Aksine; “Dinde zorlama yoktur!” esasıyla Müslümanlığı sevdirerek tanıtma mecburiyeti yüklemektedir.

Hâlbuki yahudilerin üstün ırk iddiaları, hıristiyanların vaftiz olmayı Hazret-i İsa tarafından kurtarılmak için yeterli saymaları, başka dinlerden olanları zorla hıristiyanlaştırmak için diledikleri gibi muâmele etmeleri ve Hinduların başka kavimlerden kişiler için bir statü bile belirlememiş olan ve aşağı tabakalara kötü muameleyi âdeta emreden kast sistemleri, bu çağa nasıl uygun olabilir?

Bütün bunlar gereği gibi anlatıldığı zaman; “İslâm da bu çağa uygundur, çoğulcudur, hoşgörülüdür. Âhiretteki kurtuluşu, her inanç sahibi için mümkün görür.” demeye ihtiyaç kalmamaktadır. Çünkü çağın en çok ihtiyaç duyduğu; «ırk ve kökenine bakılmaksızın herkese açık olan, karmaşa içinde sağlam bir kulp sunan ve iyi davranışları âmir inanç sistemi» sadece İslâm’dır.

Aslında bizim asıl itiraf etmemiz gereken şudur:

Bizim başka dinlerin mensuplarını cennete sokma hakkımız olmadığı gibi, aslında «cennete girme» garantimiz de yoktur. Çünkü âhirette hiç kimsenin soyuna, sopuna, milliyetine, nüfus kâğıdına bakılıp da; «Dîni: İslâm» yazıyor diye cennete konulmuyor.

Öyleyse haddimizi aşan mevzularda münakaşayı bırakıp; hem kendimizi, hem de hidâyetlerine vesile olarak bütün insanlığı cennetin kapısına -gerçekten- götürmek için çalışma vakti gelmiştir!