Din ve Dünyanın Hükmü Aynı: VERMEDEN ALMAK YOK!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Zaman zaman soruyorlar:

“Kazancımız ile ilgili nasıl bir plânlama yapalım?”

Cevabım şöyle oluyor:

Önce hesaplayın. Hesaplamadan olmaz. Hesabını bilmeyen, ne olursa olsun batar. Hesapladınız, kazancınızı tespit ettiniz; kazanç varsa çıkan miktarı ikiye bölün.

Kazancınızın yarısını, işinizi büyütmeye, sürdürmeye ayırın. Yerinde saymak, geri gitmek demektir. Yani kazancın yarısı, işin içinde kalmalı, kuvvetiniz eksilmemeli. Yeni teknolojiler, yeni arayışlar, yeni yatırımlar için bu gerekli… Yeri geldiğinde, daha geniş bir mekâna geçmek için yatırım yapmalısın. Daha büyük iş bağlantıları için, daha büyük çalışmalar gerekir.

Kalan yarıyı da ikiye bölün.

Birini kendi iâşeniz, harcamanız için; diğerini de zekât, hayır, hasenat işlerine ayırın.

Ben böyle tavsiye ediyorum. Daha fazla verirseniz, Cenâb-ı Allah her şeyden haberdardır. Verene Cenâb-ı Hak da veriyor. Bugüne kadar, yaptığı hayır-hasenattan dolayı müşkül duruma düşene rastlamadım.

Bu, îman meselesidir. Eğer Cenâb-ı Hakk’ın karşılığını çok fazlası ile vereceğine inanıyorsa, insan kıyamamazlık etmez, verir.

Gözünüzün önüne bir çiftçi getirin. Çiftçi, eteğine dolduruyor o hâlis nâdîde buğdayı. Toprağa avuç avuç saçıyor. Hem de nasıl saçıyor? Yüzü gülerek, tebessüm ederek…

«Heder ediyorum, boşa veriyorum.» diye düşünmüyor hiç.

Biliyor, inanıyor ki o saçtığı buğdayın kaç mislini alacak.

Biliyor ki boş yere değil, kendi tarlasına, bereketli bir araziye saçıyor.

Biliyor ki boşa savurmuyor, ekiyor, yatırım yapıyor.

Biz de bu sırrı anlasak; âhiretin tarlası olan bu dünyada ikram ettiklerimize, hayır yolunda, hasenat sahasında sarf ettiklerimize hiç acımayız. O çiftçi gibi verirken tebessüm hâlinde oluruz. Çünkü kat kat fazlasıyla geleceğinin idrakinde oluruz. Ama buna inanmamız lâzım.

Âyet-i kerîmede Rabbimiz bakın ne buyuruyor:

“O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân, 134)

Dikkat edelim, varlıkta infak tamam; fakat Rabbimiz yoklukta da infak edenleri methediyor.

Medine’ye çok fakir bir topluluk gelmişti. Peygamber Efendimiz; ashâbını toplayıp namaz kıldırdı, vaaz u nasihatte bulundu ve şöyle emretti:

“Her bir fert altınından, gümüşünden, elbisesinden; bir sa‘ (yaklaşık 2 kg) bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin; hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin.” (Müslim, Zekât, 69)

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da şöyle buyurur:

“Yoksullaştığınız zaman sadaka veriniz ki Allah -celle celâlühû- da kendisi ile ticaret yapmış gibi size bol rızık versin.”

Anlaşılıyor ki eken biçecek, verene de Mevlâ’m fazlası ile verecek.

Bir yerde yine infaktan bahsederken birisi, bana dedi ki:

“–Konuşursun tabiî, sen varlıklısın. Allah sana vermiş, sen de oradan harcıyorsun. Olmayan ne yapsın, veremiyor. Sen var olduğu için veriyorsun.”

Dedim ki:

“–Bak, ben daha 13-14 yaşımdayken ayakkabıcı çıraklığı yapardım. Haftalık 2,5 lira alıyordum. Bu paranın 1 lirasını babama veriyordum. 1,5 lira da bana harçlık kalıyordu. 1,5 liramın yarısını da mahalledeki ihtiyarlara verirdim. Onlar beni çevirirlerdi; tatlı dille bana dedemden, aile büyüklerimden, onların cömertliklerinden bahsederlerdi. Ben de aksatmadan her hafta, harçlığımın yarısını onlara verirdim. Bana 75 kuruş kalırdı. Yani elhamdülillâh; varlıklı değilken de vermenin hazzını tatmıştık, bereketini görmüştük.”

İnfak, sadece paradan mıdır?

Gaziantep’te Ayakkabıcılar Sitesi Camii yapılırken yaşanan bir hâdise:

Fakir bir adam gelmiş;

“–Cami inşaatında iş var mı? Varsa çalışmak isterim…”

Demişler ki:

“–İş var ama piyasada yevmiye 10 lira. Biz cami olduğu için 9 lira verebiliyoruz. Râzı olursan çalış.”

Adam; «Pekiyi» demiş. 3 gün çalışmış. Sonra da;

“–Benim işim tamam. Ben ayrılıyorum.”

Onlar da;

“–Günlük 9 liradan al sana 27 lira.” demişler.

“–Yok, ben almıyorum.”

“–Niye almıyorsun?”

“–Ben bu işe girerken hiç para almamak niyetiyle bu işe girdim. Zaten işsizdim, geziyordum. Gezeceğime hiç değilse şurada 3 gün çalışayım, dedim. Param yoksa da camiye emekle yardım edeyim, dedim.”

Bu yaşanmış hâdiseyi anlatan benim arkadaşım rahmetli Ali ERKENDİRCİ Bey, demiş ki:

“–Allah râzı olsun, sağ ol. Ama üstünde elbisen, ayağında doğru dürüst ayakkabın yok. Fakir olduğun her hâlinden belli. Sen niyetine kavuşmuşsundur. Allah kabul etsin. Sen şu parayı al.”

Adamın samimiyeti her hâlinden belli ki, onca ısrara rağmen niyetini bozmamış. Parayı almamış. Israrlarını şu sözle geri çevirmiş:

“–Niye sevabıma mâni olmak istiyorsunuz. Ben de emeğimle bu camiye hizmet etmek istedim. Müsaade edin, mâni olmayın.”

Arkadaşlar, bu sözün üzerine; «Tamam!» demişler. Adam; eşyalarını toplamış, ayrılmış. Onun bu fedâkârlığından çok duygulanan bir arkadaş, arkasından koşmuş, yetişmiş;

“–Demin biz senin sevabına mâni olmadık, sen de benim sevabıma mâni olmayacaksın. Şu 100 lirayı kabul edeceksin.” demiş.

Adam 100 liraya bakmış;

“–Yâ Rabbî! Sana hamd ü senâlar olsun, 4 dakikada 4 katını verdin…” demiş. Adamdaki şuura bakın ki, verene değil, gönderene bakıyor.

Öyle değil mi, verdiren kim?

Düşünün, 10 trilyonu olan bir adam, 1 trilyonunu hasenâta sarf etse; yaptığı hayır, servetinin ancak onda biridir. Cebinde hiç parası olmayan bir adam; üç günlük yevmiyesini infak ediyorsa, bunu hangi oranla ifade edebilirsiniz?

Hayır-hasenâtı hep bu açıdan değerlendirmek lâzım… Çok mu verdik sanıyoruz, böylesi insanları düşünmeliyiz.

Hazret-i Ali ve Fâtıma Annemiz de üç gün üst üste, iftar edebilecekleri tek rızıklarını; “Lillâh! Allah rızâsı için ver…” diyen yetime, yoksula ve esire ikram ediyorlar. Teşekkür bile beklemiyorlar. Bunları düşünüp, verdiklerimizin hiçliğini idrak etmeliyiz.

O gönlü cömert işçinin yaşadığı tecellîleri, birçok insan yaşamıştır. Allah, asıl mükâfatı âhirette verecek. Fakat dünyada da çoğu kez cömertliğin, fedâkârlığın karşılığını kat kat verir.

Gaziantep’ten ayakkabıcı arkadaşımız Sait ATEŞ anlatmıştı.

İstanbul’da iki oğluyla ayakkabı üretip satarlarken, birisi demiş ki:

“Kırklareli pazarında çok iyi alışveriş oluyor. Kârlı bir pazar. Oraya götürüp satın…”

Sabah erkenden mallarını almış gitmişler. Tam saat sekizde pazar yerine gelmişler, ancak o sırada müthiş bir yağmur başlamış… Her taraf sel olmuş. O tufanda pazara kim gelir?!. Pazarcılar tezgâhlarını yarım da olsa açmışlar. Bizimkiler de pazarcılara rica edip bir kenara mallarını koymuşlar amma ne gelen varmış ne giden…

O sırada o sular seller içinde ayakkabıları harap bir kadıncağız geçmiş. Bizim arkadaş;

“–Bacım gel!” demiş. “Senin ayakkabı numaran kaç?”

“–Ne yapacaksın? Ben ayakkabı almayacağım ki…”

“–Parasıyla değil, hediye edeceğiz. Sen söyle kaç numara?”

“–38…”

“–Oğlum, verin oradan 38 numara bir ayakkabı…”

Oğulları; “Zaten işimiz ters gitti. Yağmura yakalandık. Bir de niye parasız veriyoruz?” düşüncesi içinde ters ters baksalar da vermişler.

Diğer pazarcılar da şaşkın şaşkın seyrediyor, manzaraya bir mânâ veremiyorlarmış:

“Bu adam ne biçim bir adam?!. Pazara gelmiş. Satış yok, bir şey yok. Parasız ayakkabı veriyor.”

Yağmur bütün şiddetiyle devam ederken bir kadıncağız daha geçmiş. Pazarcılar bizim cömert ayakkabıcıya takılmak için seslenmişler:

“–Hey ayakkabıcı! Hadi bak bir kadın daha geliyor. Hadi çok para kazandın ya bugün, buna da bedava ayakkabı ver!”

Zannetmişler ki, adam; “Olur mu canım herkese bedava verilir mi? Bir kere gönlümüzden koptu diye herkese mi bedava dağıtacağız?!.” diyecek. Bunlar da gülecekler.

Fakat adam alay edildiğini görmezden gelmiş;

“–Öyle mi sen de gel bacım, senin numaran kaç?” Ona da bir ayakkabı hediye etmiş. Satıcılar iyice afallamışlar. Oğullarının da canı daha bir sıkılmış.

Yağmur akşama kadar dinmemiş, tabiî ki müşteri de gelmemiş, siftah etmeden hava kararmaya başlamış, pazar bitmiş. Pazarcılar, mallarını toparlarken, kendi aralarında konuşmaya başlamışlar:

“Yahu bu adam çok iyi bir adam. Onca yoldan gelmiş. Hiçbir şey satamadan dönecek. Gelin aramızda para toplayalım… Biz alalım ayakkabılarını… Bu hafta böyle güçlü yağdıysa haftaya da yağacak değil ya… Haftaya onun yerine satmış oluruz. Ne kaybederiz?!.”

Dedikleri gibi de yapmışlar.

Netice: Siftah edememiş olarak eli boş dönecekken, bütün ayakkabıları satmış adam.

Neyin karşılığında?

Gönülden ikram edilen iki çift ayakkabı karşılığında…

Sait Bey, arabaya binince dönmüş evlâtlarına demiş ki:

“Oğlum, ticareti öğrendiniz mi?”

İki garibana cömertçe verilen ayakkabıyı Cenâb-ı Hak, karşılıksız bırakır mı? Gönülleri harekete geçirdi, kat kat geri döndü.

Vermeden almak yok…

Cömert insan sevilir. Cömert, itibar görür. Cömert insanın kredisi olur. Hem Allah katında, hem kullar katında…

Allah ile alışveriş yapan kaybetmez…

Ne kadar çok ikram edersen, o kadar karşılık görürsün. Bu sebeple verdiğimizi çok görmemeliyiz.

Gaziantep’te eski bakanlarımızdan Sayın Vehbi DİNÇERLER’in de aralarında olduğu bir grup arkadaş, İslâmî Hizmetler Vakfını kurmuştu.

Onlar anlattılar:

Vakfı kuruyorlar, hayır işi… Durmadan davet…

“–Verin arkadaşlar… Vakfımızın ihtiyaçları var, bir daha verin!..”

Mırın kırınlar başlamış:

“–Daha geçen ay verdik. Evvelki ay verdik. Yine mi?!.”

Sonunda gruptaki arkadaşlardan merhum Mehmet SAĞLAM;

“–Bu böyle olmayacak… Bu işi bir sisteme bağlayalım.” diyerek şöyle bir çözüm bulmuş:

“–Hepimiz elhamdülillâh müslümanız. Rabbimizin emri var. Hepimiz zekât vermekle mükellefiz. Her birimiz her yıl servetinin yüzde birini vakfa versin. Böylece orta hâllisi, memuru ile zengin karışmamış olur. Herkesin durumu farklı da olsa; oran aynı olunca mağduriyet olmaz.”

Kendisi parmağındaki yüzüğü dahî hesap edermiş.

Bu sisteme geçip de hesaplayınca, daha düne kadar; “Daha geçen ay verdik, kaç kere vereceğiz?!.” diyenler de dâhil hepsi itiraf etmiş:

“Biz bu güne kadar vakfa yeteri kadar vermiyormuşuz!”

“Çok veriyoruz sandığımız şeyler, Allâh’ın zekât emrine bile ulaşmıyormuş.”

İşte insanlar zekâtı, sadaka ile karıştırıyorlar. Hesaplamadan üç-beş kuruş vermekle zekât edâ edilmiş olmaz. Öyle çok verdim, zannedilenler de gerçek zekât borcu karşısında cılız kalır. Sonra zekât hicrî yılla hesaplanan senelik bir borçtur. Hesap kitap yapılmazsa, hangi seneden ne kadar borcun kaldığını da tespit edemezsin. Bilmeyerek de olsa zekâtı eksik verince üzerinde kul hakkı kalır, kul hakkı da malûm.

Zekât; sayım yapılarak, gerçek bir şekilde hesaplanmalı, verilen yazılmalı, neticeye bakmalı…

Zekâtın oranı nedir?

Asgarîsi % 2,5’tur değil mi?

Bir defasında İstanbul’da bir panel yapıldı. 5 tane değerli ilâhiyat profesörü, zekât hakkında konuşmalar yaptı. Asr-ı saâdetten örnekler verdiler, kimlere verilir, nereye verilmez, tartışmalar, küçük ihtilâflar… Şuna verilirse zekât sayılır, şuna verilirse sayılmaz. Araştırmak dikkat etmek lâzım…

Ben de dinleyicilerden birisiyim. Söz aldım, dedim ki:

“–Müsaade eder misiniz, bir teklifim var…

Siz ilâhiyatçı hocalarımızsınız, ben de esnafım.

Teklifim, zekât oranını yükseltmek! Eğer zekât oranını % 2,5’ta yani asgarî hudutta tutarsak; «Oldu mu olmadı mı, oraya verilir mi, buraya verilir mi?» birçok sonuçsuz tartışma çıkıyor. Verilmez denilen yerlerin de, yardıma, desteğe ihtiyacı ortada. Biz şu miktarı % 2,5’tan % 5’e çıkaralım; «Oraya verilir, buraya verilmez!» meselesi de bitsin.”

“–Bizim de söylemek istediğimiz bu!” dediler.

Elbette, bu teklifimizde de, zekâtın sarf edilmesi gereken yerlere sarf edilmesi zarurî… Fakat bizim söylemek istediğimiz; zekât sayılmaz denilen cami yaptırma, müesseselerin inşaat vb. sabit ihtiyaçlarına gereken hayır-hasenâtı da zekât hesabının dışında tutalım. Bunları yapacağız diye; fakirin, yoksulun hakkını eksiltmeyelim.

“Biz farz olanı yapalım da yeter!” dememeli… Bu ümmetin zekâtla görülemeyen ihtiyaçlarını kim karşılayacak? Onlar farz değil mi? Bir yerleşim biriminde cami yoksa bunun vebâli oranın ehlinde değil mi? Kur’ân kursları, yurtlar, eğitim müesseseleri vesaire de böyle…

Ecdadımıza bakalım; o kadar camiyi, çeşmeyi, medreseyi, hamamı, kervansarayı zekâtla mı yaptırdılar? Hayır… Hayır-hasenat ile yaptırdılar.

Velhâsıl… Maddî tek mükellefiyetimizin zekât olduğunu sanmak hatadır.

Herkes, başta Allâh’ın dînine hizmetle mükellef… Sonra başta akrabası, hemşehrisi olmak üzere, bütün ümmet-i Muhammed’e, hattâ bütün insanlığa ve hattâ bütün mahlûkata karşı şefkatli olmak mecburiyetinde…

Bu sebeple vermeyi, ikram etmeyi bilmeli… Bundan uzak kalmamalı…

Bazen para, bazen emek, bazen bilgi… Fakat cömert olmalı.

45 sene evveldi. Şanlıurfa’da çalıştığımız ve çok sevdiğimiz bir malzemeci arkadaşımız vardı; Kambur Abbas HOŞGÖZ… Allah rahmet etsin…

“Biz bir makine aldık. Çalıştıramadık. Ne yaparız? Kim anlar bu işten?” diye meslektaşı merhum Vedat ÖZKEÇECİ’den yardım istemişler.

Özkeçeci de, benden bir usta göndermemi rica etti. “Biz, ücreti neyse verelim.” dediler.

Ben de dedim ki:

“Ustaların işi var. Fakat ben gelebilirim. Bir şartla ki, para almam. Sizin hatırınız için, muhabbetiniz için gelirim. Adamın işi görülsün.”

Şanlıurfa’ya gidip, bir hafta kaldık. Orada öğreticilik yaptık. İzzet ikram da gösterdiler. Dönerken de biz; «Para almayız!» dedik ya, iki büyük teneke sarı yağ hediye ettiler. Çok kıymetli bir yağdır. Baklavada kullanılır.

“Sen; «Para almam!» dedin. Biz de kabul ettik. Fakat hediyemizi reddetmeyeceksin!” dediler.

Bunlar güzel şeyler. Kaynaştıran, aradaki sevgiyi, muhabbeti artıran şeyler. Bu şekilde Mardin’e de öğreticilik yapmaya gittik. Böyle karşılıklı fedâkârlıklardan hiç kimse bir şey kaybetmez. Her iki taraf da kazanır.

Asıl kazanç bu…

Rabbim işte o gerçek kazanca erdirsin cümlemizi… Bu dünyadaki kazançtan, kazanmaktan, almaktan, vermekten murat; hep esas hayat olan âhireti kazanmaya dair olmalı…

Rabbim kazananlardan eylesin…

Bu dünyada cömertçe vermeyi, öbür âlemde saâdet içinde dermeyi nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn…