Ortaklıkta İstikrar İçin ÇALIŞMALI, ÖĞRENMELİ, KAZANMALI, PAYLAŞMALI…

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

İstanbul’a geldiğimizde hedefimiz büyüktü. Fakat bu büyük hedefi gerçekleştirecek sermayemiz yeterli değildi. Bankayı, krediyi de bilmezdik. Fâizden kaçınıyoruz.

Fakat bir şeyimiz vardı:

İtibarımız, nâmımız… Gaziantep’teki ticaretimiz, bizi tanıyan herkeste; dürüstlüğümüzü, itibarımızı perçinlemişti. Bu sebeple sermaye bulabilirdik…

Finans ihtiyacımızı gidermek için herkesten para istedik, kiminden 1.000, kiminden 3.000, kiminden 500 TL…

Tam 36 ortağımız oldu. İçlerinde; kapı komşumuz, yakın arkadaşımız, akrabalarımız, caminin imamı ve çalışanlarımız vardı, sene 1971’di.

Seneler sonra ülkemizde «holdingler vakası» yaşandı. Ülkemizden olsun, gurbetçilerden olsun, paralar toplayan, ilk zamanlarda yüksek kâr vaatlerinde bulunan ve bir müddet bu paraları da veren holdingler oldu. Bunlar maalesef, baştan yanlış yaptılar. Va‘dettikleri ve bir süre verdikleri meblâğları, ticaretle kazanıp da ödemek mümkün değildi. O sırada sürekli sermaye geliyordu, birinden alıp diğerine «kâr payı» diye verdiler. Yüksek enflâsyon yaşandığı için, işin içine başka hesaplar da giriyordu. Fakat sonu çok kötü oldu. Birçok kişi hâlâ bu tür firmalardan parasını alamadı. Biz o zamanlar bunun meşrû olmadığını, bir firmanın her sene döviz bazında % 20 kazanmasının imkânı olmadığını söylüyorduk. Kendimizle mukayese yapıyorduk;

“Firma bir sene kazanabilir, fakat diğer sene az kazanır, zarar eder. Hep aynı kazanç olmaz, bunda bir anormallik var!” diyorduk.

Biz bu 36 ortağımızla böyle bir hataya düşmedik. Her yıl, ayrıntılı bir hesap ortaya koyduk. Her yıl sayımımızı yaptık. Bir bardağı bile hesap ettik. Herkesin parasını yıldan yıla tespit ettik. Bunlardan hâlâ mühim bir kısmı devam ediyor.

Hem biz kazandık, hem onlar kazandı, ama Allâh’ın takdiri olmasa hiçbir şey olmaz, bunu da bilmek lâzım.

Biz o sermaye gücü olmadan, hedeflerimizi belki gerçekleştiremezdik. Ortaklarımız da o küçük imkânlarla, bir iş kuramazlardı. Güç birliği ve ortaklığında şartlar yerine getirilince, muvaffakiyet ve kazanç geldi.

Neydi o şartlar:

1. Ortaklık kurulurken her şey konuşulmalı ve üzerinde anlaşılan maddeler yazılmalı.

2. Dost, akraba, kardeş demeden anlaşma maddeleri ciddiyetle uygulanmalı. Sadece taahhütle kalmayıp; baştan çek, senet ve benzeri teminatlara başvurulmalı.

3. Titizlikle her şey hesaba katılmalı; bulanık, belirsiz bir alan bırakılmamalı. Dürüst, şeffaf bir şekilde hesap görülmeli.

4. Sebepsiz yere ayrılık çıkarılmamalı. Anlaşmazlıklar, dedikodu vs. yerine direkt görüşülmeli. Sû-i istimal, yani yolsuzluk, emânete hıyânet sebebi dışındaki sebepler tolere edilmeli.

5. Her ne sebeple olursa olsun, ayrılık gerçekleşirse; kavga etmeden, fedâkârlık göstererek, güzellikle ayrılmalı.

«Türkiye’de ortaklık olmuyor.» diyorlar. Allâh’ın izniyle biz başardık. Demek ki oluyormuş.

Biz bu maddeleri titizlikle uyguladık.

Ne kazandık, kim ne çekti, hissesi ne kadar? Hepsi belli. Şeffaf. Kırk-elli senedir, düzgün bir şekilde yürütüldü.

Büyümek ve daha güçlü bir üretime ulaşmak şart…

Niçin?

Bu soruya da bir hâtırayla cevap verelim.

Starki adlı bir İngiliz yahudisi bize müracaat etti:

“–Ben Kore’de, Tayvan’da hocalık / danışmanlık yaptım. İstanbul’da damadım var. Buraya geldim. Üç ay kalacağım. 65 yaşındayım, bilgilerim benimle mezara gitmesin. Size de bilgilerimi öğreteyim.” dedi.

“–Pekâlâ, ne istersin?”

“–Şu kadar para.”

“–Ooo çok istedin…”

Derken istediği ücreti yarıdan daha aşağıya çektik. Anlaştık. Bu sefer başka bir anlaşmazlık çıktı:

“–Ben 3 aylık ücretimi peşin isterim.”

“–Kusura bakma bizim peşin verecek durumumuz yok!”

“–Koca firmanın bana verecek parası mı yok?!.”

“–Paramız olabilir, fakat sen de insansın, hasta olabilirsin, gelemezsin…”

“–Ben bu yaşa kadar hiç hasta olmadım, korkmayın!”

“–Kusura bakma, biz sana nazik söyledik; ya ölürsen demek istedik!”

Bu sefer;

“–Ooo, siz beni öldürdünüz!” diye yerdeki halının üzerine yattı; bir o yana, bir bu yana yuvarlandı. Artistlik yeteneğini sergiledi.

“–Kusura bakma, biz veremeyiz. Çünkü ölmeyeceğini garanti edemezsin… Râzı olursan, böyle…” dedik. Râzı oldu, küçük bir avans verdik.

Arkadaşları ikna etmek için dedim ki:

“–Yahu bir futbolcu antrenörüne şu kadar para vermiyorlar mı? Bize bir şey öğretirse, memlekete bir katkısı olursa, niye vermeyelim?”

Haftada 3 kere, yarım gün geliyordu. Üretimi inceledi, fabrikayı gezdi. Dedi ki:

“–Siz 500 çift değil, 1.000 çift ayakkabı üretmelisiniz.”

Biz itiraz ettik:

“–Biz 500 çifti satamıyoruz, 1.000 çifti nasıl satacağız?”

Meğer 1.000 çifti satmak, daha kolaymış. 2.000 çift yapabilsek daha da kolay.

Nasıl kolay?

Bu, üretim gücüdür. Büyük bir işletmeden bahsediyoruz. Müşteri, güç arar. Engellere takılmak istemez.

Bugün Türkiye’de ihracat çoğaldı.

Amerika’dan bir müşteri çıkıyor. Soruyor:

“–Bana şu üründen 100 takım mobilya yapar verir misin?”

Üretici diyor ki:

“–Ben 100 takımı ancak 1 senede yaparım. Belki de bitiremem.”

Adam vazgeçiyor. Zamana takılmak istemiyor. Çünkü güç arıyor.

Üretimin gücünden, süratinden, kalitesinden, istikrarından emin olursa; müşteri gelir.

Sende üretim zaafı olduğunu görürse, çapının büyük işlere yetmediğini görürse, seninle çalışmaz. Onun vazifesi seni kalkındırmak değil, o mal arıyor. Sen kalkınmanı, büyümeni daha önceden gerçekleştirmiş olacaksın.

Dolayısıyla Starki’nin dediği gibi; 500 çift ayakkabı satamazken, 1.000 çift üretince, daha fazlasını daha kolay satarsın.

O üretim gücü için de, sermaye ve teknoloji artırımı lâzımsa, ya aynı işi yapan kendi çapındaki işletmelerle birleşip gücünü artıracaksın yahut sermaye ortağı bularak işini büyüteceksin.

Starki bir şey daha söylüyordu bize:

“–Şu kiri, pası fazla olan freze ve benzeri makineleri, fabrikanın geri kalanından ayırın. O kısım içeride kalsın.”

Böldük.

“–Şimdi mermer silecekleri alın. Fabrikanın temiz kısmının zeminini silin, tertemiz tutun.”

Sildik, gösterdik:

“–Bak, ne güzel oldu.”

“–Yok, güzel olmamış, baktığında ayna gibi, kendini göreceksin.”

“–Ya kardeşim, biz de temizliği severiz ama burası hastahâne mi, lâboratuvar mı? Bu derece temizliğe ne gerek var?”

Starki ne dedi biliyor musunuz?

“–Öyle değil! Çalışan kişi; yeri temiz görürse, temiz çalışır, yaptığı işi bozuk yapmaz. Yeriniz temiz olacak, sileceksiniz. Mademki beni danışman olarak aldınız, sözümü yerine getireceksiniz.”

Bize başka da bir şey öğretmedi. Fakat bunlardan istifade ettik.

Anlaşma bitti, Starki dedi ki:

“–Üç ay daha devam edeyim size daha çok şey göstereyim!”

O an aklıma falcı çingeneler geldi. «25 kuruş ver, falına bakayım.» der alır 25 kuruşu, iki kelime söyler, «25 kuruş daha ver, daha çok söyleyeyim…» diyerek uzatır da uzatır. İsteği bitmez.

Starki’ye bunu anlattık;

“–Bildiğin başka şeyler vardıysa, 3 aydır niye öğretmedin? Senin bu 3 aylar bitmez. Dostluğumuz kalsın.” dedik işine son verdik.

Fakat temizliğe dikkat çekmesi önemliydi. Hakikaten yabancı müşteri, geldiği zaman senin üretim alanlarını gezmek, görmek ister.

Mamullere baksa, inansa olmaz mı? Hayır inanmıyor!

O bir bağlantı kuracak, senin müessesenden bu iş çıkar mı, çıkmaz mı? Dökük saçık, merdiven altı bir atölyen mi var; yoksa mazbut, tertemiz bir fabrikan mı var? Düzeni, intizamı nasıl? İşçiler eğitimli mi? Hakları verilmiş mi?

Tabiî bunu sağlamak için, işçilerini eğiteceksin. İşyeri, bir mektep gibi olmalı. Fabrikanın temizliğine, işçinin eğitimine harcadığın zamana acımayacaksın.

Bunlar da hep kuvvet ister, güç ister, birlik beraberlik ve bilgi ister.

Bunun neticesinde, ürünümüz de kaliteli olur, sağlam olur, güzel olur.

Bir hâtıra daha;

Yukarıda anlattığımız Starki gibi, Zivik isminde bir Alman ayakkabı uzmanıyla da çalıştık. Ayakkabı okulundan mezundu, Türkçe de biliyordu. Biz de az çok tanıyorduk. O da bizde altı ay çalıştı. Meslek olarak bize çok şey veremedi ama üretimde kontrolü öğretti.

İşin başında kontrol, ortasında kontrol, sonunda kontrol…

Kontrolün önemini öğrendik.

Bir firmanın, bir şirketin kaliteli, sağlam, iyi bir üretime sahip olması; tıpkı güzel bir kızın babası olmak gibidir.

Bu ilginç benzetmemizi şöyle açalım:

Eğer güzel, iffetli, pırıl pırıl bir kızınız varsa, onun talibi çok olur. Akrabalardan talipleri olur, eş-dosttan talibi çok olur. Herkes babaya; “Beni tercih et…” der. Elbette kızın babasına seçme hakkı doğar.

Hâlbuki, kızı güzel olmasa; «Birisi istese de baş göz etsek» diye düşünür. İsteyen olursa pek seçmeden vermeye bakar. Çünkü evde kalmasın ister. Yani seçme hakkı babada değildir.

Elbette bu bir benzetme… Kızının güzelliği, babanın elinde değil. Fakat ürünümüzün kalitesi, güzelliği, sağlamlığı bizim elimizde. Eğer ürünümüz kaliteli olursa, talibi çok olur ve bize seçme hakkı doğar. Her müşteriyi beğenmeyebiliriz. Şartları biz oluştururuz.

Bu sebeple elimizden ne geliyorsa, güzelin daha güzelini, iyinin daha iyisini yapmak için çaba sarf edeceğiz.

Bunun için, evlâtlarımızı okutacağız, bir yandan müesseselerimizde tecrübelerini artıracağız. Hem alaylı, hem mektepli olmalarını sağlayacağız. Bu iki enerjiyi birleştireceğiz. Sonra da kabiliyetlerini inkişaf ettirebilecekleri mevkilerde istihdam edeceğiz.

Ortaklıkların bilhassa aile şirketlerinin başarısı için mühim bir nokta da iş bölümüdür.

1984 senesinde; yeğenim Mehmet BÜYÜKEKŞİ, kardeşi Aykut, diğer yeğenim Fikret ŞERAFETTİNOĞLU, büyük oğlum Mehmet ZİYLAN, yine yeğenim Ahmet KAYALI, ayrıca işi yöneten ortaklar da vardı.

Bunlar okulu bitirip, askere gitmişlerdi. Bu tarihte de askerden geldiler.

O zaman Ziylan Taban var. Eğer hepsini bu birime koysaydık, biri çalışacak, diğerleri paslanacaktı. Madem ekip var dedik, ikinci bir birim açtık. Ziylan Ayakkabı o zaman doğdu. Sermayelerine göre, hisselerini belirleyerek, iş bölümü yaptık ve yarış ortamı oluşturduk.

Demek ki, kardeş ve benzeri akrabaların işlettiği şirketlerde, kimse paslanmamalı. Üç kişiyle yürütülecek işe, altı kişi koyup hem adam israfı yapmamalı, hem de muhtemel çekişmelere yol açmamalı. Bunun yerine iki ayrı, yarışacak birim oluşturmalı…

Amca, yeğen, evlât, dost, akraba… Bunca kişi bir şirketi nasıl çekip çevirir?

Elbette bir yönetim kurulu ile…

Başta çocuklar henüz lise, üniversite talebesiyken işe müdâhildiler. Şirketin yüzde seksen civarı benimdi. Evlât ve yeğenlerin yüzde beşlik, altılık hisseleri vardı. Fakat yönetim kurulunda oturduğumuz zaman, bir ifade hürriyeti sağlamıştık. Yönetimde benim de diğerlerinin de birer oyları vardı, oylar eşitti.

“Yüzde seksen bana ait… Hepinizin büyüğüyüm… Siz ne bilirsiniz!” Asla böyle bir hava estirmedik. Orada amca-yeğen ortadan kalkıyordu. Herkes fikrini, teklifini ortaya koyabiliyordu. Rahat rahat söylüyordu.

Diğer yandan, hiçbir zorlamam olmadığı hâlde, tecrübe ve ikna kabiliyetimizle, yüzde yetmiş benim dediğim oluyordu. Çünkü tecrübemi ortaya koyunca, anlatınca; zararla neticelenecek bir tekliften vazgeçiyorlardı. İstişârenin bir faydası da buydu.

Toplantıda bir araya gelinip, asla şikâyet edilmez, probleme çare aranırdı. «Ben demiştim!» diyerek övünme de olmazdı, «Senin yüzünden!» diye öfkelenmek de yasaktı.

Tıpkı, Peygamber Efendimiz’in Uhud Harbi’nde ve sonrasında yaptığı gibi…

Efendimiz, Rabbimiz’in istişâre emrini gerçekleştiriyor, ashâbıyla mühim birçok meseleyi görüşüyordu. Uhud’dan önce de, müşriklerin büyük bir orduyla geldiği haberini alınca, Peygamberimiz, ashâbını topladı. Onlara, şehirde kalarak savunmayı arzu ettiğini belirtti. Fakat genç ve heyecanlı sahâbîler, Bedir gibi bir meydan savaşı istiyordu. Onların kararı baskın geldi. Peygamber Efendimiz, istişârenin neticesini uyguladı. İstişâreye sâdık kaldı.

Harp, malûm olduğu üzere; 70 kadar sahâbînin şehid düştüğü, Efendimiz’in mübârek dişlerinin kırıldığı bir sarsıntıya sahne oldu. Daha sonra toparlanıp müşrikleri püskürttülerse de, müslümanlar ağır kayıplar vermişti. Peygamber Efendimiz; hiçbir şekilde, kimseyi ayıplamadı. «Benim sözümü dinlemediniz, başınıza bunlar geldi!» demedi.

Çünkü o zaman bir daha hiçbir istişârede, hiç kimse bir şey söyleyemezdi. Bir sonraki harbin istişâresinde ise hendek kazma fikri, belki sahâbenin kabîle vs. açısından en güçsüzü, Medine’de bir garip olarak yaşayan Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’ten geldi. Bu teklif, çok faydalı oldu.

Yönetim kurulumuzda; zararla neticelenen teklifin sahibini, tenkit etmek yasak olduğu gibi, bunun tam tersi de aynı şekilde kuraldı. Bir kişinin teklifi, kazanç getirse, o da;

“Benim sayemde, benim teklifim vesilesiyle kâr ettik!” diye övünmezdi.

İkisi de mühim… Yanlışı tekdir edersen, azarlarsan bir daha ağzını açamaz. Körelir, tıkanır. Övünmenin yolunu açarsan, haset ve kibir olur. Ortalık, gövde gösterisi yapmaya çalışan kişilerle dolar. Yönetimde olan kişilerin konuşması sağlanmalı. Onlara söz vermek lâzım. Ben onlara;

“–Niçin konuşmuyorsunuz? Saçma, anlamsız bir şey söylemiş olmaktan korkmayın… Yeter ki bir şey söyleyin…” derdim. Konuşmaya zorlanınca bir sonraki toplantıya hazır gelirlerdi.

İstişâre şart, çünkü tecrübe her şey değildir. Geçmiş tecrübeler, yeni tecrübeleri tıkamamalı. Çok tecrüben olabilir, fakat şimdi yeni bir şey öğrenmenin eşiğinde de olabilirsin.

İstişâre meclisinde fikirlerin hür bir şekilde ifade edilebilmesi için, öfkelenme de yasaktır.

“Öfkede akıl olmaz.”

“Öfkeyle kalkan, zararla oturur.”

Sadece toplantıda değil, iş hayatının hiçbir yerinde öfkelenme yok.

Öfke ve öfkeliyken söylenen sözler ve yapılan işler, ortaklıkları da çatırdatır.

Öfkelenecek bir şey olmuşsa, işi orada bırakacaksın ve mola vereceksin.

Saadettin TANTAN, emniyet müdürüyken kendisiyle dostluğumuz vardı. Diyordu ki:

“Ben öfkelendiğimde Fatih Güreş Kulübüne gidiyorum. Orada 2 saat güreş tutuyorum, ip sekiyorum, sonra duşumu alıyorum, öfkem geçince işimin başına dönüyorum. Siz de benzeri şeyler yapın; yoksa en önemli şey olan sıhhatinizi kaybedersiniz.”

İnsan, hiçbir işi öfkeli iken yapmamalı. İş hayatı hiç öfke istemiyor.

Yönetim kurulunda, kardeşler arasında, arkadaşlar arasında öfke ve tartışma olmamalı. Sakin, akıllıca çözümler aranmalı. Herkes birbirine kulak verip dinlemeyi bilmeli.

Ortaklığın özü paylaşmadır.

«Tek ben kazanayım, hep ben kazanayım!» yerine; «Hep beraber kazanalım!» demelidir. Bunun için, daha önce bir makalemizde yazdığımız gibi, işin belkemiği olan çalışanlar da ortaklığa katılmalıdır. Bu, hem paylaşımı sağlar, hem de çalışanı coşturur, üretimin kalitesine, üretimin süratine katkı sağlamaya sevk eder. Her iki taraf da kazanır.

Bunu meslek hayatımızda birçok kez uyguladık.

İstanbul’a geldiğimizde Topkapı Gümüşsuyu Caddesi’nde bir işyeri devraldık. Ayakkabı telâsı üretiyoruz. Devraldığımız dükkânın 5-6 işçisi var. Onlar da bizde devam edecek. Geldiler, dediler ki:

“–Biz patron değiştirdik.”

“–Eee ne olmuş?”

“–Biz haftada 150 lira alıyorduk her birimiz. Şimdi 175 lira istiyoruz. Bize 25 lira zam yap.”

Onlara dedim ki:

“–Ayıp değil mi size?”

“–Niye ayıp olsun?” dediler. “Verirsen ver, vermezsen verme. Zam istemekte ayıp olacak bir şey mi var?”

“–Yahu niye sadece 25 lira zam istiyorsunuz?”

“–Ya ne kadar isteyelim?”

“–100 lira isteyin.”

Yani 150 lira haftalık alıyorlar, 250 liraya çıkacak.

“–Verirsen yok demeyiz…” dediler.

“–Anlaştık. Ama ben de sizden iş istiyorum. Şu kalitede, şu hızda, şu sayıda… Şu kadar üretince kazancı şu, bunun şu kadarı senin, şu kadarı senin…”

Şimdi de tavsiye ediyorum. Müesseselerimizde kıymetli kardeşlerimiz varsa;

“Kardeşim şu kârı kazanırsak senede kazandığımızın % 5’i senin, % 7’si veya % 2’si senin.” Bu şekilde ortak edin veya prim verin.

Kıymetli bir çalışan, sadece bir aylık alıyorsa, tam olarak motive olamaz; yüksek verimde çalışsa da alacağı aynı aylık, düşük verimde çalışsa da aynı aylık…

Eğer paylaşmayı bilmezsen, yükseğe adım atman mümkün değildir.

Biz daha sonra da, yanımızdaki kıymetli elemanlarımızı; muhasebecilerimizi, ustalarımızı, kimyagerlerimizi, mühendislerimizi kârımıza hep ortak ettik. Bu, bizim kalkınmamıza sebep oldu.

Paylaşmak demişken, ülkemizde mühim bir husus da bilgi paylaşımı…

Yine bir hâtıra…

1970’lerde ayakkabı sanayisinde Bıçakçı Fahrettin DANIŞMAN diye bir usta vardı. Deri kesim bıçakları yaparlardı. Şimdi de oğlu, firmasını devam ettiriyor. Ben de ona bıçak yaptırırdım. Sevdiğim bir insandı. Allah rahmet eylesin, vefat etti.

Basit bir kesim presi yapmıştı, mafsallı bir pres. Öyle hidrolik, pnömatik ileri bir teknoloji değil. Bana bahsetti, fotoğrafını gösterdi. Baktım, teşvik olsun diye; “Bir tane de bana yap.” dedim. Onu çalıştığı yerde teşvik etmek için bende olmayan bir prese sahip olacağım. Fiyatını söyledi, anlaştık, kaporasını verdim.

Fakat baştan presi görmek istediğimi söyledim.

“–Olur…” dedi. Gedikpaşa’da bir hana çıktık.

“–Sen şurada bekle, ben gidip müsaade alayım. Sen içeri öyle gir.” dedi. “Olur…” dedim. Kapının önünde bekledim. 15 dakika sonra geldi.

“–Adam bana çay söyledi. Ben de; «Size verdiğim presten bir tane daha yapacağız, bir arkadaş bakacak» dedim. Müsaade etmedi adam.”

Evet, bu kadar basit bir presi bile başkasına göstermeyecek kadar bilgisizlik.

Türkiye’de böyleydi. Her şey gizlenirdi.

Niye?

Sadece bende olsun!

Hâlbuki, Avrupa’ya gittiğimizde gördük ki sanayiciler, makine üreticileri; son teknoloji makineleri, çalıştırarak gösteriyorlar.

Biz o bu büyük makinelerden alıp Türkiye’ye getirdik. İşyerimize kurduğumuz zaman ilân ettik:

“Kim bu makinelerden çalıştırmak istiyorsa, gelsin burada görsün. Hattâ gelsin burada üç-beş gün çalışsın, öğrensin…” Bundan da hiçbir zarar görmedik.

Çünkü ülke olarak kalkınmamız için, bilgiyi paylaşmamız gerek.

Ne mutlu paylaşabilene…

Zaten çalışmanın, büyümenin, daha çok kazanmanın altında da niyetimiz; bol bol infak eden, ülkesine ve milletine yararlı, güçlü birer müslüman olmak değil mi?

Rabbimiz; ülkemizi, insanımızı; daha güçlü, daha muvaffak, daha kuvvetli, daha zengin, aynı zamanda daha cömert, daha merhametli, daha kenetlenmiş hâle getirsin.

Âmîn…