Ülke Olarak Kalkınmanın Şartı BİRLEŞMELİ BÜYÜMELİ

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Çalışma hayatımızda baştan beri, ufuk açıcı, tecrübe artırıcı gezi ve seyahatlere önem verdim. Yeni müteşebbislere de hep tavsiye ederim.

Bu seyahatlerde insan; sadece, yeni makineler, yeni teknolojiler, özgün tasarımlar, orijinal modeller görmez; bazen ekonomik hayatın gidişâtına dair de büyük ipuçları elde edebilir.

Ben de bu seyahatler vesilesiyle öğrendim ki; kalkınmada Türkiye’den hayli önde giden Almanya’da seneler önce, küçük çaplı çalışan ayakkabı esnafı yok olmuş. Güçlü firmalarla rekabete dayanamayarak silinip gitmiş.

Bunları duyduğumda, Gedikpaşa’daki ayakkabıcıları topladım, anlattım:

“–Arkadaşlar, üçünüz-dördünüz bir araya gelin, firmalarınızı birleştirin… Bakın Almanya’da birleşenler büyümüş; birleşmeyen, zayıf kalanlar yok olmuş… Ne olur birleşin, güçlerinizi birleştirin…”

Birisi dedi ki:

“–Yahu ben bu yaştan sonra disipline mi gireceğim?!. Ben şimdi işimin başına dilediğim saatte gidiyorum. Bir gün saat 08:00’de, bir gün 10:00’da, istersem 12:00’de gidiyorum. Bazen hiç gitmiyorum. Ortak olunca memur gibi saatle mi çalışacağım?!.”

Öteki bir şey söyledi, başkası bir başka noktadan itiraz etti, hiçbirinin kafasına yatmadı, hiçbiri de birleştirmedi. Fakat sonuçta beklenen oldu, yok oldular.

Onlar kendi hâllerini yeterli buluyorlardı. İşleri hep böyle devam eder, sanıyorlardı.

Hâlbuki dünyadaki rekabete dayalı ekonominin işleyişi farklı… Küçükler rekabete dayanamıyor, yok oluyor. Birleşen küçükler, büyüyor ve yaşamaya devam ediyor.

Ya büyüyeceksin ya yok olacaksın.

Öyle Fatih Sultan Mehmed’in devri gibi;

“Ben siftah ettim, bu alışverişi komşumdan yapın o da siftah etsin…” devri kapandı maalesef.

Şimdi değil komşu; dünya ile rekabet hâlindesin.

İşlerimizi sağlam, serî, güzel, kaliteli yapacağız; hem de diğer üreticilerle/satıcılarla rekabet edebilecek bir fiyatla satabilecek, ekonomik güce, sermayeye ve yatırıma sahip olacağız.

Sermayemiz bu kadar güçlü değilse, ortaklıklar geliştirmemiz lâzım, güçlerimizi birleştirmemiz lâzım. Fakat maalesef Türkiye’de insanlar ortaklığa meyilli değil.

Bu Türkiye’nin bir problemi.

Birleşmeyen; sadece büyümekten geri kalmaz, çoğu üç-beş sene sonra yok olabilir…

Çünkü birleşenler büyüyecek, birleşmeyenlerden daha çok, daha kaliteli mal üretecek ve daha ucuza mal edecek, dolayısıyla daha ucuza satabilecek. Güçsüz firmalar o fiyatlarla rekabet edemeyecek. Çünkü birleşmeyenler el yordamında kalacak, birleşip büyüyenler teknolojilerini yenileyecek.

Derler ki: Firma; «Tesisini yenile yoksa ben sahibimi yenilerim.» dermiş.

Bir elin nesi var, iki elin sesi var derler. Tek başına olanların, birleşmiş, profesyonelce büyümüş firmalara karşı şansı azalır.

Ortaklığın elbette zor tarafları da var. Ortak olduğunda insanın kendi dükkânı, kendi şirketi gibi olmayacak. Bir disiplini, bir titizliği olacak. Fakat bu, nefsimizin hoşuna gitmese de, çoğu zaman firmanın lehine bir şeydir.

Mânevî olarak da ortaklık daha teşvik edicidir. Çünkü insan tek başına iken, tek başına kazanmaya çalışan, ihtiras sahibi bir kişi gibi hissedebilir. Fakat sadece kendim için değil, aynı zamanda ortaklarım için, ülkemin, şehrimin kalkınması için gibi geniş ufuklu hedefler; insanı, yaptığı işte daha verimli hâle getirir.

Yine şirketimizin çalışanları, yöneticileri hissedar ise, onlar daha bir şevk ile çalışırlar.

Fakat ben âmir olacağım diye tutturan, istişâre ve ortak iş yapma kabiliyetine sahip olmayan, bencil ve kimseden, değil direktif, tavsiye dahî almaya tahammül edemeyen insanlar ortaklık kuramazlar. Kursalar da zulmederler.

İnsanlar ortaklıktan sadece kendi kendilerinin patronu olmak için kaçınmazlar. Ortaklıktan kaçınmanın en büyük sebeplerinden biri de, olumsuz örnekleri yaşamak korkusudur. Hâlbuki kötü örnekler, ortaklığın kendisinden kaynaklanmaz. Ortaklığın şartlarını yerine getirmemekten, baştan bazı hususları göz ardı etmekten kaynaklanır.

Hâtıralarla, bir ortaklıkta nelere dikkat etmek lâzım, bunları hasbihâl edelim:

Geçmişte Gaziantep’te yaşça benden büyük bir usta ile ortaklığa giriştik. Güçlerimizi birleştireceğiz. İmalât yapacağız, dışarı satacağız.

Konuştuk, dükkânı aldık.

Ortak bir arkadaşımız bana dedi ki:

“–Yahu siz ortak oluyorsunuz ama; pekâlâ, kimin ne iş yapacağını konuştunuz mu? İş bölümünü yaptınız mı?”

Ben dedim ki:

“–Konuşmaya ne gerek var? Ben genç, başarılı, girişimci bir insanım. Ben dışarı işinde, piyasada olurum, alım-satım işine bakarım. O da dükkânı çekip çevirir, imalât yapar.”

Arkadaş güldü;

“–Siz bu meseleyi konuşmamışsınız.” dedi.

“–Niye güldün, ne oldu ki?” dedim.

“–O da diyor ki: «Ben yaşlıyım, ondan büyüğüm. Ben piyasayla meşgul olurum. O gençtir, dükkâna o bakar.» Siz ortak olmuşsunuz, dükkân tutmuşsunuz fakat bu işi konuşmamışsınız…”

“–Ya öyle mi? Konuşalım o zaman…”

Bir araya geldik.

“–Ökkeş Usta, sen bu ortaklıkta nerede çalışacaksın?”

Ökkeş Usta sözünü esirgemedi:

“–Ben sana göre yaşlıyım, daha tecrübeliyim. Ben piyasada çalışırım, sen de dükkânda çalışırsın.”

“–Yahu usta, seninle benim piyasa başarım bir olur mu?”

Anlaşamadık. Ortaklık daha doğmadan ölmüş oldu.

Demek ki, birinci şart:

Ortaklık kurulurken her şeyi baştan konuşmak gerek. Sadece konuşmak mı? Hayır! Şartlar, kurallar, her şey yazılmalı. «Sen şöyle dediydin, ben böyle dediydim»e bırakılmamalı…

İleride nizâa yol açabilecek, münakaşa konusu olabilecek her şey…

Sermaye ve kâr oranları, iş bölümü, çalışma esasları, mesai, şirketten para çekme ölçüleri, ev geçindirme esasları, ürünlerden ortakların yararlanma şartları, fesih şartları…

«Ahbap çavuşlar bir araya gelelim, nasıl olsa anlaşırız!» diye bakılırsa; o ortaklık; ya ölü doğar yahut da bir sürü problemle sakat doğmuş olur.

Bir başka ortaklık hikâyemiz:

Biz baştan beri müteşebbis idik. Şimdi girişimci diyorlar ya, öyleydik.

Gaziantep’te iken altı kauçuk, üstü deri ayakkabı yapıyorduk. Otomobil lâstiği gibi volkanize sistem diyorlar. Bunun tesisini Gaziantep’e getirmek için on arkadaş birleştik. İstanbul’dan Site Fabrikası’ndan aldık. Ortak olduk, herkes 10.000 TL sermaye verecek, ortak bir işletme olarak çalıştıracağız. Hepimiz çok samimî arkadaşlarız.

Onuyla da konuştuk. İşe başladık. Firmanın işletmecisi, idarecisi de benim. Fakat iş plânlandığı gibi gitmedi.

Dedim ya hepsi arkadaşım. Onlara şahıs olarak gitsem, 1.000 lira istesem; “Hay hay!” der, tereddüt etmeden verir. Fakat gidiyorum. Ortaklık icabı vermesi gereken 400 TL’yi istiyorum. Vermiyor;

“–Şimdi para yok. Şu 50, 100 lirayı al. Sonra olunca tamamlarız…” diyor.

“–Sen vermezsen ben nereden bulacağım. Bu işletmenin borçlarını, ortakları karşılayacak.”

Senedimiz var ödenecek. Öbürüne giderim:

“–Ortaklık aidatını ver.”

“–Falanca verdi mi?”

Yalan söylemek âdetimiz değil:

“–Vermedi.”

“–Önce ondan al da sonra bana gel…”

Bu şekilde, dört sene kâr edemeden işlettik. Sonunda bir firmaya devrettik, ortaklığı bitirdik, hikâyesi uzun…

Niye anlatıyorum? Ortaklığın esasları baştan yazılmalı. Arkadaşlık, akrabalık, hatır-gönül bir tarafa bırakılıp, ciddiyetle o kurallar uygulanmalı…

İkinci şart:

Ciddiyet…

İster baba-oğul, ister kardeşler, ister enişte-kayın, ister can ciğer arkadaşlar, kim olursa olsun başta yedi kat yabancı gibi ortak olmazsanız, sonunda mutlaka nizâa düşersiniz.

Baştan her şey açık bir şekilde konuşulup yazılacak ve sağlam güvenceye bağlanacak, ciddiyetle uygulanacak.

Bu 10 ortaklı tecrübeden sonra İstanbul’a yerleştik.

İşyeri komşumuz Necati KARAASLAN’ın işyerinde misafir olarak otururken, üç hemşehrimin konuşmasına kulak misafiri oldum. 40 Gaziantepli iş adamı ortak olmuşlar, bir fabrika kurmuşlar. Aralarında; «Şunu şöyle yapalım, bunu böyle yapalım.» şeklinde bana göre olumsuz konuşuyorlar.

Üçü de benden 10-15 yaş büyük iş adamları. Ben 35 yaşındayım. Böyle olduğu hâlde dayanamadım. Hemşehrilerim olduklarından da cesaret alarak, biraz da gençliğin heyecanıyla dedim ki:

“–Siz böyle yaparsanız, bir sene sonra, iflâs edersiniz!.”

Doğrusu biraz sert ve ukalâca olmuştu. Yaşça büyük üç tane kerli ferli adama böyle söylemek doğru olmamıştı. Yumuşatarak, lâfı getirerek söylemek daha iyi olacaktı. Ben de söylediğime pişman oldum fakat bir defa söz ağzımdan çıkmıştı.

Tabiî bu iddia onların ağırına gitti. Biri dedi ki:

“–Sen kim oluyorsun da, bize böyle söylüyorsun?!.”

Diğeri dedi:

“–Senin bildiğin kadar, bizim unutmuşluğumuz var!”

Öbürü dedi:

“–Ben senden 30 bayram fazla görmüşüm, bu kadar tecrübem var. Sen utanmadan, nasıl böyle söylersin?!.”

Ben hatamı anladığım için, bir kelime daha söylemedim. Orada sustum. Eyvallah dedik, geçip gittik.

Aradan bir sene geçti. Bir gün işyeri kapımız çaldı. Açtım baktım ki bir sene önce bana hakaret eden, Gaziantepli o üç kişi gelmişler.

“–Misafir kabul etmez misin?” dediler.

“–Buyurun, ne demek…”

İçeri aldık. Ellerinde tatlılar, fıstıklar… Masanın üzerine koydular. Oturduk, söze girdiler:

“–Sen bir sene evvel, bizim iflâs edeceğimizi söylemiştin ya…”

“–Evet…”

“–Nereden bildin?”

Demek ki bizim tahminimiz gerçekleşmiş… Devam ettiler:

“–Biz arkadaşlarla düşünüp taşındık. Bu adam, bizim iflâs edeceğimizi bildi; nasıl kurtulacağımızı da bilir. Gaziantep’ten hususî bunun için geldik. Sen bizim itibarımızı, kredimizi kurtar. İşte sana çek… Yazabildiğin kadar yaz. İşletmenin yüzde ellisini mi istersin, yüzde yetmişini mi istersin. Ne yazarsan yaz. Biz prestijimizin, itibarımızın derdindeyiz. Memlekette; “Bunlar bir şey yapamaz.” diyorlar. Biz itibarımızı kurtaralım. Sen de istediğin kadar paramızı al. Peşin peşin çeke yaz… Seni o gün kırdık, özür dileriz. Sen haklıymışsın. Şimdi bizi kurtar…”

Bizim iş Nasreddin Hoca’nın fıkrasına dönmüştü. Hoca bir ağaca çıkmış, bindiği dalı keserken, bir adam; «Düşersin!» demiş, Hoca aldırmamış. Düşünce adamın peşine düşüp; «Sen benim düşeceğimi bildin, ne zaman öleceğimi de bilirsin, söyle!» demiş…

Hemşehrilerimi dinledim dinledim, sonunda dedim ki:

“–Ben o sözü söylerken evet gençtim fakat anlattığınız türden bir ortaklığı sizden evvel yaşamıştım. Çok akıllı olduğumdan, geleceği bildiğimden değil, tecrübemden dolayı bu işin yürümeyeceğini söyledim. Ben damdan düştüğüm için, o hâlden anlarım. Siz de böyle yaparsanız, damdan düşersiniz demeye çalıştım. Maksadım siz beceremezsiniz demek değildi… Şu yoldan giderseniz, varamazsınız demekti.

Siz kızdınız, öfkelendiniz tamam fakat, biriniz de demediniz ki: «Niçin böyle söylüyorsun? Niçin batacakmışız? Anlat bakalım…” Eğer sorsaydınız, o zaman da anlatırdım. Fakat kızdınız, hakaret ettiniz; ben de cevap vermedim.

Şimdi de söylüyorum. Bu tarzda ortaklıklar batmaya mahkûmdur.

Hata şu:

Hepiniz çok yakın arkadaşsınız. İşin başında; yazılı, çekli, senetli, yani güvenceli iş yapmıyorsunuz. Güven esaslı gidiyordunuz, biz de böyle yapmıştık. Her ay her ortak 400 TL taahhüt etmiştir, ona karşılık çekini, senedini almak îcab ederdi. Fakat biz; «Arkadaştır…» dedik almadık, itimat ettik.

Meğer baştan itibaren meseleyi ciddiye almayan ortaklarınız varmış. Kimisi, ortak olmak için yeterli imkânı olmadığı hâlde; «Nasıl olsa arkadaşlar beni idare eder!» diyerek katılmış. Kimisi; «Benim yerime öteki verir…» diye girmiş. Böyle kurulan bir ortaklıkta istikrar olur mu?

Bizim tecrübemiz de böyleydi. Neticesi, kâr edememek ve sonunda kapanmak oldu. Sizinki de böyle olduğu için âkıbetini söyledim.”

Sağlama bağlanmadan, güven esaslı olarak kurulan ortaklıklarda insanlar başta hallederiz diye düşünür. Fakat sonra, biri vermediği zaman, diğerleri de vermez. Ödemeye zorlayan bir çek-senet olmadığı için, ödemeleri sıkıştığı anda, samimî arkadaşı başından savmak kolaydır.

“Şimdi yok, olunca veririz. İdare et!” der.

Çare ne?

Eğer bir ortaklığın ciddî bir şekilde kurulup, gelişmesi isteniyorsa; ister akraba, ister arkadaş olsun başta yabancı olarak göreceksin. Yabancı bir kişi ile nasıl ortak olunursa, nasıl tedbirler alınırsa, nasıl ciddiyet gösterilir ve uygulanırsa, arkadaş ve akraba ile ortaklıkta da aynısını yapacaksın.

Ayıp olmaz mı?..

Hayır, olmaz.

Çünkü sonunda işler rayından çıkınca, ne dostluk kalıyor, ne akrabalık! O zaman kötü olacağına, baştan ciddiyeti ortaya koy. Kur’ân-ı Kerîm’in en uzun âyeti; bu alışveriş, borç, taahhüt gibi karşılıklı maddî meseleleri yazmak ve iki şahitle bağlamak konusunu işliyor. Tam bir sayfa boyunca… (el-Bakara, 282)

O zaman bugünkü gibi kalem-kâğıt bol değil; çek, senet, noter vs. yok. Buna rağmen Rabbimiz emrediyor. Çünkü müslümanların, akrabaların, kardeşlerin, dostların arasına şeytan, nifak sokamamalı. Her şey belirli olmalı ki, kimse o açıklardan yararlanıp nefsine uymamalı. Ortaklıkta herkes dürüst, açık, istişâreli, fedâkâr olmalı, ortağının iyiliğini düşünmeli, zandan-şüpheden uzak durmalı.

Buradan başarılı ortaklığın üçüncü şartını çıkaralım:

Ayrıntılarda titizlik…

Dürüst ortaklıklarda Mevlâ’m; “Ben o iki ortağın üçüncüsü (üç kişiyse dördüncüsü…) olurum.” diyor. Rabbim varsa sırtımız yere gelmez. Bir işin içinde Mevlâ’m varsa, orada bereket hâsıl olur.

Fakat;

Dürüstlük ortadan kalkarsa, baştan belirlenmemiş, bulanık kalmış mevzularda sû-i zanlar, sû-i istimaller alır başını giderse; Mevlâ’m o ortaklıktan ayrılır, araya şeytan girer, o işten hayır gelmez.

Ortaklığın dördüncü şartı:

Ortaklığından ayrılabilirsin. Ancak dâvâyla, dövüşle, kanlı bıçaklı ayrılmayacaksın. Güzellikle ayrılacaksın.

Bahsettiğim o 10 ortaktan ayrıldık. Onlar ödemeleri aksattılar, iş güzel gitmedi, fakat ben o ortaklığı güzellikle bitirdim. Onlarla dost kaldım. Hatır gönül incitmedim.

Kavga dövüş olmamasının yolu, fedâkârlık yapmaktır.

Pekâlâ ortaklıktan ayrılmak dedik, bir ortaklıktan hangi şartlarda vazgeçilir?

Ortaklık, sebepsiz yere bozulmamalı. Vara yoğa ortaklıklar bozulursa, en başta söylediğimiz güç birliği meselesi de çökmüş olur. Güç parçalanması, dağılması meydana gelir.

Baştan her şey konuşulmalı, yazılmalı ve ciddiyetle uygulanmalı demiştik. Eğer ortağın bir ihmali varsa; bu şart etrafında kendisine hatırlatmalı, onun da yanlışını fark edip düzeltmesine ön ayak olunmalı. Fakat dedikodu, çekiştirme yoluyla değil. Yüz yüze…

“Arkadaş, baştan biz şöyle anlaştık… Bunu yerine getirmelisin…”

Yine de tam düzelmiyorsa, ufak tefek şeylerde ortaklar birbirlerini telâfi etmeli. Birlik-beraberliğin, iş birliğinin, güç birliğinin hatırına bu yapılmalı.

Emâneti sû-i istimal varsa o zaman elbette ayrılırsın.

Eğer böyle bir şey yoksa; tembeldi, bilgisizdi, şuydu buydu… deyip ayrılık çıkarmamalı.

Düşünmeli;

Belki de rızık onun vesilesiyle geliyordur.

Yahut, Rabbim; onun rızkını, sana zimmetlemiştir. Rızık, mânevî bir şey… Orada acımasız hesaplara girmemeli…

Ben çalışıyorum, şirkete ben kazandırıyorum, o hak etmediği hâlde kazanıyor, gibi düşünceler; hasettir. Rızkı veren Allah… Baştan anlaşmışsınız. Baştan payları, iş bölümünü yaparken râzı olmuşsunuz. Bir zarar olsa aynı şartlarda mükellef olacaktınız. Şimdi Allah genişlik verince, kazandırınca; «O, hak etmiyor ki!» diye düşünmek şeytanca bir vehimdir, bencilliktir. Ama «uyanıklık yapayım», «karşı tarafı çalıştırayım», «onun sırtından geçineyim» demek de hainliktir.

Ama illâ ayrılacaksak;

“Gel kardeşim, güzelce halledelim, karşılıklı rızâmızı, helâlliğimizi alarak ayrılalım.” demek lâzım.

Dâvâlı ayrılmanın hiçbir mânâsı yok.

İki günlük dünyada değer mi?.

Yine bir hatıramızı paylaşalım;

İstanbul’da AYKAP ismi ile enjeksiyon ayakkabı yapmak için sevdiğimiz bir firma ile ortak olduk. İki sene başarılı olduğumuz hâlde ayrılmamız icap etti, karşılıklı oturduk. Çalışan makineyi, döner sermayeyi onlara, satılmayan, kışın satılacak ayakkabı ile o anda çalışmayan makineyi biz aldık. Tabiî makine de bozuk değildi. Yani onlar çalışsınlar, mağdur olmasınlar diye fedâkârlık yaptık. Masada bir saat içinde işi bitirdik.

El sıkıştık, helâlleştik ayrıldık, dışarı çıkınca yanımdaki ortağım;

“–Böyle ayrılma mı olur?! Her şeyi onlara verdik. Bu kadar fedâkârlık olur mu?!” deyince;

“–Bak; bu akşam evde rahat uyuruz, eğer zorluklar çıkarsaydık, dâvâ etseydik; aylarca rahatsız olurduk, sonunda da az fazla veya az eksik biterdi. Şimdi işimize bakalım.” dedim ve kârlı çıktık.

Ayrılırken anlaşma sağlanamıyorsa, kötü olmamanın, kavga etmemenin yolu fedâkârlıktır…

Fedâkârlık kişinin aleyhine gibi görünür fakat ince düşünülürse görülür ki, öyle değildir.

Kişi fedâkârlık ettiğinde, o meseleden derhâl kurtulmuş olur. Kavgadan, çekişmeden ve dâvâdan sıyrılmış olur. Belki eline üç-beş kuruş eksik geçer, fakat çok daha kıymetli olan zamanı, enerjisi ve huzuru kendisine kalır. Kavgayla uğraşacağına kendi işiyle meşgul olur, hemen yeni plân ve projelerine yönelir. Fedâkârlık ettiği için huzurludur. Huzurlu olduğu için de başarı elde eder.

Dolayısıyla;

Ortakla didişmeye gerek yok. Hele hele kardeşle didişmeye hiç gerek yok.

Maalesef, ortaklıklar sona ererken de, miras dâvâlarında da kardeş ve akrabalar arasında böyle didişmeler yaşanıyor.

Çok yazık!

İnsan öleceğini ve her şeyi geride bırakacağını her an aklında tutmalı.

İşte huzuru, fedâkârlığı ön plâna alıp, kavgayı, çekişmeyi, huzur bozucu şeyleri bir tarafa itersek; ortaklıkta başarı gelir. Ortak bir güç, müşterek bir enerji ve bereket ortaya çıkar.

Ülke olarak büyük firma ve müesseseler kurabilmenin yolu bu şartlarla mücehhez ortaklıklardan geçiyor. Büyümek, güçlenmek; millet ve devlet olarak güçlü şirketler kurmaktan geçiyor.

Biz iş hayatımızda bu prensipleri uygulamaya çalıştık ve hamdolsun başarılı olduk. Tecrübe ettiğimiz hususları paylaşıyoruz.

Şirket ve firmalar için söylediklerimiz, aslında sosyal hayatın her alanında geçerli…

İşte şanlı mâzîmizdeki Osmanlı ihtişamı… Onlar da küçük küçük beylikleri bir araya getirip bir cihan devleti kurdular. O esnada barışla, Osmanlı’daki geleceği görerek, gidip iltihak eden beylikler var. Onlar İslâm’ın izzeti için, kendi müstakil âmirliklerinden fedâkârlık ettiler, fakat hem kendileri kazandı, hem ümmet kazandı.

Barbaros Hayreddin Paşa da böyleydi. Kendi sultanlığından ferâgat etti, Kanunî’nin Kaptan-ı Deryâsı, bugünün tabiriyle Deniz Kuvvetleri Kumandanı oldu, böylece İslâm’a daha büyük hizmetler gerçekleştirdi. Koca Afrika kıtasındaki müslümanlar, saldırgan sömürgecilerden asırlarca korunmuş oldu. Ne büyük hizmet!..

«Ben» diyenler, ayak bağı oldu. Düşmanın istifade ettiği bir zaaf noktası oldu. Tefrika oldu. Sonunda Osmanlı’nın zor zamanında onu yıkıp bir sürü irili ufaklı devlet kurdular. Şimdi her sene bir başka İslâm ülkesinin başına gelen felâketleri görüp, dinliyoruz, fakat elimizden bir şey gelmiyor.

İnsaf ehli herkes; «Keşke o birlik bozulmasaydı.» diyor, Osmanlı’yı, o fedâkâr ecdadımızı hayırla yâd ediyor.

Bizi parçalayan Avrupa ise, koca bir ittifak kurdu. Bakıyoruz, ekonomik olarak zayıf düşen ülkeleri, güçlü olan ülkeler sırtlıyor.

Ortaklık mevzuu mühim…

Bir dahaki yazımızda, yine ortaklık ve güç birliği konusunda hâtıralarımızı ve hayat notlarımızı paylaşalım.