Devlet ve Eğitim Anlayışıyla OSMANLI ÖRNEĞİ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Devletlerin, dünya görüşleri ile eğitim anlayışları arasında kuvvetli bir irtibat vardır.

Ekseriyetle eğitim, devlette hâkim olan dünya görüşünü benimseyen vatandaşlar yetiştirmeyi gaye edinir. Hattâ bazı devletlerde eğitim, tamamen ideolojik karakterlidir. Öyle ki; ilmin esas gayesi olması gereken hakikat arayışı bir yana bırakılmış, hakikate aykırı olsa bile ideolojiyi destekleyen bir öğretiyi telkin etmek esas alınmıştır.

Elbette bir devletin, gelecekte devlet idaresinde vazife alacak kişileri yetiştirirken devamlılığı esas alması ve her neslin bir sonraki nesli kendi ideallerine göre yetiştirmeyi arzulaması anlaşılır bir durumdur. Fakat bazı ülkelerin eğitim sistemlerinde bu anlayış hakkāniyet ölçülerini aşacak derecede baskıcı bir hâle gelir. Artık ilim yuvalarında sadece hâkim ideolojiye geçerlilik kazandıracak şekilde fikir üretilmesine müsaade edilir; farklı bir düşünceye ise müsamaha edilmez. Sadece talim ve tahsil müesseseleri değil, her türlü basın-yayın şiddetli bir sansüre maruz kalır.

Bu ülkelerde kolluk kuvvetlerinin bir parçası olmak sûretiyle devletin baskısına âlet olmak oldukça caziptir. Şovenizm -aşırı derecede vatanseverlik- görüntüsü altında militarizm -askerin önemli bir güç olarak kabul görmesi- her alanda hükmünü icra eder. Bu anlayışta -başta üniformalılar olmak üzere- memur kesimi, kendisini sivil halkı gütmekle vazifeli addeder.

Öte yandan ilmî faaliyetler yapması gereken müesseselere de memur zihniyeti hâkimdir, onlar da mevcut sistemin olduğu gibi devamından yanadır. Çünkü neticede onlar da ekmek ve emniyet endişesinden müstağnî değildir. Hem mevcut makamlarını; hak edişe ve liyâkate bağlı olarak değil, ideolojiye hizmet mukabilinde elde ettikleri için düzenin devamını tercih ederler.

Bir dönem gerek sosyalist gerek nasyonalist olsun, pek çok ideolojik karakterli devlet; bu anlayışla yapılanmıştı. Hitler Almanya’sında üniversitelerde Aryan ırkçılığını destekleyecek ilmî (!) çalışmalar yapılıyordu. Sovyetler Birliği üniversitelerinde de çalışmalar hâkim ideoloji doğrultusundaydı.

Elbette bir devletin bu derece tesirli bir baskı uygulayabilmesi için bütün teşkilâtının; iktisâdî ve içtimâî sistemlerinin buna uygun olması gerekir. Mesela iktisâdî yapısı daha çok kamu teşekküllerine dayanan ülkelerde, eğitimi ideolojik bir şekilde yapılandırmak, farklı fikir ve inançlara baskı uygulamak daha kolaydır. Çünkü ekmek, devletin elindedir; devletin ideolojik eğitiminden geçip onu benimsemeyen kişiler «iyi vatandaş» onayı alamaz, ekmeğini kazanabileceği bir işe yerleşemez. Buna günümüzde en iyi örnek, Orta Asya ve Orta Doğu ülkeleridir. Çünkü bu ülkelerde iktisadî yapının belkemiği, başta petrol olmak üzere yer altı zenginliklerinin pazarlanmasından ibarettir. Devletin bu faaliyetten elde ettiği geliri, memur tabakasına ve yine çoğu kamu teşekkülü olan müesseselerin çalışanlarına paylaştırmasına dayanan bir sistemde, hâkim ideolojiden farklı düşünmek ve ona muhalefet etmek hiç kolay değildir.

Buna mukabil iktisâdî faaliyetlerin çoğunun, ferdî teşebbüslerle gerçekleştirildiği bir ülkede; devletin bu derece hâkim olması hiç kolay değildir. Devlet; hâkimiyetini hakkāniyet sınırlarının dışına taşıracak olursa, sivil yapılar bir şekilde muhalefetin yanına meyleder. Bu sistemlerde; gerek halk, gerekse münevverler devletin kapısından ekmek yiyen zavallı bir yığın değil; vergi ödeyerek ve vazifelerini îfâ ederek devleti ayakta tutan güçlü bir dayanak durumundadır.

Ancak bu yapıda da, şovenizmin tam zıddı bir ferdiyetçilik anlayışının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Çünkü halk, devleti kendisine hizmetle görevli bir müessese olarak görmektedir. Dahası fertler, şahsî menfaati bahis mevzuu olduğu zaman hiçbir millî-dînî âidiyet hissetmez. Hangi devlet onun şahsî gelişimine daha çok destek verirse ona hizmet etmekten kaçınmaz.

Bu anlayış aslında özü itibarıyla gayesiz, idealsiz, fikirsiz; sadece dünya menfaatini putlaştıran bir anlayış olduğu hâlde, günümüzde batıda hâkim, Anglo-Sakson kültür bünyesinde başlı başına bir fikir hâline getirilmiştir ve sömürülmek istenen ülkelere telkin edilmektedir.

Bu zihniyetin; demokrasi, liberalizm ve özgürlük kavramlarını bayraklaştırırken, fertten îman ve fedâkârlık bekleyen her türlü gaye, ideal, inanç ve fikre bir kötü lâkap taktığını görebilirsiniz. Artık bu hâkim zihniyetin hâkimiyeti altında hiç kimse kimseyi, bir inanç ve değer için fedâkârlığa çağıramaz. Meselâ hiç kimse zeki bir genci;

“Kendi ülkende kal, kendi ecdadının medeniyetini ihyâ et!” diyerek; zengin devletlerin verdiği bursu reddetmeye davet edemez. Böyle bir işe tevessül edene hemen bir kötü lâkap takılıverir.

Zamanımızda zengin ülkelerin, yoksul ülkelerin üstün vasıflı gençlerini avlamasına; zekâ, yetenek ve gayretini sömürmesine hizmet eden bu anlayış da aslında ideolojik bir mahiyet kazanmıştır.

Bugün fertler; devletleri, sadece vatandaşına sağladığı imkânlarla değerlendirirken; “Hangi devlet haktan yana, âdil ve devlet olmanın icaplarını gereği gibi îfâ ediyor?” diye düşünmeyi tamamen bir tarafa bırakmıştır.

Böyle bir dünyada insanların, bilhassa şahsî başarı hedefine kilitlenecek şekilde yetiştirilen gençlerin, Osmanlı’yı, Osmanlı’nın devlet anlayışını ve eğitim felsefesini doğru şekilde idrak etmeleri ne kadar mümkündür?

Osmanlı Devleti, kuruluş devrinden başlayarak klâsik devresinin sonuna dek, «İ‘lâ-yı Kelimetullâh»ı gaye edinmiş ve ümmetin himayesi ve müdafaasına canını fedâ etmiş bir idrakin eseridir. Osmanlı kurucuları; devlet kurmak, fetihler yapmak, İslâm dünyasını birleştirmek ve çeşitli müesseselerle teşkilâtlanmak gibi bütün faaliyetlerinde, sadece İslâm’a bağlı kalmış ve İslâm’a hizmetten başka bir ideoloji benimsememiştir.

Meselâ Devlet-i Âl-i Osmân’ın uygulamalarında ne ırka ne de kültüre dayalı bir kavmiyetçilik-milliyetçilik anlayışına tesadüf edilmez. Her kavim ve cemaat kendi kültürüne göre hayatını düzenlerken, devlet hiç kimseye vatandaşlık ideolojisi dayatmamıştır. Hattâ o kadar ki başta İngilizler olmak üzere dış mihraklar bölücü faaliyetlere giriştiklerinde hemen hiçbir dirençle karşılaşmamıştır. Çünkü devlet, ortak bir vatandaşlık duygusu ortaya çıkarmak uğruna herhangi bir ideoloji telkin etmemiştir. Medreselerde sadece İslâmî ilimler ve müsbet ilimler okutulmuş, devlet ideolojisi telkin edilmemiştir.

Hâlbuki modern devletler, ortak bir vatandaşlık duygusu inşa etmek için bir düşman veya «öteki» tanımlar ve kendi kimliklerini o öcüyü kötülemenin üzerinde tarif ederler. Meselâ; ırk, din ve mezhep yönünden ortak bir değere sahip olmayan Amerika’nın hep kendisine düşman araması gibi… Amerikan filmlerine baktığımızda vatandaşlık duygusu; «özgürlük, demokrasi ve insan haklarının koruyucusu» tarifiyle oluşturulmaya çalışılır. Böylece Amerika bu değerlerin -sözde- düşmanı olan şeytanî güçlere karşı bir sığınak olarak tasvir edilir.

Osmanlı ise; yapı olarak çok milletli olduğu gibi ortak bir vatandaşlık duygusu ortaya çıkarmak için bir düşman ve öteki icat etmemiş, samimî bir devlettir. Hattâ klâsik döneminde Osmanlı, hilâfet makamının gücünden yararlanmaya dahî teşebbüs etmemiştir. Ümmeti hilâfete boyun eğdirmek gibi davranışın tam aksine üç kıtada ümmeti sömürgecilerden korumaya çalışmış, ama bunun için bir karşılık beklememiştir. Bugün en haksız işgallerini bile; propaganda diliyle, hizmet gibi göstermeye muvaffak olan ülkelerin aksine, Osmanlı ta Hint denizinden kuzey Afrika’ya kadar her yerde sömürgecilere karşı savaşırken, birçok mahrum diyara ilim ve medeniyet götürürken; îfâ ettiği hizmetleri reklâm aracı yapmamıştır. Belki bir eksiklik olarak nitelendirilebilecek kadar, tebaasına güvenmiş, onlara icra ettiği siyasetin hikmetini izah ederek desteklerini almayı bile lüzumsuz görmüştür.

Osmanlı, İslâm’ı; -son devir İslâmcılığından farklı olarak- bir ideoloji olarak görmez, bir îman hâlinde benimser. Uzun sözün kısası Osmanlı Devleti, bugün modern devletlerin başvurduğu; ideolojisini empoze etme, vatandaşlarını kendi amaçları doğrultusunda manipüle etme ve bütün dünya medyasında kendi propagandasını baskın kılma usûllerinin hiçbirine başvurmamış sade, samimî bir devlettir.

Osmanlı’nın «devlet felsefesi», Allah Teâlâ’nın insanoğluna yaratılış gayesi olarak gösterdiği adâlet, merhamet ve iyilik gibi amaçlara toplum olarak, teşkilâtlı bir şekilde ulaşmak için müesseseleşmekten ibarettir. Bu yönüyle Osmanlı; çağın idrak etmekte zorlanacağı kadar «saf» bir îman anlayışı olduğu gibi bir yandan da ideolojilerden usanmış, benlik girdabında boğulmuş, tutunacak hak ve hakikat kulpu arayan «dünya vatandaş»ları için son derece de ilham verici bir tecrübedir. Daha kısa bir söyleyişle Osmanlı, ideolojik bir devlet değil «idealist» bir devlettir.

Bugün maddî gelişmeden başı dönmüş, aldatıcı propagandalardan usanmış, mânevî çoraklıktan bitkin düşmüş ve son derece samimiyete susamış olan insanlığın son umudu Osmanlı’yı ihyâ eden rûhânî nefeste gizlidir.

Öyleyse torunları olarak bize düşen de çağın insanına Osmanlı’yı tanıtmaktır. Hem de bunu Osmanlı’yı tasvir ve tarif etmekten öte bir yöntemle, temsil ve hattâ ihyâ ederek yapmak…

Çağın reklâmdan usanmış ve inancını yitirmiş insanına, kuru lâf değil canlı ispat lâzımdır. Bunun yolu ise, Osmanlı’nın müessese ve hizmetlerini çağa uygun bir şekilde ihyâ etmektir.