DÜNYA, O MUHTEŞEM ADÂLETE MUHTAÇ!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Asırlar önceki câhiliyye devrinde;

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi! (M. Âkif)

Yüce Allah, gerçek îmânı ve adâleti tesis için çöller içinden bir öksüz, ancak ayın on dördü gibi bir Varlık Nûru gönderdi;

Bir nefhada insanlığı kurtardı O Mâsum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, şer‘-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi. (M. Âkif)

Böylece;

Dünyada gerçek bir merhamet ve adâlet tarihi başladı. Fazîletlerle dolu, af ve şefkatle dolu bir adâlet tarihi. Mazlumları ve masumları zulme kurban etmeyen bir adâlet tarihi. Gökleri de mest eden gerçek bir adâlet medeniyeti meydana geldi. Karıncanın bile hakkını düşünen bir adâletti bu. Düşmanları bile hayran bırakan, onları bile kendisine bend eden bir adâletti. Bütün dünyanın, onun kanatları altına can ile koşup sığındığı bir adâletti.

Her mazlum, o adâlete koşuyordu.

Her gözü yaşlı, o adâletle mütebessim olmaktaydı.

Hayvanat bile o adâletle huzuru tattı.

Çünkü o adâlete bayraktar olan sâlih yürekler:

Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu… (M. Âkif)

idrakinde bir hassasiyet ve şuura sahipti.

Bu destanî adâlet ahlâkına şahit olan herkes, hattâ gayr-i müslimler bile tercihlerini ondan yana yapıyorlardı. Tarih, bunun sayısız misalleriyle dolu:

Bizans Kralı Hirakl, büyük bir ordu ile İslâm topraklarına doğru yola çıkmıştı. Müslümanlar; muharebe zorlukları esnasında muhafaza imkânı olmayan gayr-i müslim şehirlerin halkına, onlardan aldıkları cizyeleri/vergileri geri verdiler. Durumu şaşkınlıkla karşılayan muhataplarına da şu açıklamada bulundular:

“‒Şu an mâruz kaldığımız saldırı dolayısıyla, sizi korumak hususunda üzerimize düşeni yapma imkânına sahip değiliz. Siz, dilediğiniz gibi hareket etmekte serbestsiniz.”

Humus halkı ise, İslâm adâletine muhtaçlığının şuuru içerisinde şöyle dedi:

“‒Allâh’a yemin olsun ki, sizin adâlet kanatlarınız ve hak bilir idareniz bizim için daha önce yaşadığımız zulümlerin ve haksızlıkların yanında kat kat üstün ve değerlidir. Biz Hirakl’e karşı, şehri sizin valinizle birlikte savunacağız.”

Yahudiler bile aynı fikre hararetle iştirak ederek Tevrat üzerine yemin ettiler:

“‒Bizler yenilip yok olmadıkça Hirakl’in bu şehre girmesi mümkün olmayacaktır.”

Humus dışındaki şehirlerde de gayr-i müslim halk, bu şuur ile kararlılık gösterdi. Hepsi aynı hakikati ifade ediyordu:

“‒Eğer Hirakl ve avenesi müslümanları yenecek olursa, vay başımıza gelenlere! Yine zulüm ve gaddarlıklar içinde perişan oluruz. Fakat müslümanlar bu muharebeyi kazanırsa, onlarla sulh ve sükûn içinde yaşamak var.”

Nihayet Allah; kâfirlere hüsran, ehl-i İslâm’a zafer nasip eyledi. Gayr-i müslim şehirler, müslümanlara kapılarını açtılar. Sevinç şenlikleri yaptılar. Vergi ödemeye devam ettiler. (Belâzurî, Fütûhu’l-Büldân, Beyrut 1987, s. 187)

Çünkü gayr-i müslimlerin kendi adâletleri; hiçbir zaman herkesi kuşatıcı, gerçek bir adâlet olamadı. Geçici görüntü demleri dışında her zaman cânî, acımasız, merhametsiz ve hunhar bir yapı sergiledi. Zulümde hızını alamadığından kendi içlerinde bile olmadık katliamlar ve felâketlerle dolu bir gidişat ve zorbalık daima baş gösterdi. Kılcal damarlarındaki gizli vahşet, fırsatını bulduğu her iklimde patlak verdi ve medeniyeti bile tek dişi kalmış canavar şeklinde tarif ettirecek kadar insanlık dışı hunharlıklara, gaddarlıklara, zorbalıklara ve akıl almaz mezâlimlere imza attı.

Her devirde ayrı ayrı aynı zulümler yaşandı.

O zulümler karşısında dünya, daima gerçek adâleti aradı, ona koştu, onunla huzura kavuştu.

Şimdilerde de;

Yine o adâlete muhtaç.

Yıllardır;

Ne bir yaşındaki mâsûm için beşikte hayat;
Ne seksenindeki mazlûm için eşikte necât:
O, baltalarla kesiktir; bu, süngülerle delik…
Öbek öbek duruyor pıhtı pıhtı kanla kemik!
Bütün yıkılmış ocak, başka şey değil görünen… (M. Âkif)

dedirten ve içi, oyun ile aldatmaca dolu sahte adâlete değil; ceddimiz Selçuklu karşısında mağlûp düşen Bizans kumandanına dahî;

“‒Ne zalimsin âh merhamet! Bana düşmanımı sevdiriyorsun…” dedirten gerçek adâlete muhtaç.

O gerçek adâlet, çünkü;

Karşılıklı öldürmenin mezbahası olan bir harp meydanında bile düşmanına bu cümleyi hiç tembih etmeden söyletebilecek kadar yüce bir hakkaniyet, şefkat ve merhamet ile muttasıf.

Bugün bütün dünya, işte bu adâlete muhtaç. İslâm âlemi daha çok muhtaç.

Muhtaç, zira;

Dün bizim yaşadığımız kurtuluşun ve var olabilmenin ağır imtihanları; bugün Suriye’de, Filistin’de, Gazze’de, Myanmar’da, Afrika’da, Balkanlar’da, Doğu Asya’da, dünyanın her yerinde çeşitli şekillerde, tariflere sığmayacak acı, ıstıraplı, sancılı, hüsranlık ve perişanlık girdapları içinde devam ediyor.

O gerçek adâlet gölgesinin artık mevcut olmadığı nice vatanlarda iki yüz yıldan beri;

Odun kıyar gibi binlerce sîne doğranıyor! (M. Âkif)

O kıyımı yaptıran sahte adâletin elinde tarih boyu bütün dünya sadece kan ağladı.

İklimler ve kıtalar, ancak;

Gerçek adâletin elinde bahar güzelliği yaşadı. O güzelliği idrak eden vicdan ve insaf erbabı yabancılar bile, ona muhtaçlıklarını her zaman dile getirdiler.

Bizans asillerinden Notaras, fetih öncesi Ayasofya’daki müzakerede Papa’dan yardım teklifi karşısında;

“İstanbul’da kardinal şapkası görmektense müslüman sarığı görmeyi tercih ederim!” diye haykırdı.

Martin Luther;

“Gözü doymaz prenslerin, toprak ağalarının ve burjuvaların idaresinde yaşamaktansa, Osmanlıların idaresini tercih ederiz. Çünkü onlar, fakirlere daha şefkatli.” diyordu.

Lehistan’da;

“Vistül Nehri’nden Osmanlı atları su içiyorsa, bu ülkede adâlet vardır.” sözü darb-ı mesel hâline geldi.

Osmanlılarla hayli mücadele etmesine rağmen Boğdan beyi Stefan, ölüm döşeğinde iken ardındakilere;

“Yakında himayeye muhtaç kalabilirsiniz, sakın Ruslara kucak açmayın. Onlar haindir, sizleri yok eder. Kendinizi ancak Osmanlılara emanet edin, onlar sadece adâletli ve merhametli davranırlar.” demekteydi.

Hepsinde de bariz vurgu;

Merhamet, şefkat ve hakkaniyet ekseninde herkesi kuşatan gerçek bir adâlet idi.

Yani;

Muhammedî ahlâkın temelleri üzerinde bina edilmiş yere düşmez bir semâvî adâlet idi.

İşte;

Böyle bir adâleti tesis ile, tarihimizin bütün âbideleri; göklere mütevâzı, yerlere ise muhteşem şahsiyetler olarak nice meydanlardaki gibi gönüllerde de kazandıkları müstesnâ zaferlere silinmez imzalar attılar.

Onlar, nâil oldukları zaferleri, bilekleri ile değil yürekleri ile kazandılar. Maddî güçleri değil, gerçek adâletleri sayesinde muzaffer oldular. Onlar; «Güçlüyüz, o hâlde haklı biziz!» demiyorlardı. Nitekim; gayr-i müslim bir kimse ile Sultan Fatih’in muhakeme edilmesi sonrasında padişahın haksızlığına çok rahat bir şekilde karar verilmişti.

Fakat;

Kaç asırdır;

Artık o adâletin gölgesinin uzanamadığı İslâm topraklarında;

Kan durmuyor. Yangınlar sönmüyor, bir yerde küllense, diğer yerde volkanlar patlıyor.

Hangi kisveye bürünürse bürünsün;

Zalim, aynı zalim. Canavar, aynı canavar. Vicdansız, aynı vicdansız. Vahşet, aynı vahşet.

Gönüller, yine gerçek adâlete muhtaç.

Dünya;

Zayıfların petrollerini ve ellerindeki tabiî zenginlikleri yutabilmek için kullanılan bir kelime durumunda olan ve yalnız zalimin çıkarını koruyan bir adâlete değil, ancak mazlumun hakkını koruyacak bir adâlete muhtaç. Gerçek adâlete.

O adâlete herkes ve her şey muhtaç.

Deprem görmüşlükten daha beter hâle gelmiş perişan binalar muhtaç. Yanmış kitaplar, kütüphaneler muhtaç. Kaburgaları kırılmış camiler, beli parçalanmış yollar, beyni dağılmış dağlar ve taşlar o adâlete muhtaç.

Hele yavrucağızlar, hele güçsüz karıncalar, nasıl da muhtaç!

O adâlet ki, yüzyıllarca kaldığı yerlerde bile hiç kimseyi zorlayarak ve zorbalık yaparak başka bir yapıya dönüştürmedi. Lâkin o yerler başkalarının olunca, hemen başlayan başkalaştırma zulümleri, milyonlarca insanı hunharca yok etti. Hâlâ aynı fecaatler devam ediyor.

Dünya zalimleri, sözde adâlet tellâlı. Özde ise adâletin cellâdı.

Maskeleri de medeniyet.

Belki o maske kaç kere yırtıldı. Fakat kaşla göz arasında dikiverdiler ve iki asırdan beri devamlı onu kullandılar. Millî şairimiz M. Âkif’in dün yazdığı şu beyitler, sanki bugün söylenmiş gibi:

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz,
Medeniyyet denilen kahpe, hakîkat, yüzsüz!

«Medeniyyet!» size çoktan beridir diş biliyor;
Evvelâ parçalamak, sonra da yutmak diliyor.

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:
Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!

Medeniyyet dediğin tek dişi kalmış canavar!

Şair haklı.

Çünkü o medeniyet, hâlâ vahşetin teşrifatçısı gibi. Zulüm mutfağının adâlet markalı vitrini o medeniyet. Yaptığı dün aynı vahşet, bugün aynı dehşet:

Geçenler varsa İslâm’ın şu çiğnenmiş diyârından;
Şu yüz binlerce yurdun kanlı, zâirsiz mezârından;
Yürekler parçalar bir nevha dinler reh-güzârından!..

Bu ıssız âşiyanlar bir zaman candan muazzezdi;
Bu damlar böyle baykuş seslerinden çın çın ötmezdi;
Şu kurbağlar seken vâdîde, ceylânlar koşup gezdi;
Şu coşmuş, ağlayan ırmak ne handan gölgeler sezdi;
Bütün mâzîyi bir tûfan, fakat, hep boğdu, hep ezdi!.. (M. Âkif)

Çiğnenen İslâm diyarları, ezilen mazlum gönülleri, ıssızlaşan âşiyanlar; yine gerçek adâlete ve yardımlara muhtaç. O adâlet için yüreklerimizi de ellerimizi de yine tâ semâlara kadar kaldırmalı, gayretle duâ etmeli:

Yâ İlâhî bize tevfîkini gönder!
–Âmin!

Doğru yol hangisidir, millete göster!
–Âmin!

Rûh-i İslâm’ı şedâid sıkıyor, öldürecek.
Zulmü te’dîb ise maksûd-i mehîbin, gerçek,
Nâra yansın mı berâber bu kadar mazlûmîn?
Bî-günâhız çoğumuz… Yakma İlâhî!
–Âmin!

Boğuyor âlem-i İslâm’ı bir azgın fitne,
Kıt‘alar kaynayarak gitti o girdâb içine!
Mahvolan âileler bir sürü mâsûmundur,
Kalan âvârelerin hâli de mâlûmundur.
Nasıl olmaz ki? Tezelzül veriyor, Arş’a, enîn!
Dinsin artık bu hazin velvele yâ Rab!
–Âmin! (M. Âkif)

Gözyaşları içinde;

Âmin…

Alın terleri dökerek;

Âmin…