ŞÜHEDÂ KÖYÜ

YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com

Ezan okunuyordu. Gözlerine çöken uykuyu anca fark etti.

Koskoca bir gece ne kadar da çabuk geçmişti. Tarih okumayı çok severdi; bu gece de tarihin şanlı sayfalarında âdeta kendini kaybetmiş, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştı bile.

Müezzin efendinin yanık sesli ezanı bitmişti. Abdestini tazeleyip namaza durdu. Namazın o engin hazzına doyamazdı. Son secdede bir ürperti kapladı yüreğini. Adını koyamıyordu; ama bambaşka bir haldi bu. Ellerini semâya kaldırdığında kendisine hayırlı bir hizmet ömrü nasip etmesi için Cenâb-ı Hakk’a tazarrûda bulundu. Duânın ardından gecenin yorgunluğu kendini hissettirmiş olacak ki başını, yasladığı çekyattan kaldıramadı. İçi geçmişti. Rüyasında gizemli bir âlemin sayfalarında geziniyordu. Hiç görmediği manzaralar içinden bir ses onu çekti çıkardı:

“–Ezan oku ey Bilâl!”

Bilâl, bu emirle uyandı. Gözü hemen saati aradı, mesai saati yaklaşmıştı.

Bilâl, bir televizyon kanalında program yapımcısı olarak çalışıyordu. Onun araştırmacı kimliği ve çalışkanlığı, hiç hayalini dahî kurmadığı bu işin merkezine yerleştirmişti onu. İş yerine vardığında birim müdürünün kendisini çağırdığı, haberi geldi. Hemen yanına gitti:

–Bilâl Bey, yeni bir proje üzerinde çalışıyoruz. Arkadaşlar ve yöneticiler sizin bu iş için biçilmiş kaftan olduğunuzda hemfikir.

–Teşekkür ederim. Proje nedir?

–Bilâl Bey… Bir Ramazan programı düşünüyoruz. Her gün iftardan önce yayınlanacak. Her gün Balkan şehirlerinden biri… Tarihî mekânlar… Osmanlı’dan izler, hâtıralar… Yöre insanıyla röportajlar… Ramazan oralarda nasıl yaşanıyor… Tam senlik diye düşündüm. Tarihe de ilgini biliyorum. Ne dersin? Gerçi meşakkatli bir iş… Bir sıkıntı olur mu?

–Hayır, tabiî ki! Bu vazifeyi zevkle yapacağımdan emin olun. Ne zamandır içimde bir ukdeydi ecdada vefâya dair bir meşgalede bulunmak. Bu fırsatı bana tanıdığınız için özellikle teşekkür ederim.

–O zaman program sizindir. Hayırlı olsun. Hemen çalışmalara başlayabiliriz.

Bilâl, bu vazifeyle sadece satırlardan okuduğu tarihin ihtişamına artık daha yakından şahit olacaktı. Hemen alt yapı çalışmalarına koyuldu. Hummâlı bir çalışmayla kısa sürede programın ön hazırlıklarını tamamladı. Artık yolculuk vakti gelmişti. Çok heyecanlıydı. Yayın ekibi ile beraber yola çıktılar.

İlk durakları Razgrad olmuştu. Osmanlı zamanındaki adı, Deliorman olan bu yemyeşil bölge, civar ülkeler arasında Türk nüfusunun yoğun olduğu ikinci şehir olma unvanına sahipti. Bilâl, meşhur pehlivan Koca Yusuf’un buralı olduğunu biliyordu ama bu diyarın nice pehlivanlara yurt olmuş bir pehlivanlar şehri olduğunu bu ziyaretle öğrenmiş oldu.

Halkın gelir durumu çok düşüktü. Aylık gelirleri küçük bir cetvel hesabına vurulduğunda ekmek parasına yetmiyordu; ama insanlardaki tevekkül, Bilâl’in dikkatinden kaçmamıştı. Ayrıca bu beldede her evin çatısındaki kurulu çanak antenler, Bilâl’de ayrı bir merak uyandırmıştı.

Kendilerine eşlik eden rehbere;

–Ertuğrul kardeş, kusura bakma bunca maddî imkânsızlığa rağmen, her evin çatısında çanak anten kurulu?..

–Evet, Bilâl ağabey, halkın en olmazsa olmazlarından biri de bu. Bu kanallar sayesinde Türkiye ile olan irtibat bir nebze olsun devam ediyor. Programlarınızın çoğu buralarda ezbere bilinir. Halk Osmanlı’mızın yâdıyla ayakta. Yoksa -özellikle komünizmden sonra- buralarda tutunacak dal kalmadı.

Bilâl, ilk programını büyük bir heyecan içinde gerçekleştirdi. Meğerse ecdadımız ne hoş izler bırakmış buralarda. Türkiye’den geldiklerini duyan herkes, büyük ilgi göstermişti yayın ekibine. Çok tatlı hâtıralarla ayrıldılar Deliorman’dan.

İkinci, üçüncü program derken bir hayli memleket gezmişlerdi. Karadağ, Makedonya, Macaristan, Romanya… Her gittiği yerden çok farklı intibâlarla ayrılıyor, gün geçtikçe ecdadımıza olan hayranlığı artıyordu. Lâkin Balkanlar’daki dindaşlarımızın ahvâli, dînî yaşayışları insanı bir iç muhasebeye mecbur bırakıyordu.

Programın son günleriydi. Bosna ziyaretinde oldukları bir gündü. Bosna rehberi, onları çok farklı köylere, yaylalara götürmüştü. Yirmi yedinci programın akşamında Bosna rehberi Mansur’la sohbet ediyorlardı:

–Çok hoş program oldu Bilâl Bey, tebrik ederim.

–Teşekkür ederim Mansur Bey. Asıl güzellik, bu diyarın gül tabiatlı güzel insanlarına ait.

–O da sizin gönlünüzün güzelliğiyle farklı bir yansıma buldu, emin olun. İnanın, unutulduğumuzu düşünüyorduk. Gelenler, hep merkez şehirlere uğrayıp gidiyordu. Buralara bir Türk’ün ayak basmadığı kim bilir kaç yıl olmuştur.

Bu arada Bilâl’in gözü uzak tepelerde yanan cılız ışıklara takıldı.

–Mansur Bey, şu tepelerde yanan ışıklar nedir? Bir köy falan mı?

–Tam bilmiyorum; ama küçük bir köy olması lazım.

–Oraya gidebilir miyiz?

–Gideriz; yalnız bu ziyaret, program dışı olur…

–Olsun. Sabah erken gitsek yetişemez miyiz?

–Yetişiriz de orada bir program yapmak zor olabilir.

–Küçük bir çekim yaparız. Her şeyi götürmeye gerek yok. Kameraman İlyas, yönetmen Yusuf ağabey ve ben gideriz.

–Olur da akşamki programı riske atmış olmaz mıyız?

–Olmayız inşallah. Biz seri hareket ederiz.

–Tamam. Seherde yola çıkmalıyız.

–Olur! Anlaştık o zaman.

–Kusura bakmayın; ama bildiğiniz bir şey mi var? Biraz ısrarcı gördüm.

–Açıkçası yok! Yalnız beni oraya çeken acayip bir şey var. Gitmezsem içimde kalır, o derece yani…

–Peki. Gidelim görelim o zaman.

–Eyvallah!

Ertesi gün erkenden yola koyuldular. Yol, bir hayli meşakkatli idi. Özellikle belirli bir yerde araçlarını bırakmak zorunda kaldılar. Arkadaşları Bilâl’i şöyle bir yokladılar; ama Bilâl’in nedense hiç vazgeçme niyeti yoktu.

Arkadaşları da Bilâl’i çok sevdikleri için hevesini kursağında bırakmak istemediler. Öğleye doğru köye vardıklarında hepsi yorgunluktan bitmiş vaziyette idi. Her biri kendini bir ağacın altına zor attı. Biraz dinlendikten sonra, civara hâkim bu tepenin âdeta cennetten bir köşe olduğunu fark ettiler. Yaklaşık yirmi hane var gibiydi. Merakla köyü gezmeye başladılar.

Evlerin arasında geziyorlardı ama birkaç yaşlı kadından başka kimseye rastlamadılar. O kadınlar da edeplerinden hemen yüzlerini kapatıyor ve bir yere gizleniyorlardı. Neredeyse köyün sonuna varmışlardı; ama kelâm edecek tek bir erkeğe rastlamadılar. Tek meraklanan Bilâl değildi.

–Allah Allah! Beyler hayırdır yahu! Köyün girişinde bu köyde erkek olmadığına dair bir yazıya rastlayanınız oldu mu?

Kısa bir gülüşme faslı geçti; ama bu durum Mansur’u yaralamış gibiydi.

Bilâl, Mansur’un durumunu fark etti ve hemen özür diledi:

–Yahu Mansur şurada ekmek yapan teyzelerden birine sorsana, bu köyde hiç erkek yok mu?

Mansur, bu edep âbidesi teyzelerin yanına hürmetle yaklaştı;

–Kolay gelsin teyzeciğim. Ben buralıyım. Bu arkadaşlar da Türkiye’den geliyorlar. Televizyon programı yapıyorlar. Sizi rahatsız etmezse birkaç soru sorabilir miyiz?

–Bunlar Türk mü?

–Evet teyzeciğim…

Teyze, Bilâl ve arkadaşlarını gözyaşları içinde süzdükten sonra;

–Tabiî evlâdım buyur, sor.

–Bu köyün erkekleri nerede? Neredeyse köyü uçtan uca gezdik; ama tek erkeğe rastlamadık.

–Evlâdım bu köyde hiç erkek yok! Tüm erkeklerimizi Bosna savaşında ya şehid verdik ya da alıp götürdüler. O gidenlerden de o gün bugündür hiç haber alamadık.

Teyzenin birkaç cümleye sığdırdığı bu acı gerçek, hepsini şok etmişti. Sessizliği İlyas bozdu;

–Mansur ağabey, sorar mısın çekim yapabilir miyiz?

Mansur;

–Teyzeciğim, eğer rahatsız olmazsanız arkadaşlar kamera kaydı yapmak istiyorlar.

–Olur evladım. O zaman bekle diğerlerine de haber vereyim.

Diğer kadınlar da geldikten sonra Selime Teyze anlatmaya devam etti;

–Evlâdım, bu köyde şu gördüğünüz on bir kadından başka kimse kalmadı. Eşlerimizi ve evlâtlarımızı bahsettiğim gibi Bosna savaşında şehid verdik.

Bilâl, Mansur tercümanlığında;

–Peki teyzeciğim ne yer, ne içersiniz? Bir sahip çıkanınız yok mu?

–Sağ olsun, bizim Menşura Hanım’ın torunu gücü yettiğince gelir. Onun da işi gücü malum…

–Peki teyze, yanlış anlama; ama aranızda hiç genç kimse yok. Siz kendinize yetebiliyor musunuz? Kış günü var, hastalığı var… Doktor falan lâzım olmuyor mu hiç? Zor olmuyor mu?

–Yetemiyoruz elbet. Zor olmaz mı? Ama burası bizim evimiz ocağımız, biz burayı bırakamayız ve bırakmayacağımıza da yemin ettik. Çok zor günler geçirdik. Ama biz burada ölmek ve buraya gömülmek istiyoruz.

–Hakikaten zor bir hayatınız var. Hiç daha merkezî bir yere taşınmayı düşünmediniz mi?

–Bizim burada o kadar çok hâtıramız var ki… Biz onları bıraksak bile onlar bizi bırakmaz.

Tam o sırada teyzelerden biri, çok eski bir radyo çıkardı ve bir iki küçük ayardan sonra beklemeye koyuldular. Teyzelerin hepsi, bir anda pür edep radyoya odaklandı. Bilâl merakını gizleyemedi:

–Hayırdır teyze?

–Ezan okunacak oğlum, onu bekliyoruz.

–Buraya civardan ezan sesi gelmiyor mu?

–Nerede yavrum! Savaştan sonra hiç canlı bir ezan dinleyemedik. İşte şu radyodan dinleyeceğiz diye vaktini gözlüyoruz.

Tam o anda Bilâl’le yönetmen Yusuf Bey, göz göze geldiler. Yusuf Bey, Bilâl’in niyetini sezmişti. Mansur’dan radyoyu kapattırmasını rica etti ve Bilâl’e dönerek seslendi:

–Buyur Bilâl, bir ezan oku da hep beraber dinleyelim.

Bilâl, gözyaşları içerisinde ayağa kalktı ve Allah vergisi o güzel sesiyle dağları yankılatırcasına başladı:

Allâhu ekber! Allâhu ekber!..

Ezan bittiğinde, o on bir teyzenin on biri de müteşekkir gözlerle bir baş teşekkürü ile Bilâl’e mukabelede bulundular. Selime Teyze:

–Allah sizden razı olsun, şu ezana nasıl hasret kalmıştık bilemezsiniz. Ölmeden önce bir kez daha dinlemek nasip oldu ya…

–Allah sizden râzı olsun teyzeciğim. Allah yâr ve yardımcınız olsun. Hakikaten çok zor günler geçirmişsiniz.

–Ah evlâdım! Bizim zor günlerimiz, Bosna savaşında başlamadı ki… Osmanlı ne zaman ki bu diyardan çekilmek zorunda kalmış, işte biz o gün bugündür hep hüsrandaymışız zaten. Bilememişiz Osmanlı’nın kıymetini. Ninelerimiz hep anlatırdı, o ihtişamlı günleri. Biz de hayran hayran dinlerdik. Artık sadece tatlı hâtıralarda kaldı zannederdik. Sağ olun umut ışığı oldunuz bizlere. Bize kim olduğumuzu hatırlattınız.

–Estağfirullah teyzeciğim. Asıl biz vefâsızlık etmişiz, ama emin olun biz de zor günler geçiriyorduk.

–Bilmez miyiz evlâdım! Siz müsterih olun; bu topraklar, istese de gönül koyamaz size… Tek güvencemiz sizlersiniz.

Bu sırada Bilâl hıçkırıklara boğuldu. Yusuf Bey, teyzeleri iyice kederlendirmemek için Bilâl’i uyardı;

–Bilâl ağlama artık, bak teyzeler bizi iyice sulu göz sanacak:

–Yusuf abi, beni buralara getiren şey işte buydu!

–Hayırdır! Tam anlayamadım…

–Bu işi aldığım günü hatırlıyor musun?

–Evet!

–O gün sabah, ben bu ânın rüyasını görmüştüm. «Ezan oku ey Bilâl!» sesiyle uyanmıştım. Şu an tam bir ilâhî tecellîyi yaşıyoruz. Bu takdir karşısında şükretmekten başka ne yapılabilir ki ağabey? Gözyaşlarım, şükür gözyaşı…

–Sen neler diyorsun Bilâl’im? Hakikaten esaslı delikanlıymışsın. Sayende çok şey öğrendik. Allah senden râzı olsun.

–Estağfirullah ağabey, cümlemizden…

Ayrılık vakti geldiğinde, o yaşlı teyzelerin her biri ayağa kalktı ve hürmetle selâmladılar bu kıymetli gençleri. Selime Teyze:

–Evlâdım sizleri kalbimle kucaklıyorum. Bizleri unutmayın, yeter! Allâh’a emanet olun…