MÂNEVÎ KALELER

YAZAR : Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Günlük gazeteleri okurken, haberleri dinlerken ve oturumlardaki tartışmaları seyrederken içimizin daraldığı, rûhumuzun tahammül edemediği anlar vardır. «Bu kadar da olmaz!» deriz, çaresiz kalmışızdır. Duâya ve tasavvufî eserlere sığınırız. Bir âlemden başka bir âleme geçmenin huzûru içinde her şeyi unuturuz.

Öyle bir anda elimde Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin Yüzakı Yayınlarından olan Dünya ve Âhiret kitabını okuyorum:

MÂNEVÎ KALELER…

“Kaleniz, sel âfetlerine ve düşman akınlarına tedbir olarak fevkalâde güzel ve kuvvetli. Fakat siz; idareniz altındaki mazlumların, ezilen insanların bedduâ oklarına karşı hangi tedbiri aldınız? Unutmayınız ki onların bedduâ okları; yalnız kaleniz gibi bir kaleyi değil, yüz binlerce kale burcunu deler geçer ve dünyayı harabeye çevirir.

En iyisi, adâlet ve iyilikten burçlar dikin ve sâlih kullardan, hayır duâ ordusu teşkîl etmeye bakın. Bunlar, sizin için surlardan daha mühim bir emniyet vesilesidir. Çünkü halkın ve dünyanın güven ve huzûru o duâ askerleriyle sağlanır.”

“Mazlumun bedduâsını almaktan son derece sakının, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât, 41, 63, Meğâzî, 60, Tevhîd, 1; Müslim, Îmân, 29, 31) (Dünya ve Âhiret, s. 289, 290)

Yukarıdaki örnek paragraflar, Mevlânâ Hazretleri’nin babası Bahâeddin Veled’in, Selçuklu sultanı Alâeddin Keykubat’ın yaptırdığı kaleyi gördüğü zaman söyledikleridir.

«Adâlet ve iyilikten burçlar dikmek» emrini devrimizde nasıl uygulayacağımız konusunda düşünmemiz gerekir.

Bir okul müdürü düşünün: Tanıdıklarının, yakınlarının, yöneticilerin, maddî durumu iyi olanların istediklerini yerine getirip, yardımcı olurken, kimsesizlerin sesini duymuyor…

Bir öğretmen düşünün: Sınıftaki öğrencilerine farklı davranıyor, zengin ve hatırı sayılı kişilerin çocuklarını ön plâna alıyor, yardım ediyor…

Bir belediye başkanı düşünün: İyiliği ve yardımı, belli bölgelere yapıyor; alacağı oyu hesap ederek farklı davranışlarda bulunuyor…

Bir hâkim düşünün: Belli bir zümre onun iyiliğinden ve yardımından söz ederken, bir başka zümre şikâyetçi, aynı iyiliği göremiyor…

Bir idareci düşünün: İyilikleri, yardımları; hatır için, belli zümreleri memnun etmek için veya oy hesabıyla yapıyor…

Örnekleri çoğaltabiliriz. Saydığımız örneklerdeki insanlar; «adâlet ve iyilikten burçlar dikmiş» olabilirler mi? Bütün bu yanlışlara seyirci kalanlar, yazması gerekirken yazmayanlar, konuşması gerekirken konuşmayanlar, söylemesi, nasihat etmesi gerekirken etmeyenler aynı günahın içinde olmazlar mı?

Hayatımızda dalgın anlarımız vardır, vereceğimiz kararın yanlışlığını düşünmeyiz. Yıllar önce annemin vefatının üzüntüsünü atlatmaya çalıştığım günlerdi. Apartman komşum ve candan kardeşlerim olan Belkıs ve Şehvar İBRAHİMHAKKIOĞLU kardeşler hac için müracaat etmişlerdi. Komşular; «Sen de müracaat et, beraber gidersiniz.» demişlerdi. Cuma günü son günmüş, ben o gün kimsesiz bir çocuğun işini halletmek için okula gitmiş ve müftülüğe yetişememiştim. Zaman geçti, kur‘alar çekildi; komşularım ben müracaat edemediğim için üzgündü. Yakınlarım;

“–Ayla abla, ek kontenjan için birilerini bulalım, seni de ilâve etsinler.” demişti. Düşünmeden;

“–Evet bulalım.” demiştim. Bu arada öğretmen arkadaşım Betül Hanım;

“–Ayla Hanım, hayatın boyunca haksızlıklara karşı olan sen, bu kararı nasıl verirsin?” dediğinde kendime geldim. Bilerek yapacağım ilk yanlışa arkadaşım mâni olmuştu. «Kısmet!» diyerek konuyu unuttum.

Hastalığı ânında anneme bakma safhalarını bilen ve beni belki de bir kere görmüş olan Bilâl Hoca;

“Ayla Abla bir kontenjanım olursa, senin için kullanacağım, sen gidecekmiş gibi hazırlan!” dedi. Ve ben o sene komşularımla hacca gittim.

Yanlıştan kurtaran arkadaşıma ve kontenjanını benim için kullanan Bilâl Hoca’ya hayatta olduğum müddetçe duâcıyım. Bu duyguları, defalarca hacca gidenleri gördükçe hatırlarım.

Örnek hayat hikâyelerinin hayatımızdaki rolü büyüktür. Hizmet ve fedâkârlıkta zirve olmak için çabalamak, bu hikâyelerin tesiriyle olacaktır.

Ali bin Muvaffak’ın kıssası tam da böyle bir kıssadır:

Otuz yıl hacca gitmek aşkıyla yanarak ayakkabı tamir eder. Hamile olan hanımı;

“Komşudan güzel bir et kokusu geliyor, benim için ister misin?” der. Ali bin Muvaffak komşuya gider ve karısının isteğini anlatır. Komşu kadın ağlayarak;

“Çocuklar günlerdir aç, ölü bir hayvan buldum, onu kaynatıyorum, helâl bir gıda bulamazsam, onu yedirmek zorunda kalacağım.” der. Bunu duyan ayakkabı tamircisi eve döner, yıllardır hac için bin bir zorlukla biriktirdiği 300 dirhemi alır, komşusuna verir ve;

“Yâ Rabbi, hac niyetiyle biriktirdiğim dirhemleri komşuma verdim. Niyetimi kabul eyle!” diye duâ eder. O yıl gökten inen melekler, hacca giden 600 bin kişinin haccının ayakkabı tamircisinin yaptığı hayırlı amel hürmetine kabul edildiğini bildirdiler.

Gözyaşları içinde ibret almak için dinlediğimiz bir hikâye.

Tarihimizdeki ibret verici hâtıralar, siyasete hazırlanan gençler için okunması gereken hâtıralardır. Okursak yaşadığımız hâdiseleri bu hâtıraların ışığında değerlendiririz.

İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward GREY;

“II. Abdülhamid tahttan indirilmemiş olsaydı, Balkan ve I. Dünya Savaşı’nı önleyecek tek hükümdar ve devlet adamı, o olabilirdi.” demiştir.

Bize düşman olanların tespiti değerlendirmeye değer.

Bilgili, görgülü, hazırcevap, nüktedan, güzel ve yerinde konuşan siyasetçiler yetiştirmeliyiz.

Yıl 1867. Günlerden 16 Temmuz Pazartesi. Abdülaziz, III. Napolyon’un davetlisi olarak Fransa’dadır. Napolyon; kaba ve nâdan biridir, hazırlanması bitmemiştir, gecikir. Hızlı hızlı gelirken söylenmektedir:

«Bıktım bu adamdan; beklerse beklesin, patlamaz ya.» Arkasını döner, Keçecizâde Fuad Paşa bu sözleri duymuştur. Pişmanlıkla paşanın yanına gelir:

“–Paşa Hazretleri, ağzımdan kaçan sözleri padişahınıza nakletmeyeceğinizi sanırım…”

Biz olsak ne yaparız?

1. Kızarak bir tavır koyarız.

2. Orayı terk ederiz.

3. Padişaha bildiririz.

Başka ihtimalleri de düşünebiliriz.

Fuad Paşa hazırcevaplığıyla ünlüdür, devletin itibarını da düşünerek şöyle der:

“–Meraklanmayın! Duyduklarımı nakletmek âdetim yoktur, padişahımın sizin için söylediklerini size hiç naklettim mi?”

Cevap Napolyon’un başına inmiş bir balyozdur ve altında kalır.

Abdülaziz’in İngiltere seyahatinde bir başka ibret verici olay cereyan eder. Padişah, İngiltere kraliçesi Victoria’ya, pırlanta bir broş hediye etmiştir. Kraliçe verdiği bir davette, Keçecizâde Fuad Paşa’ya;

“–Hediye broşa o kadar hayran oldum ki, mücevhercime verip, iki küpe yaptırdım!..”

Aklınca hakaret etmektedir. Küpeler de kulağındadır. Fuad Paşa’dan alacağı cevabı hesap etmemiştir:

“–İsabet buyurmuşsunuz. Hâtıralarımızın kulaklarınıza küpe olması bizi daha fazla memnun eder.”

Cevap İngilizceye çevirilince, kraliçenin yüzü perişandır ve oradan hırsla uzaklaşır, çünkü verecek cevabı yoktur.

Padişah’ın Fransa seyahatinde Fuad Paşa ile ilgili ibret verici cevaplar devam etmektedir. Napolyon’un gafları devam eder. Ona göre Girit meselesinin en akıllı hâl şekli, adayı Yunanistan’a satmaktır. (Avrupa o zaman da başkasının kesesinden bağışlama gafletinin içindedir.)

Fuad Paşa’nın vereceği cevap asırlar sonra devleti idare edecek siyasîlere de ders niteliğindedir:

“–Tabiî haşmetmeab, isterseniz satarız!”

Napolyon inanmıştır, heyecanla sorar:

“–Kaça satarsınız?”

“–Aldığımız fiyata!..”

Abdülaziz, bugünkü Türkçemizle gereken cevabı verir.

“–Osmanlı mülkü olabilmesi için Girit’te 27 sene dövüştük ve toprakları kanımızla yoğurduk. Bu teklifiniz beni üzmüştür. Ancak biliniz: Avrupalı devletler, arasında ittifak ederek Girit’in Yunanistan’a verilmesini isteseler ve kararlaştırsalar bile, orada son askerim ve donanmamdan son teknem kalıncaya kadar savaşır ve öyle çıkarım bu adadan.”

Napolyon sert bir kayaya çarpmıştır.

Bugün yaşadığımız olaylar, Abdülhamid devrinde de yaşanmıştır. Ancak, Abdülhamid Han Hazretleri’nin ve meclis başkanı Ahmed Vefik Paşa’nın tavrı ibret sahneleriyle doludur. Mecliste konuşmalar devam ederken, Şam Milletvekili Nevfel Efendi, Erzurum Milletvekili Ermeni Hamazap Efendi ile İstanbul Rum Milletvekili Vasilâki efendiler ortak bir anayasa teklifi verirler. Bu önergelerinde derler ki:

“Osmanlı Devleti’nin resmî dili Türkçe olan madde değiştirilmeli ve resmî dil Türkçe ile birlikte Ermenice ve Rumca da kabul edilmelidir.”

Ahmed Vefik Paşa meclis başkanı olarak kükrer:

“Devletin âlicenaplığı karşısında tavrınız bu mu olmalı? Önergeyi vermemiş olun, ben de duymamış olayım!”

Tarih tekerrür ediyor.

Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?

İhanetler, bölücü davranışlar aynı… Kükreyen Ahmed Vefik Paşalar aynı mı?

Namus âbidesi Ahmed Vefik Paşa; ilk lügatlerden «Lehçe-i Osmânî»yi yazmıştır. Türkçeyi bütün incelikleriyle konuşur. Öldüğü zaman arkasında binlerce ciltlik bir kitaplık, yamalı bir koltuk minderi ve bir borç bırakmıştı, çünkü kendi maaşıyla geçinmiştir.

Bir başka paşadan da söz etmek isteriz.

Öküz Mehmed Paşa olarak anılan Kara Mehmed Paşa’dan söz edelim. I. Ahmed ve Genç Osman dönemlerinde paşalık yapar. I. Ahmed devrinde bütün paşalar, Mısır valiliğine taliptir. Her giden, zengin olarak döner.

Padişah, Mehmed Paşa’nın yolsuzluklara mâni olacağını bilir. Onu, kızı Gevher Sultan ile evlendirir ve Mısır’a tayin eder.

Paşa 27 yaşındadır; makamına oturur oturmaz önce vergi tahsildarları gelir, el etek öper, ortaya bir sandık koyarlar. Çıkarlarken Paşa sandığı gösterir:

“–Heyecandan unutmuş olacaksınız…”

Onlar;

“–Sandık sizindir, içinde 400 kese altın var.” derler.

Durum anlaşılmıştır, Mısır’ın hazinelerini toplayanlar valiye rüşvet getirmişlerdir. Halkı daha rahat soymaya devam edeceklerdir.

Paşa çok kızar ve hepsini;

“Sizde hiç ahlâk kalmamıştır.” diye kovar. Altınları, hazineye îrad olarak kaydedilmek üzere İstanbul’a yollar. Gelen rezilleri; Kahire’nin, Mısır’ın dışına kovar.

Ancak İstanbul’da bu rüşvetten pay bekleyenler vardır. Şikâyetler birbirini kovalar, çeşitli görevlerde bulunurken, şikâyetler devam eder. Gevher Hatun en kötü zamanlarında bile, paşanın yanındadır. Çünkü kocasının dürüstlüğüne âşıktır.

Halep’te vefat ettiğinde Paşa’nın na‘şını yıkayanlar son servetine şahit olmuşlardır:

Boynunda Gevher Sultan ile nikâhlandıkları gün eşinin hediye ettiği sikkeden başka bir serveti yoktur.

Paşa, Ulukışlalı bir Oğuz Türküdür. Hasımları eski harflerin azizliğine uğratmak için Öküz Mehmed Paşa demeyi uygun görmüşlerdir. Tarihçiler ondan bahsederken; «Edîb-i vakur, vezîr-i sahip-şuur» derler.

Gönlümüz; günümüz tarihini yazanların, eğer varsa vakur iş adamlarının, idarecilerin örnek hayatlarının yazılmasına vesile olmalarındadır.