Aklı, Sarhoşluktan Korumak… -6-*

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

«KURU ÜMNİYYEYE MAĞRÛR OLMA»

HAYAL SARHOŞLUĞU

Allah, insandan îman ister… Bir güzel ismi de Hak olan, yani mutlak gerçek olan Allah, insanın gerçeklere inanmasını ister.

Şeytan ise, insanı gerçeklerden uzaklaştırmak ister. Bazen bildiğimiz şarabı içirerek, bazen şehvetin veya gazabın, bazen benlik veya eğlencenin sarhoşu ederek…

Bir sarhoş etme taktiği daha vardır. Nisâ Sûresi 119’uncu âyette şöyle itiraf eder:

“Muhakkak onları boş kuruntulara boğacağım.”

Şeytan bir radyo istasyonu, nefis ise bir radyo cihazı, bir âhize yani alıcıdır. Şeytanın telkin ettiği kuruntular, muhatabın «ihtiyacına göre» kanal kanal…

Hazret-i Âdem’i, yasak ağaca yaklaştırırken; «Melek olacaksınız, ebedî olacaksınız…» dediği gibi…

Kâfirlere; «Her şey tesadüf, Allah yok…» der.

Başka bir türden olan kâfirlere; «Var ama, hiçbir şeye karışmıyor.» der.

Zalimlere; «Âhiret yok, sana hesap sorulmayacak, hiç ufalanmış kemikler dirilir mi?» der.

Müşriklere; «Şu putların şefaati var, sizi kurtaracaklar.» der.

Günahkârlara; «Günahı işlemeye devam et. Allah affeder, cennet senindir.» der.

Tevbe etmek isteyene; «Sonra edersin, daha çok vakit var!» der. (Bkz. Bursevî, Rûhu’l-Beyan, Nisâ, 119)

İnsanlar; alıcılarının ayarlarıyla oynayıp, şeytan parazitini susturmadıkça, bu vesveselere muhatap olurlar. Etkilenirler.

Cenâb-ı Hak ise insan kalbine hitap eder. İlâhî muhabbetle, irfan, îman ve itaati hâsıl eder.

Âyetleri, nebîleri ve Hak dostları vasıtasıyla bu kuruntuları iptal eder, hakikatleri bildirir.

Zâtını tanıtır. Âlemdeki nizâmı anlatır. Bir Hâlık’ın varlığını kalplerde perçinler.

Esmâsını, ilâhî sıfatlarını anlatır, her şeye müdâhil olduğunu bildirir.

Kıyâmeti, âhireti, mîzânı anlatır; cennete / rızâsına davet eder, cehennem / gazab-ı ilâhî hakkında uyarır. Sıfırdan yaratanın, ufalanmışı tekrar yaratmaktan âciz olmayacağı hakikatini gözlere âdeta sokar.

Putların sadece müşrikler tarafından uydurulmuş isimler olduğunu, onlara hiçbir yetki vermediğini ilân eder. Hayalî iddia sahiplerinden delil ister:

“Aslında bu putlar sizin ve atalarınızın uydurduğu, kuru isimlerden, boş lafızlardan başka bir şey değildir. Allah, onların tanrılıklarına delil olabilecek hiçbir şey indirmemiştir. Onlar, sadece zanlarına ve nefislerinin hevâ ve heveslerine uyarlar. Hâlbuki onlara Rableri tarafından uyacakları mükemmel rehber çoktan gelmiş bulunuyor!” (en-Necm, 23)

Bu âyeti takip eden âyet-i kerîmede de, kuruntulara, hayallere dikkat çekilmiştir:

“Ne o, insanoğlu kurduğu her hülyaya, içinden geçen her şeye nâil olur mu sanıyor?” (en-Necm, 24)

Cenâb-ı Hak; günahları affettiğini bildirir, tevbe ve istiğfar kapısını açık tutar, lâkin affa güvenerek, âdeta Allâh’ı kandırmaya çalışırcasına günah işleyenleri şöyle uyarır:

“Ey insanlar! Allâh’ın va‘di elbette gerçektir, öyleyse sakın dünya hayatı sizi aldatmasın; o çok hilekâr şeytan da Allâh’ın kerem ve merhametini ileri sürerek sizi aldatmasın.” (Fâtır, 5; Ayr. Lokmân, 33)

“Kullarıma haber ver ki (günahları örten) Gafûr, (ihsanı bol olan) Rahîm Ben’im. Bununla beraber azabım da elîm mi elîm!” (el-Hicr, 49-50)

Şiir diliyle söylersek:

Sakın bâb-ı amelden dûr olma
Kuru ümniyyeye mağrûr olma (Aziz Mahmud Hüdâyî)

Affeder Mevlâ, siler Gaffar diye…
Suçta ısrâr etme hiç, af var diye…
Hak ibâdet istiyor. Eksiklere;
Bir telâfî vermiş, istiğfar diye…
Kibre mağrur, bencil, ahmak olma hiç;
İsmi vardır Rabbimin Kahhar diye!.. (Tâlî)

Nasıl olur da insan bu kuruntulara aldanır?

Aldanmaya hazırdır da ondan… Bütün dolandırıcılar, insandaki bu açığı kullanır:

Yiyerek kilo vermek, çalışmadan para kazanmak uğruna paralarını kaptıran nice insan var.

Gerçekler ise, talep edicidir. Gerçekleri kabul etmeniz, îman gerektirir, amel gerektirir, hicret gerektirir, cihad gerektirir. Hayal ve kuruntu ise hazır kuruludur. Beklenti için yapılacak tek şey beklemektir!

Gerçekleri ister görünen halka inanma,
Birçokları tozpembe yalanlar ile memnun.
Sorsan; güneşin nûruna hayran çoğu, ammâ;
Yaz geldi mi herkes koyu bir gölgeye meftun! (Tâlî)

Şeytan radyosunun, ehl-i kitâba yani yahudi ve hıristiyanlara özel yayınları da vardır.

Bakara Sûresi, 78’inci âyet; «Onlardan birçoğunun Kitâbullah’tan habersiz olup, sadece birtakım ümniyyelere, kuruntulara sahip olduklarını, ilim değil boş bir zan üzere oldukları»nı bildirir.

Ehl-i kitap; «kendilerini, Allâh’ın evlâtları ve sevgilileri zannetmeleri (el-Mâide, 18; el-Cum‘a, 6), kendileri ateşe dûçâr olsalar bile çok kısa, sayılı günler yanıp çıkacakları (el-Bakara, 80; Âl-i İmrân, 24), kendilerinden başkasının cennete girmeyeceği» (el-Bakara, 111) gibi kuruntularla sarhoş olmuştur.

Gazze’yi geçtiğimiz günlerde tekrar kana bulayan millet de, Allâh’ın kendilerine Arz-ı Mev‘ud dedikleri geniş bir coğrafyayı va‘dettiği hayalini kuruyor.

Evet, Cenâb-ı Hak, ehl-i kitâba çok sayıda peygamber vererek, onlara kitaplar indirerek rahmetle muamelede bulundu ve onları başkalarından üstün tuttu. Fakat takip eden nesiller, bu emânete liyâkatle sahip çıkamadılar. Peygamber katlettiler. Kitabı tahrif ettiler. Zulmettiler. Hakk’ın emirlerini çiğnediler.

Onlar kitaplarında işaretlerini gördükleri Son Peygamber’i kendi aralarından bekliyordu. Fakat zulümleri ve liyâkatsizlikleri sebebiyle Allah bu nimeti İsmailoğulları arasından Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e lutfetti. Bunun üzerine haset ederek O’nu reddettiler. Kâfir oldular. (el-Bakara, 40-148)

Cenâb-ı Hak, onları ayıltmak ve ayaklarını yere bastırmak için seslenir:

“Hayır siz, Allâh’ın yarattıkları zümresinden (herhangi) bir beşersiniz(, o kadar)!..” (el-Mâide, 18)

“…Eğer sahiden doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin!” (el-Bakara, 111)

“Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da; «Yeryüzüne, (belirli bir millet değil) sâlih kullarım vâris olacaktır» diye yazmıştık.” (el-Enbiyâ, 105)

Ehl-i kitabın düştüğü tehlikelere düşmemek konusunda ikaz edilen bizler de;

«Dîni, îmânı babadan, atadan tevârüs edilen bir şey zannetmemiz;

Son nefesi îmân üzere verme garantimiz varmış gibi hareket etmemiz;

Cenneti, Peygamberimiz’in şefaatini tabiri caizse çantada keklik sanmamız» itibarıyla bazı hüsn-i kuruntularımızın sarhoşu olabiliyoruz.

Bunlar, ümit-recâ malzemesi olarak bir derece masumdur. Fakat sarhoş edici, oyalayıcı, vazifeden uzaklaştırıcı mâhiyete bürünmemelidir.

Öyle ki Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ölen bir arkadaşı için;

“–Cennet ona mübârek olsun!” diyen bir adamı şöyle uyardı:

“–Nereden biliyorsun? Belki de o mâlâyâni konuştu veya kendisini zengin kılmayacak bir miktarda cimrilik etti!” (Tirmizî, Zühd, 11)

Efendimiz; bu şekilde, kesin kanaatler beslememeyi, korku ve ümit dengesi içerisinde kalmayı öğretiyordu.

Hayal meselesine millet çerçevesinden bakacak olursak; millet olarak seçilmiş olduğumuz düşüncesinde de üzerinde durulacak noktalar vardır.

Bütün İslâm ülkelerinin bizi lider gördüğü, herkesin umudunun bizde olduğu düşüncesi; içi doldurulur, şımarıklık ve güven değil, mes’ûliyet ve vebal hissiyle insanı gayrete getirirse olumludur. Ufuk vericidir.

Fakat üstünlük kompleksine dönüştüğü zaman, kişiyi gerçeklerden koparan bir sarhoşluğa sevk eder. Slogan, hüsn-i kuruntu, beklenti hiçbir şey getirmeyeceği gibi, kibir ve kendini beğenmişliğe dönüşmesi hâlinde son derece itici olur.

100’üncü yılında olduğumuz Balkan Harbi’ne, II. Meşrutiyet’in şımarık ve hatalı adımları akabinde, bir üstünlük kompleksi içinde girdiğimizi, Mahmud Muhtar Paşa biraz da aşağılık kompleksi kokan ifadelerle şöyle anlatır:

“Her tarafta kendi elimizle körüklediğimiz yangınları söndürmekle meşgul olmaklığımızdan faydalanan Balkan hükûmetleri harp ilân etti. … Cenâb-ı Hak kibir ve gururu sevmez. Biz bu cihetten Allâh’ın gazabına uğradık. … Bir bolluk ve büyüklük elde etmişiz gibi kendimizi büyük devletlerden sayarak dünyaya meydan okuduk. İkide birde kesin bir sayı imiş gibi mevcut olmayan otuz milyonluk Osmanlılıkla öğündük. Ne yazık ki üç asırdan beri çeşitli bozgun, acınacak hâl ve cehâlet aynası olan tarih levhalarımıza bakmayarak, durmadan altı yüz senelik şan ve şereften söz edip yüksekten uçarak, kendimizi aldatmaktan bir an geri kalmadık.”**

Geçtiğimiz günlerde Gazze yine masum çocukların katledildiği günler yaşadı. Ardından bir ateşkes sağlandı. Ülkemizin siyaset ve medya gündemine, ateşkesin sağlanmasında Mısır’ın mı yoksa, Türkiye’nin mi daha müessir olduğu tartışması düştü. Hâlbuki her iki ülke de, geçmişe nazaran iyi yolda oldukları teslim edilse de, henüz eski hâkimiyet sahalarındaki zulmü engellemeye kādir değiller.

Kaldı ki, mâzîmizdeki, İslâm dünyasının öncü, lider ülkesi olma rolümüzü; istikbâle de taşıma arzu ve azmimiz, başka millet ve ülkelerin de bu sahadaki gayretlerini küçümseme ve çekememe gibi davranışlara yol açmamalıdır.

Yarış, ilâhî emirdir. (el-Bakara, 148; Âl-i İmrân, 114, 133; el-Mâide, 48; el-Enbiyâ, 90; el-Mü’minûn, 61; el-Hadîd, 21; Ayr. Bkz. el-Hucurât, 13; Muhammed, 31) Birçok avantajımıza rağmen, biz de «Allâh’ın yarattığı milletlerden bir milletiz…» Üstelik avantajlarımız ve meziyetlerimiz nostalji küfü kokuyor. Tazelenmeye ihtiyaç var. Kıştan yeni çıkarken, yaz hayalleriyle ısınan ağaçlar, zamansız bir soğukta perişan olabilirler.

Ülkemizde aşağılık kompleksiyle; «Bizim Filistin ile, Suriye ile ne işimiz var?» diyen içe kapanmış, kendini dünyadan soyutlamış bir grup var. Onlar; Baas ideolojisi dışında, ne ırk, ne din, ne de coğrafya bağlantısı olmayan Rusya’nın Suriye meselesiyle nasıl da ilgilendiğini görüp ibret almaktan da âciz…

Bunun karşısında; Türkiye’nin ileri silâh teknolojisine, bir savaşı kaldırabilecek bir ekonomiye, BM daimî üyeliği gibi bir otorite ve itibara sahip olmadığını, daha önemlisi mâneviyâtına güvenebileceği bir nesli henüz yetiştirmemiş olduğunu unutarak, fevrî ve tepeden çıkışlarda bulunanlar da çok.

Bu hüsn-i kuruntular, Sovyetlerin dağılmasından sonra Orta Asya ülkelerinden beklentilerde de yaşanmıştı. Çokları zannetti ki, bu ülkeler derhâl ağabey Türkiye’nin kolu-kanadı altına girecek. Hâlbuki aradan geçen yirmi küsur seneye rağmen, hâlâ Rusya’nın bu ülkeler üzerindeki ekonomik ve siyasî etkisinin, Türkiye’den daha güçlü olduğunu erbabı dile getiriyor.

Doğru tavır, hayallerin sarhoşu olmamak; gerçekler üzerinde çalışmaktır. Kimse liderliği, riyâseti kimseye lutfetmez. Verilen emekle, zaferle hak edilir. Milletimizin mâzîdeki İslâm dünyasını temsil hakkı, Malazgirt’ten Mohaç’a yüzlerce kez ispatlanmıştı.

18. asır şuarâsından Kāil’in beyti hüsn-i hâtime olsun:

Dimâğ-ı akla ümniyye muhakkak zehr-i kātildir…
Dimâğın zehrden hıfz eyleyen elbette âkıldir…

“Boş hayaller, akıl ve beyin için, muhakkak öldürücü bir zehirdir. Beynini zehirden koruyan kişi elbette akıllıdır.”
___________________

* Kur’ân-ı Kerim’den Eğitim Prensipleri -14-
** Mahmud Muhtar, Balkan Harbi, (Haz. M. Ziyaettin ENGİN), İstanbul, 1979, s. 182, 183.