AH RUMELİ, AH RUMELİ!

YAZAR : Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Türkler Viyana’ya kadar gitmekle birlikte, daha çok Tuna’nın güneyindeki yerlere yerleştiler. Tuna’nın üzerindeki yerlerde bulunan müslüman nüfus, hemen hemen kale muhafızları ve onların ailelerine münhasır idi.

Rumeli’deki İslâmlaşma, Anadolu’daki Türklerin buralara getirilip iskân edilmesi ve ihtidâlar yoluyla oluyordu. Osmanlı fütûhâtı öncesinde mezheplerinden dolayı baskı altında olan Boşnaklar, fatihleri bir kurtarıcı gibi karşıladılar ve hemen müslüman oldular. Arnavutların ekseriyeti ve Bulgaristan’daki Pomaklar da ihtidâ eden diğer kavimleri teşkil ediyordu. Artık Üsküp gibi küçük bir kasaba hâlinde devralınan yerler, gelişip gerçek anlamda bir şehir hüviyetine büründü. Bu sebeple bu şehirlerin fetihler sonrasında kurulduğunu söylemek daha isabetli olur. Çünkü bunlar Bursa kadar müslüman ve Türk’tü. Yahya Kemal’in dediği gibi:

Üsküp ki Şar Dağı’nda devâmıydı Bursa’nın,
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın!

Yahya Kemal, bir başka şiirinde Üsküp’ün İslâmî hüviyetini şöyle teyit eder:

Ey Rûmeli’nin Hasan Rızâ’sı!
Yâdında mı Üsküb’ün fezâsı,
Yâhut Kalkandelen kazâsı?
Vardar ve uzakta karlı dağlar…

Üsküp bir müslüman şehirdi,
Bin bir türbeyle müştehirdi,
Vardar’sa önünde bir nehirdi,
Her an tekbîrlerle çağlar…

Rumeli’de tehlike çanları ilk defa İkinci Viyana Muhasarası sonrasında çalmıştır. Öncelikle fethedilmesi gereken kaleler dururken Viyana’ya yürünmesi, şehrin sağlam ele geçirilmesi için bazı tahripkâr metotlara başvurmaktan kaçınılması ve daha önemlisi paşalar arasındaki kıskançlıklar ve hattâ -rivâyetlere göre- ihânetler sebebiyle Roma’ya ve bugünkü Slovakya’ya kadar akınların yapıldığı bu büyük sefer; Kırım Hanı’nın müdahalesine maruz kalmadan sağ-sâlim ilerleyen Leh ordusuyla yapılan Alaman Dağı Muharebesi’nde bozgunla sonuçlanmıştır. Vezîr-i âzam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa; ümitsizliğe kapılarak eline aldığı bir mızrakla ölesiye savaşmak üzere atılmak üzere iken, etrafındakilerin orduyu toparlayıp geri çekmesi için yaşaması gerektiği yönünde yaptıkları telkinlerle bundan vazgeçmiş ve ordusunu Budin’e çekerek toparlamayı başarmıştır. Ne var ki, dirâyetine rağmen etrafındakilere karşı çok sert ve kırıcı davranan vezir-i âzamın, haset ateşiyle yanan düşmanları boş durmamışlar ve padişahtan idamının fermanını almayı başarmışlardır. Mîlâdî 1683’te cereyan eden bu talihsiz hâdiseden sonra felâketler birbirini takip etmiş ve 16 yıl boyunca Papa’nın teşvikiyle mukaddes ittifak yapan Avusturya (Nemse), Venedik, Leh ve Ruslar’a karşı savaşılmak zorunda kalınmış, uzun süren bu savaşta Sultan II. Mustafa’nın mevziî birkaç başarısından başka hiçbir muvaffakiyet elde edilememiş, buna mukabil Avusturyalılar Üsküp’e kadar uzanan, korku salmaya yönelik taarruzlarda bulunmuşlardır. Tabiatıyla bu durum, Rumeli’deki müslüman halk üzerinde beklenen etkisini göstermiş ve Anadolu’ya göçler başlamıştır.

Bu hâdiseleri siyasî tarihten ziyade hâtıralardan okumak çok daha tesirli ve sürükleyicidir. Çünkü hâtıralar, -sübjektif, test edilemez ve sayıca çok az olmakla birlikte- halkın anlayış ve durumunu tasvirde daha başarılıdır. Sultan II. Mustafa’nın ordusuyla Zenta’da nehri geçerken Avusturyalılar’a yenilmesiyle kaderi tebellür eden bu savaşlarda, Lipova Kalesi’nin Almanlar’a (Avusturyalılar) teslim olması sonucunda esir düşen Tımeşvarlı Osman Ağa’nın hâtıraları, bu tür eserlerin belki de en başta zikredilmesi gerekenidir. Osman Ağa; esâreti esnasında Hırvatistan’ın birçok yerinde aç-bîilâç, rezil ve perişan bir hâlde dolaştırılmış, birkaç kez ölümün ucundan dönmüş, fidyesi ödenmesine rağmen salıverilmemiş, sonra Avusturya’da Graz ve Viyana şehirlerinde bir mâlikânede uşak olarak uzun müddet hizmet etmiş, Almancayı öğrenmiş, bu arada İsveç kralı meşhur Demirbaş Şarl’ın da adının geçtiği bazı maceralar yaşamış, sonunda kaçmayı başarmış orta hâlli bir Osmanlı zâbitidir. Bu hâtırayı kendimiz okuduğumuz gibi mutlaka çocuklarımıza da okutmamız gerekir. Böyle gerçek ve etkileyici hikâyeler, bizim oryantalist zihniyetle tarih filmleri yapan senarist ve yönetmenlerimizin dikkatini neden çekmez, doğrusu şâyân-ı hayret ve teessüftür!

İkinci bir hâtırat, Eski Zağra müftüsünün hâtıraları olup aynı isimle kitaplaştırılmıştır. 93 Harbi (1877-78 Türk-Moskof savaşı) sonrasında bugünkü Bulgaristan’daki müslümanların yaşadığı fecâati ve göçü anlatan bu eserde mezkûr müftüye ait;

Azîz-i vakt idik a’dâ zelîl kıldı bizi

mısraı yaşanan acıyı çok çarpıcı bir şekilde hülâsa etmektedir.

Bilindiği gibi II. Viyana bozgununda ilk toprak kaybı yaşanmış, Avrupalılar’ın zihninde yerleşen Türkler’in yenilmezliği inancı sarsılmış ve birçok ülke elden çıkmıştı. Ancak sonradan 1711, 1715-1718 ve 1736-1739’da yapılan savaşlarda Azak, Mora ve Belgrat gibi bir kısım yerler istirdâd edilmiş (geri alınmış), böylece Osmanlı haysiyeti biraz tamir edilmiştir. Bu, Osmanlı Devleti’nin hâlâ güçlü olduğunu gösteriyordu. Husûsiyle hem Avusturya hem de Ruslar’a karşı yapılan 1736-1739 savaşlarının kazanılması bunu ispatlamaktadır. Ne var ki 1768-1774 arasında Ruslar karşısında hezîmete uğranıp Kırım’ın elden çıkışını tescil eden Küçük Kaynarca Muâhedesi’nin yapılmasından sonra bu tür başarılar da görünmez oldu. Buna rağmen XIX. asırda Tuna’nın güneyinde müslümanlar hâlâ ekseriyeti teşkil ediyordu. Rumeli’deki nüfus dengesini ilk defa büyük ölçüde bozan savaş, Ruslar’ın bugünkü Yeşilköy Havaalanı’na kadar indikleri 93 Harbi olmuştur. Balkan Savaşı ise onu dahî aratan çok daha büyük bir felâket olmuştur. Bununla birlikte hâlâ Rumeli’de soydaş ve dindaşlarımızın bulunuyor olması büyük bir saâdet vesilesidir. Bugün yapılması gereken, onlarla mevcut olan kültürel bağlarımızı daha da güçlendirmektir.