Nebevî Bir Haslet: FEDÂKÂRLIK

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Raymond ARON; «Sosyalizmin, aydınların afyonu» olduğunu söylüyor. Meseleye umûmî çerçeveden bakılırsa; dünyevî (seküler) cereyanları, «asrımızın afyonu» olarak tavsif etmek mümkün. Çağımızın ruhları yozlaştıran bir vâkıası olan bu marazî hâl; insanlığı, yüce mertebelere kanatlandıran fazîletlerden mahrum bırakıp, cemiyetleri içinden çıkılamaz buhranlara dûçâr kıldı. İçtimâî nizam; mukaddesleri tanımayan, âhiret hesabı olmayan, hikmeti bilmeyen, tefekkür etmeyen «serseri mayınlar»ın tehdidi altında. Üstelik; denenen aynı kaynaklı çözüm yollarının da netice vermemesi, insanları ye’se sürüklüyor; buhranları daha da derinleştiriyor. Adalet ve barış ile idare edilmek kaydıyla insanlara tevdî buyurulan dünya; emânete hıyânet eden, «hevâsını ilâh edinen» muhterisler elinde, kan ve ateş deryası hâline getirildi. Cemil MERİÇ, yaşanılan bu hazin âkıbeti şöyle tasvir ediyor:

“Toplum zıvanadan çıkmış; cinayetler, cinayetleri kovalıyor. Akıl susmuş ve mefhumlar cehennemî bir raks içinde tepinip duruyor. Sloganlar yönetiyor insanları. İdeolojiler yol gösteren birer harita değil, idrake giydirilen deli gömlekleri. Aydın dilini yutmuş, namlular konuşuyor. Bir kıyâmetin arefesinde miyiz acaba?”

Yaratılan her varlığın; bir bulunma, yaşama sahası vardır. Fertlerin hukuku da; diğer fertlerin hukukuyla sınırlıdır. Adalet, hasbîlik, fedâkârlık… gibi fazîletlerle örülmüş bu sınırlar; cemiyette barış ve huzurun teminâtıdır. Tatmin olmayan nefislerinin mahkûmu olmuş bencil şahsiyetlerin, ihtiraslarının peşinde bu gerçeği çiğnemeleri, cemiyetleri buhran girdaplarına sürükler. Yüksek gayeler, mefkûreler ancak; ona gönül veren, kendini adayan, fazîlet sahibi fedâkâr fertlerle tahakkuk eder. «Vatan» denilen ana kucağında, milleti saâdete kavuşturan güzel neticeler; ona kan ve can veren fedâkârlıkların bedelidir. Bu cümleden olarak; Ârif Nihat ASYA, geleceğin mimarları olan gençlere hitâben, fedâkârlığın değerine şöyle atıfta bulunuyor:

Sen de geçebilirsin yârdan, anadan, serden…
Senin de destânını okuyalım ezberden…
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…

Her güzel haslette olduğu gibi; Allah Teâlâ’nın yüce elçileri olan peygamberler, fedâkârlık hususunda da, insanlar için kâ’bına varılamaz en güzel örneklerdir. Onlar; hiçbir şahsî menfaat karşısında zerre kadar tereddüt göstermeden, kulluğu en yüksek seviyede temsil ederek, kendilerini «i‘lâ-yı kelimetullah» dâvâsına adamışlardır. Nefislerine mağlûp olarak, inatla sapık yollarından vazgeçmeyen bedbahtların tehdit ve vahşîlikleri karşısında asla yılmadan, tebliğ vazifelerine devam etmişlerdir. Bu insanlığın yüz akı mesâbesindeki müstesnâ şahsiyetleri temsîlen, ilk insan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın, meleklerin tâzimine mazhariyeti; «en güzel kıvam»ı aksettiren bir şahsiyeti hâiz olması sebebiyledir. Bu yüce elçilere has şahsiyet, onları nefisle alâkalı her türlü caydırıcı tesirden korumuş, fazîletten en küçük bir sapmayı muhal kılmıştır. Tehlike ve tehditler insanları yıldırıp, yollarından döndürdüğü hâlde; İbrahim -aleyhisselâm- ateşe atılırken, Zekeriyyâ -aleyhisselâm- testere ile biçilirken, İsa -aleyhisselâm- suikasta uğrarken teslîmiyetten bir an olsun ayrılmamışlardır. Zenginlik ve saltanat; nemrutları, firavunları, kārunları… azdırıp sapıtırken; Süleyman -aleyhisselâm-’ın kalbi, her türlü benlik iğvâsından ârî kalmıştır…

Peygamberân-ı izâm hazerâtı silsilesinden Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın, şeytanın bütün engelleme gayretlerine rağmen, vaadi gereği, «emrolunduğu üzere» oğlu İsmail -aleyhisselâm-’ı kurban etmeye karar vermesi; oğlunun da «emrolunanı yapması» istirhamıyla teslîmiyeti; Hazret-i Hacer Vâlidemiz’in de bir ana olarak bunu tevekkülle karşılaması, Allah Teâlâ’nın rızâsı istikametindeki fedâkârlığın zirve seviyesindeki örneklerindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak bu fedâkârlığın bedelini, kendi yüce katından bir kurban ihsan ederek, taltif buyurmuş ve bu vak’a, bir ibâdet olarak müslümanın hayatına girmiştir. Yine Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın, melekût âlemine ve insanlığa bir örnek mesâbesinde tâbî tutulduğu imtihanda; Cebrâil -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh etmesi karşılığında bütün mal varlığını hibe etmesi ve tebliğ vazifesinden vazgeçmektense, ateşe atılmaya râzı olması, «Halîlullâh» derecesini kazandıran bir fedâkârlık örneği olmuştur.

Emrolunduğu üzere, ömrünü, insanlığın saâdeti için hak yola davete adayan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; kendisine dünyevî olarak istediği her şeyi vermeyi teklif eden müşriklere karşı;

“Allâh’a yemin ederim ki, bir elime kameri, bir elime de güneşi verseler, bu davetten yine vazgeçmem!” buyurarak, ümmeti için en mükemmel ve azimli fedâkârlık nümûnesi olmuştur. Nitekim, O Varlık Nûru ile aynîleşmeyi şiâr edinen ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtı da;

“Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah.” hitâbı ve buna uygun amelleri ile, bu fazîleti en güzel şekilde temessül ettiklerini sonraki nesillere göstermişlerdir.

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce davetine uyan ashâb-ı kiram hazerâtı; fedâkârlık ve ihlâs zemininde şahsiyet kazanmışlardır. O Varlık Nûru’nun hicreti esnasında; Hazret-i Ali -kerremallâhu vecheh-, O -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yatağına yatarak pusu kuranları karşılamış; Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-, yolda O’nun etrafında pervâne olarak bütün tehlikeleri göğüslemiştir. Medîne-i Münevvere halkının her biri, tâzimle O’na kalplerini ve evlerini açmış; sahip oldukları her şeyi muhâcirlerle paylaşarak, Allah Teâlâ’nın methine mazhar olmuşlardır. Bütün mü’min gönüller, Allah ve Rasûlü yolunda can-fedâ etmeyi en büyük nimet olarak görmüşlerdir. Buna bir misal olarak, Recî Vak’ası’nda ihânete uğrayıp esir edilen muallimlerden Hubeyb ve Zeyd -radıyallâhu anhümâ- zikredilebilir. Bu iki sahâbîye şehid etmeden önce;

“–Hayatının kurtulmasına mukabil, senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?” diye sorarlar. Onların vakar içinde verdikleri şu cevap, müşrikleri hayret ve dehşetle titretir:

“–Asla! Değil O’nun burada benim yerimde olmasını istemek, şu an bulunduğu yerde mübârek ayaklarına bir dikenin batmasına bile gönlüm râzı olmaz!” Seven, sevdiğinin sevdiğini de sever; onun uğrunda her türlü fedâkârlığa katlanır. Ashâb-ı kiram hazerâtı da, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âhirete irtihâlinden sonra, kendilerini O’nun yüce tebliğini devam ettirmeye adamışlar; pek azı yurtlarında kalarak, diğerleri hiçbir engel tanımadan, bu maksatla dört bir tarafa dağılmışlardır. Bugün dünyanın her tarafına dağılmış tevhid ehli topluluklar, O Varlık Nûru’nun vârisi ve vekili mesâbesindeki ashâb-ı kiram hazerâtı ve onların takipçilerinin fedâkârlıklarının mahsûlüdür.

Bir bina, temelleri üzerinde yükselir. Birlik ve beraberliğini temin etmiş, saâdet ve huzur içindeki bir cemiyetin temelleri, fedâkârlık hasletiyle örülür. Mithat Cemal;

Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır.

diyor, mukaddeslere sahip olmanın bedeline atfen. Bir defa, üzerinde yaşanılan vatan; onu, asırlardır kahramanlık destanları yazarak, kanlarıyla sulayan şühedânın hâtırasıdır. Son büyük destanlarımızdan Çanakkale Savaşı; milletimizin birlik ve beraberliğinin şaha kalktığı, çocukların okullarını bırakıp cepheye koştuğu bir fedâkârlık meşheridir. Öyle bir meydan ki; bir tarafta sahâbe hassâsiyetiyle;

“Ben nasıl olsa şehid olacağım; sağ kalan birisi yesin.” diyerek ekmeğini uzatan yaralı bir asker; diğer tarafta, başındaki kurşun deliğini bir tamponla tıkatıp, siperine dönen bir başkası; öbür tarafta, bomba ile parçalanan elini koparıp atarak, hücuma kalkan bir diğer kahraman…

Vakıf hizmetleri çerçevesindeki, cemiyetin sigortaları mesâbesindeki dayanışma unsurları; içtimâî mevkiler arasındaki barış; fertler arası münasebetlerde îtidal ve müsâmaha… gibi saâdet ve huzuru sağlayan esaslar, «nefis»ten yapılan fedâkârlıklarla gerçekleşir. Bu da kemâle ermiş şahsiyetlerin harcıdır. Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre, esas meseleyi şöyle terennüm ediyor:

Canım kurban olsun Sen’in yoluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed.

Güzel ahlâklı ve milleti için fedâkâr olabilme hassâsiyeti, ancak bu sahâbe muhabbetinin kazanılabilmesiyle mümkün. İslâm düşmanlığı ile mâhut batılı mihrakların, çeşitli vasıtalarla, ahlâksızca Âlemlere Rahmet Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ı hedef almaları da bu yüzden.