FEDÂKÂRLIK BAYRAMI

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Allah, insanı yarattı.

Varlıkların en şereflisi kıldı.

Onun iblise aldanıp da cennetten yeryüzüne düşmesine rağmen, yine de ona sayısız nimetler lutfetti. Yerleri ve gökleri hizmetine verdi. Tekrar yüce huzûrunda sonsuz mükâfatlara ve ebedî yakınlığa mazhar olabilmesi için gurbet dünyasından vuslat semâsına doğru vasıtalar bahşetti.

Ancak;

O vasıtaları gaye edinip de hüsn-i mutlaktan ebediyyen mahrum ve nâr-ı cehenneme mahkûm olmasın diye; hayatı, fedâkârlıklar zemininde yaşamayı emretti.

Yani bu fânî hayatta da her şeyi verdi, lâkin insanın o şeyleri kullanarak sadece kendisine yönelmesini istedi. Lutfedeni, yani gayeyi bırakıp da nimetlere, yani vasıtalara kapılmamasını ferman buyurdu.

Çünkü nimetler ve imkânlar yani vasıtalar; insan için gaye hâline dönüştüğü zaman, hizmet değil hezimet sebebi. Bu hezimetten kurtuluşun yegâne çaresi de; gayeyi vasıtalara değil, vasıtaları gayeye fedâ etmek. Yüce maksada kurban etmek.

Cenâb-ı Hak;

İnsanoğluna bu fedâyı ve kurbanı, yeryüzünde zarûrî kıldı. İlk insandan itibaren takvâ temelleri üzerinde mecbur tuttu. Nitekim Hazret-i Âdem’in iki oğlu arasında bunu yerine getirmeye göre ortaya çıkan iki farklı vaziyeti de, bütün beşeriyete örnek olarak beyan buyurdu:

“Onlara, Âdem’in iki oğlunun kıssasını hakkıyla oku:

İkisi (de kendilerini Allâh’a yaklaştıracak) birer kurban takdim etti;

Birininki kabul edildi.

Diğerininki kabul edilmedi.

(Kurbanı kabul edilmeyen kardeş, hasedinden); «‒Andolsun seni öldüreceğim!» dedi.

(Kurbanı kabul edilen kardeş ise); «‒Allah, ancak takvâ sahiplerinden kabul eder.» dedi.” (el-Mâide, 27)

Sonra ekledi:

“«(‒Ey kardeşim!) Sen, beni öldürmek için bana el uzatsan da ben seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Çünkü ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.

(Fakat sen Allah’tan korkmayıp da elini kana bularsan) dilerim ki sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenip cehennemliklerden olasın. Zalimlerin cezası işte budur!»

(Bu ikazlar karşısında da;

Kurbanı kabul edilmeyenin) nefsi, kendi kendine kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi ve onu öldürdü: Hüsrana uğrayanlardan oldu.” (el-Mâide, 28-30)

Rabbimiz’in burada bize anlattığı hâdisede öne çıkan husus;

Allah için yapılanların en güzel şekilde, fedâkârlık ve samimiyet içerisinde yapılması gerektiği.

Yani;

Yapmış olmak, yerine getirmek; tek başına kâfî değil.

Kabul edilecek kıvamda yapmak mühim.

Hele Allâh’ın kabul edeceği kıvam, her şeyin üstünde.

Çünkü;

Nimetleri en mükemmel vasıfta yaratıp bize ihsan eden kudret; kurbanın yerine gelmesinden ziyade, nasıl edâ edildiğine bakıyor. Hâbil’in Kābil’e ifade ettiği;

“Allah, ancak takvâ sahiplerinden kabul eder!” hakikati tecellî ediyor sadece.

Çünkü Allâh’ın, hiçbir takdimeye ihtiyacı yok. O, kullarına daha çok vermek için yalnız takvâlarını arzu ediyor. Açıkça buyuruyor:

“Kurbanların ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a sadece sizin ihlâs ve samimiyetiniz ulaşır.” (el-Hac, 37)

Her meselede bu böyle.

Bir işi, ibâdeti, sadece yapmış olmak noktasına bakılmamalı.

Kulun her yaptığı, Allâh’a bir takdim.

Kulluk yolunda namaz tamam, oruç tamam, iyilikler tamam, her şey tamam diyerek yürünemez. Hepsine, illâ ki Hak katında kabul edilebilecek bir takdim olup olmadığına bakılmalı. Nasıl ki, müşterisinin beğenmesini hiçe sayarak, onun önüne yemek çıkaran ve; «Bu kadarını da yapmayanlar var, ye işte!» diyen lokantacı iflâs eder; aynı şekilde insanoğlu da yaptığı davranışlarının ancak takvâ tarafının müşterisi olan Allâh’ın, rızâ ve memnuniyetini göz önünde bulundurmadan hareket ederse, iki dünyada da kaybeder, hüsrana uğrar.

Tıpkı Kābil gibi.

Onun takvâ hatası, daha ağır hatalar yapmasına da sebep oldu:

1. Nasiplendiği nimetler hususunda bencil ve cimri davrandı.

2. Kabul edilmeyecek bir kurban takdim etti.

3. İlâhî red karşısında tevbeye yönelmedi.

4. Hasede kapıldı.

5. Nasihate sağırlaştı.

6. Zalimleşti.

7. Nefsine uydu.

8. Kardeşini öldürdü.

Böylece;

Sekiz cennetten de mahrum kaldı, cehennemde ebedî helâke dûçâr oldu.

Takvâya riâyet edip kurbanı kabul edilen Hâbil ise, onun hâline mukabil güzel hasletlerle donandı:

1. Nimetler karşısında fedâkârlık sergiledi.

2. En sevdiğinden, Hakk’a en lâyık olanından kurban etti.

3. İlâhî kabul karşısında şımarmadı, tevâzuya büründü.

4. Kardeşinin hatasına merhamet ve sekînetle yaklaştı.

5. Tehdide nasihat ve irşatla karşılık verdi.

6. Zalimin yüzüne hakikati söyledi.

7. Kardeş zulmü karşısında nefsine uymadı, mazlumluğu seçti.

8. Şehid oldu.

Böylece;

Ona, sekiz cennetin de kapısı açıldı. Ebedî kurtuluşa ve sonsuz mükâfatlara erişti.

Hiç bitmeyecek bir bayrama kavuştu.

O bayramın sırrı;

Takvâ ekseninde fedâkârlıktı.

Bir bakıma;

Malını ve canını gönülden, takvâ ile fedâkârlığının bayramına kavuştu.

Onun için gerçek kurban;

Samimiyetle sergilenecek bir fedâkârlık bayramıdır.

En kıymetli nimetlerden Allah için fedâ edebilme bayramıdır.

Maldan da candan da takvâ ile geçebilme bayramıdır.

Vasıtaları, gaye olmaktan kurtarma bayramıdır.

Hakikî gayeye bütün vasıtaları fedâ ve kurban ederek ulaşma bayramıdır.

Çünkü kurban, Allâh’a daha yakın olmanın adımıdır, yakınlığın bayramıdır.

Bunun da şartı fedâkârlık.

Hayatta;

Ancak fedâkârlık ölçüleri ile yapılan işler, davranışlar ve ibâdetler; mükemmeldir, makbuldür. Çünkü fedâkârlıkta aşk vardır, ihmal etmeme vardır; en güzel şekilde takdim etme derdi vardır, samimiyet ve takvâ vardır, râzı etme gayreti vardır. Fedâkârlıkta, gayeden sapmamak vardır. Bir davranışı; kusurdan, noksanlıktan, hatadan, eğri büğrülükten uzaklaştırıp tam ve tamam bir vasıfta gerçekleştirmeye zemin olan yegâne haslet, fedâkârlıktır.

Kurban, işte bunun tecellîsi.

Onun için kurbanın makbuliyeti, ancak fedâkârlık ölçüleri içinde gerçekleşir. Onun için kurbanda en mükemmel, en kıymetli ve en kusursuz şekilde bir uygulama düstur olmuştur.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kurbanlıklarda körlüğü belli olan kör, hastalığı açıkça belli olan hasta, (yürümeye mâni olacak derecede) topallığı açık olan topal, iliği kurumuş zayıf hayvanın kurban edilmesi câiz değildir.” (Muvatta’, Dahâyâ, 1, [2,482]; Tirmizî, Edâhî, 5, [1497]; Ebû Dâvûd, Dahâyâ, 6, [2802]; Nesâî, Dahâyâ, 5,6, 7, [7,214, 215])

Hem maddî hem mânevî yönden kurban prensipleri bunlar. Demek ki kurbanda olmaması gereken özellikler:

1. Körlük,

2. Hastalık,

3. Topallık,

4. İlik kurumuşluğu,

5. Zayıflık.

Bunlar, mükemmelliği ve fedâkârlığı sakatlayan ârızalar. Onun için makbul değil. Kābil’in riâyet etmeyip de kaybettiği hususlar. Hâbil’in ise dikkat edip de kazandığı noktalar.

Sadece kurbanda değil, her işte, her ibâdette bu ölçülerin terazisi şart.

Çünkü hepsi; mecazî mânâda birer kurban, yani Hakk’a yakınlık vesilesi.

Namaz da bir kurban, oruç da bir kurban, hac da bir kurban, güzel söz de bir kurban, bütün ameller ve davranışlar da birer kurban, iyilikler de birer kurban. Allah için yapılan her şey birer kurban.

O kurbanların makbuliyeti için de;

Körlüğü, hastalığı, topallığı, iliksizliği ve zayıflığı olmamalı.

Allah, kör bir namaz istemiyor. Hasta bir oruç istemiyor. Topal bir zekât istemiyor. İliksiz bir kelime-i şahâdet istemiyor. Zayıf bir îman istemiyor.

Beşerî hayatın işlerinde de bu ârızalar makbul değil.

Kör, hasta, topal, iliksiz ve zayıf bir çalışmanın ürettiği arabaya kimse binmez.

Bir bakıma bizim için yüce Allah;

Her davranış ve ibâdetimizde en kıymetliden fedâkârlık ekseninde bir mükemmellik istiyor. Gücün yettiği en değerli şekilde kurban istiyor. Çünkü kurban, yakınlık mükemmelliği. O yakınlıkta; ilgisiz, rastgele, «yaptım oldu» şeklinde değil; tamamen candan, ilgili, prensipli ve; «Daha güzel nasıl olur?» hassâsiyetinde istiyor.

İşte bu hakikat, kurbanın mânâsı.

İşte bu mânâ, kurbanın faydası. Yüce duygular ve ilâhî şiarlar ile yoğrulmuş bir fayda.

Âyet-i kerîmelerde buyuruluyor:

“Allah; hürmetli ev Kâbe’yi, hürmetli ayı, kurbanı, boynu tasmalı kurbanlıkları insanların faydası için ortaya koydu. Bu, Allâh’ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allâh’ın şüphesiz her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.” (el-Mâide, 97)

“Tâ ki kendi menfaatlerine şahit olsunlar; Allâh’ın onlara rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban ederken O’nun adını ansınlar. Siz de bunlardan yiyin, çaresiz kalmış yoksulu da doyurun.” (el-Hac, 28)

İlâhî ifadeler, kurbanı şu özellikler etrafında çerçeveliyor:

1. Nimetleri idrak ve şükür,

2. Allâh’ın adını anarak kurban,

3. İstifade,

4. Çaresiz kalmış yoksulları gözetmek.

Bu maddeler, kurbanda takvâyı ve fedâkârlığı yansıtmakta.

Çünkü insana verilen mal ve can nimetleri, şükrü ve fedâkârlığı gerektirmekte. Kevser Sûresi’nde kurban emri de, bu hakikat çerçevesinde bir beyan ile tahakkuk eder:

“(Ey Habîbim!) Biz Sana şüphesiz ki Kevser’i verdik / nice nimetler bahşettik. O hâlde Rabbin için namaz kıl ve kurban kes!” (el-Kevser, 1-2)

Elbette;

Cenâb-ı Hakk’ın sayısız nimetleri karşısında kulun vazifesi; Allah için namaz, Allah için kurban. Tabiî ki, Allâh’ın kabul edeceği ölçüler, takvâ ve fedâkârlık kıvamı ile.

O zaman Hakk’a yakınlık bayramı gerçekleşiyor.

Yani;

Lutfedip Hak, bunca nîmet

İstiyor kulluk ve hizmet!

Yerde zahmet sanma Seyrî,

Böyle çağlar gökte rahmet!..

Zaten;

Rahmetin beşiği olduktan sonra; hiçbir fedâkârlık, zahmet değil.

Hele içinde aşk varsa.

Zaten yegâne sevgili olan Cenâb-ı Hakk’ın istediği de bu aşk.

Sevgiyi aşk derecesinde, aşkı da fedâkârlık kıvamında istiyor Hazret-i Allah. Kullarına verdiği hayat ve nimetler husûsunda ilâhî imtihanlarla da bunu test ediyor. Kazananlara bayram yaşatıyor.

Malûm:

İbrahim -aleyhisselâm-, eğer bir evlâdı olursa Hakk’a adamaya karar vermişti. Rabbi, ona İsmail’i bahşetti. Çocuk belli bir yaşa gelince Cenâb-ı Hak, Hazret-i İbrahim’e adağını hatırlattı. Oğlunu kurban etmesini istedi.

Bunun üzerine teslîmiyet âbidesi Hazret-i İbrahim, oğlunu karşısına aldı ve dedi ki:

“‒Ey oğulcuğum! Doğrusu ben uykuda iken, seni (Allâh’ın emri ile) kurban ettiğimi görüyorum; bir düşün, ne dersin?”

Küçük yaşına rağmen Hazret-i İsmail de aynı teslîmiyetin bir başka âbidesi oldu:

“‒Ey babacığım! Ne ile emrolundunsa yerine getir, inşâallah benim sabredenlerden olduğumu göreceksin…” (es-Sâffât, 102)

Bu hayal üstü fedâkârlık ve teslîmiyeti bizzat Allah anlatıyor:

“İkisi de Allâh’a teslîmiyet gösterdi.

Babası, oğlunu alnının bir yanı üzerine yatırdı.

(O anda) seslendik:

«‒Ey İbrahim! Rüyanı gerçek yaptın!»

Bu, doğrusu apaçık bir imtihandı.

Ona fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.

Sonra gelenler içinde ona bir nam bıraktık.

«‒İbrahim’e selâm olsun!»

Sâlih kulları, işte Biz böyle mükâfatlandırırız.” (es-Sâffât, 103-110)

Takvâ ve teslîmiyet ekseninde rüya gerçek oldu.

İmtihan başarıyla neticelendi.

Kurban; bir fedâkârlık bayramı olarak, kıyâmete kadar nişâne hâline geldi. İbâdet ve saâdet kılındı.

Dikkat etmeli ki;

Bu fedâkârlığın büyüklüğü; sadece Allah için kurban olmaya karar vermekle değil, o kararı yerine getirirken araya güçlü fısıltılarla giren nefsi ve şeytanı da mağlûp etmekle yaşandı.

Çünkü onların akıl üstü teslîmiyetleri karşısında perişan olan şeytan -aleyhillâne-, neler neler yapmadı ki! Önce; «Çocuktur, tecrübesi ve bilgisi zayıftır, kandırması da kolay olur!» düşüncesiyle Hazret-i İsmail’in yanına sokuldu. Sanki merhametli bir şahıs imiş gibi iğneledi:

“–Baban seni hunharca kesecek.”

“–Hayır, Allâh’ın emrini yerine getirecek.”

“–Ama bunu seni boğazlayarak yapacak.”

“–Çekil, ey mel’un! O da, ben de Allâh’ın emrine teslimiz.”

İblis afalladı. Küçücük bir çocuğa tesir edememişti. Ne dese onu kandıramayacağını anladı. Bunun üzerine Hazret-i Hacer’e yöneldi. Annelik duygularını tırmıklayarak aldatabileceğini düşündü:

“–Babası oğlunu boğazlayacak.”

“–Hayır, o İsmail’i çok sever.”

“–Öyle ama Allah kurban et­mesini emretmiş.”

“–Eğer O emretmişse, ancak hikmet ve hayırdan ibarettir.”

Şeytan tekrar afalladı. Anneliğin şefkat ve merhamet duygularına rağmen tahrik edememişti. Çaresizlik hissetti. Hırslandı. Kindar bir inatla bu defa babalık damarlarına asılıp koparmak için Hazret-i İbrahim’in yanına geldi:

“–Sen Allah emretti diye oğlu­nu keseceksin, ama bu doğru değil.”

“–Allah, her zaman doğruyu emreder.”

“–Anlamıyorsun; rüyana şey­tan karıştı!”

“–Asla, ben seni işime karıştır­mam; defol ey lânetli!”

Hepsi de şeytanı ve nefsi böylece alt etti.

Sonra Hazret-i İbrahim, evlâdının boğazına bıçağı çekti. Fakat bütün imtihanlardan geçilmiş olduğu için, maksat gerçekleşmişti. Allah emretti. Bıçak kesmedi.

Cennetten bir koç getirdi Hazret-i Cebrâil.

Bayram oldu.

Zaten maksat, babaya evlâdın boğazını kestirmek değildi. Gönüllerdeki dünya, mal ve can sevdasını kesip atmak ve sadece Allah sevgisini yerleştirmekti. Damlayı fedâ edip deryaya kavuşmaktı.

İmtihan basamaklarından liyâkatle geçerek gerçek bir bayrama ulaşmaktı:

Neyi emretse Hudâ’mız, ona uymakta hüner,

Bunu gösterdi verip can, iki hak peygamber,

Verdi Hak böyle fedâkârlığa bayram, Seyrî,

Öyle teslîm olanın boynunu kesmez hançer!

Bu kutlu tecellî de ortaya koydu ki;

Bütün yüce ve gerçek bayramların temelinde takvâ ve fedâkârlık vardır ve şarttır.

Hâbil bunun misali.

Hazret-i İbrahim bunun misali.

Hazret-i İsmail bunun misali.

Bütün peygamberler ve hayatları, bunun misali.

Varlık Nûru Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bunun yegâne nümûnesi.

O’nun nûruyla, rûhuyla ve elleriyle meydana gelen her güzellik, muvaffakiyet, bereket, lütuf ve bayramlar; bizâtihî tariflere sığmaz fedâkârlıklarının takvâ ve aşk dolu tezâhürüdür.

O’nun;

Güçlü şahsiyeti, güçsüz bir yetimliği göğüslemenin sarsılmazlığıdır.

Sağlam karakteri, çürüklerin ortasında uçurum gibi tehlikeli yollarda sergilediği dirâyetin mahsulüdür.

Üstün ahlâkı; yaşadığı sosyal ortamda edebin para etmemesine rağmen, onu en kıymetli hazineye dönüştürme yolunda çektiği çilelerin yüceliğidir.

Engin adaleti; zulmün cirit attığı ve mazlumları ezip geçtiği hengâmede, fedâkârlıklar içinde hakka sarılma iradesidir.

Kâbına varılmaz merhamet ve şefkati, garip ve kimsesizlere sahip çıkmanın başa belâ yağdırdığı bir câhiliyye anlayışı karşısında her türlü acılara katlanarak gerçekleştirdiği müthiş bir başarıdır.

Eriştiği şan ve şerefler; yerdeki göz kamaştırıcı fânî servet, makam, mevki ve imkânları kurban edip de gökte mahrum olmamak için gösterdiği çırpınışların neticesidir.

Dolayısıyla;

Mîrâc-ı Habib de; gerek Mekke’deki gerek Tâif’teki çilelere katlanmanın, yani safâyı değil cefâyı omuzlama fedâkârlığının ikramıdır.

Bedir muzafferiyeti; uykusuz gecelerinin, yaşlı gözlerinin, Allah diye şahlanmasının, ten ve dünya rahatını âhirete fedâ etmesinin mükâfatıdır. Uhud da, Hendek de, Hayber de, Tebük de öyledir.

Her biri ayrı bir fedâkârlığın bayramıdır.

Mekke’nin fethi de kezâ, hicret fedâkârlığının zaferidir.

En nihayet;

Bir ömür arzuladığı Refîk-ı Âlâ’ya / en Yüce Dost’a kavuşma mazhariyeti, can fedâkârlığının nâiliyetidir.

O’nun fedâkârlıklarla dolu hayatı bize öğretmekte ki;

Rûhun bütün yüceliği, nefsi kurban ve fedâ etmenin kudretidir.

Hakikî dirilik, hayatın ölüme fedâ ve kurban edilişinden sonradır.

En faydalı mal, muhtaca fedâ edilendir.

En hayırlı ilim, bütün bildiğini Hakk’ın ilmine kurban etmektir.

En güzel tebessüm, fedâkâr gözyaşlarıdır.

En gerçek başarı, «ene»nin ve bencilliğin kurban ve fedâ edildiği hayırlı muvaffakiyetlerdir.

Hâsılı;

Cennet nimetleri; dünya nimetlerini Allah yolunda fakire, garibe ve hizmetlere fedâ edişin kazancıdır.

Hayatın bütün hakikati ve özü bu:

Fedâkârlık ekseninde yaşayış.

Kuru prensipler, kaideler, maddeler tek başına hiçbir güzelliği inşa edemez. İllâ fedâkârlık gerek.

Güzellik, fedâkârlık varsa güzelliktir.

Aşk da, fedâkârlık varsa aşktır.

Bayramlar, fedâkârlık varsa bayramdır.

Çünkü;

Problemlerin çözümü, fedâkârlığa bağlı. Ahlâkın yücelmesi, fedâkârlığa bağlı. Hayırlı hizmetlerin başlayış ve devamı, fedâkârlığa bağlı. Küskünlerin barışı, fedâkârlığa bağlı. Kavgaların bitmesi, fedâkârlığa bağlı. Zulmün durdurulması, fedâkârlığa bağlı. Îmânın bereketi, fedâkârlığa bağlı. İnsanlığın ihyâsı, fedâkârlığa bağlı. Âhiretin kazanılması, fedâkârlığa bağlı.

Kardeşlikler, fedâkârlığa bağlı.

Hayırda yarışlar, fedâkârlığa bağlı.

Eğitim, fedâkârlığa bağlı.

Huzurlu toplum, fedâkârlığa bağlı.

Huzurlu aile, fedâkârlığa bağlı.

Tarihin bütün âbide şahsiyetleri, ancak fedâkârlığı yüksek olanlar.

Bir anne niye daha değerli?

Fedâkârlığı daha fazla olduğu için.

Muhâcirler, ensârın niye daha önünde?

Fedâkârlıkları daha fazla olduğu için.

Namazda bile fedâkârlık tarafı fazla olan, diğerlerinden kıymetli.

Hadiste buyurulur:

“İki serinlik namazını, sabah ve ikindiyi kılan kimse cennete girer.” (Buhârî, Mevâkît, 26; Müslim, Mesâcid, 215)

Niçin farzlar içinde sabah ve ikindi öne çıkmakta?

Çünkü;

Birinde uykudan fedâkârlık var, diğerinde de maddî iş ve kârdan.

Teheccüd namazı da, diğer nâfile namazlardan fedâkârlık tarafı yüksek olduğu için çok daha kıymetli.

Bu bakımdan;

Her şey, fedâkârlıkla yürür ve değer kazanır.

Bir dâvânın esası; sevgi ve fedâkârlık olursa, zafer gelir. Fitne ve nifak ona yol bulamaz. Ancak fedâkârlık yerine, «ene»ler, enâniyetler, «ben»ler, bencillikler devreye girerse; o zaman Basra harap, Bağdat harap, Şam harap, Kâbil harap, Balkan harap, dünya harap…

Kurban, bize bunu anlatıyor.

Fânî hevesleri fedâ etmeyi öğretiyor. Nefsi kurban etmeyi telkin ediyor. Malı-canı Allah için fedâ etmeyi talim ediyor.

Aşk ve fedâkârlığı esas edinerek yaşamayı ve yaşatmayı gösteriyor.

Fedâkârlığın bereket ve zaferini, değer ve mükâfatını dile getiriyor.

Onun dilini çok iyi anlayan Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Bütün hayvanları insan için, bütün insanları da bir akıl için öldür git­sin.

Yani;

Hayvanlar, insanlara kurban olsun.

Bütün insanlar da, insanların seçkinleri oldukları için, peygamberlere kurban olsunlar.

Çünkü;

Benliklerini Hak uğrunda kurban edenler, irfan denizi kesilmişlerdir.

O hâlde;

Aklı, Hazret-i Mustafâ huzûrunda kurban et ve; «Allâh’ım bana yeter!» de!

Aklı, o dostun aşkında kurban et! Çünkü bütün akıllar, dostun bulun­duğu taraftadır! Çünkü ruhların da, akılların da çıkış yeri Hak’tır!

İbrahim ve İsmail gibi de ki;

Padişahlıklar, saltanatlar; gerçek kul­luğa kurban olsun! Aşk olsun; aşkın öldürdüğü, aşkın kılıcının kestiği kişiye!

Baksana;

Bu gerçeği unutup da;

Her birimiz kendimizi bir huya fedâ etmişiz! Kimimiz yüksek mevkiye, kimimiz dünya malına, kimimiz şehvete kendimizi kaptırmışız!

İşte;

Herkes; bu dünyada bir fennin, bir sanatın, bir işin fedâîsi. Ömrünü o yolda harcamakta, o yolda ölüp gitmekte.

Zaten;

Dünyanın ister batı tarafında olsun, ister doğu tarafında bulunsun; bütün insanlar ölecektir.

Görüyorsun;

Dünyada ne seven kalıyor, ne de sevilen; herkes ölüp gidiyor.

Bahtlı adam;

Hiç olmazsa hayatını ilâhî aşk uğrunda harcayan adam; ken­dini öyle bir fenne, öyle bir hünere fedâ etmiş ki, o fedâ edişte, o ölüşte, o mahvoluşta yüzlerce hayat vardır.

Elbette;

Hakk’a karşı duyulan aşkta; O’nu seven de, O’nun tarafından sevilen de ölümsüzdür, ebedîdir. Öyle bir sevgiye nâil olanlar, iki âlemde de dileklerine ermiş, iyi bir ad, hayırlı bir nam bırakmışlardır.

Ey hakikat yolcusu!

Sen öyle bir aşkın peşinde koş ki, o aşk gelip geçici olmasın. Sonunda seni ye’se, ümitsizliğe düşürmesin.

Unutma;

Sadece Allah aşkının zevâli yoktur.

O aşkın âşığı da, mâşûku da ebedîdir.

Ne mutlu o kişiye ki; gerçek sevgiliyi gönlünde bulmuş, varlığını ona fedâ etmiştir.

Zaten;

O aşk olmasaydı; cansızlar, bitkilere girer de onlarda yok olur muydu? Büyüyüp yetişen nebatlar, kendilerini gıda olarak canlılara fedâ ederler miydi?

O aşk olmasaydı; her varlık, çe­kirge gibi uçar, sıçrar, aranır mıydı?

Eğer şu gökyüzü, âşık olmasaydı; göğsü, gönlü böyle saf ve lekesiz olur muydu?

Eğer güneş de âşık olmasaydı; onun yüzünde bu parıltı, bu ışık bulunur muydu?

Yeryüzü ve dağ, âşık olmasalardı; her ikisinin de gönlünden bir ot bile bitmezdi.

Eğer deniz, aşktan habersiz olsaydı; böyle dalgalanabilir miydi? Elbet bir yerde donar, kalırdı.

Hâsılı;

O kemâle, olgunluğa âşık olanlar; boy atan fidanlar gibi zerre zerre yüceliğe koşarlar, yükselirler.”

Her şeylerini dosta fedâ ederler ve bayramlara nâil olurlar.

Onlar;

Allâh’ı ve Peygamber’i; her şeyden, canlarından daha çok severler. Uğrunda fedâ edemeyecekleri şey olmaz. Ömürleri, bunun ispat ve izhârı ile geçer.

Aslında her insan fedâkârdır.

Değişen, onların sevgi merkezleridir. Hangi sevgi önde ise, fedâkârlık ona göre kendini gösterir. Nefsini put yapmış kimse; bütün mukaddesleri, âhireti ve cenneti ona fedâ eder. Fakat bu fedâ ediş, büyük bir hüsrandır. Çünkü yücelikler, cüceliğe fedâ edilmez. Derya, damlaya kurban edilmez.

Bu noktada Hazret-i Dâvûd’un duâsı ne kadar irşad edicidir:

“Allâh’ım! Sen’den Sen’i sevmeyi, Sen’i sevenleri sevmeyi ve Sen’in sevgine ulaştıracak amelleri sevmeyi dilerim. Allâh’ım! Sen’in sevgini bana canımdan, ailemden ve soğuk sudan daha ileri kıl!” (Tirmizî, Daavât, 73; Tefsîru’l-Kur’ân, 39)

İşte böyle bir kıvam ile fedâkârlık bayramı, kullar için iki cihanda da bayram olarak güzelliklerin harmanıdır.

Ne mutlu;

Bu ruh ve şuur ile;

Fedâkârlık bayramları yaşayabilenlere!

Muzdarip ve gariplerin yüzlerini güldürebilenlere!

Allâh’ı râzı ve memnun edecek yüce kıvamı gerçekleştirebilenlere!…

Bilhassa;

Fedâkârlığa muhtaçların arttığı bir devranda…