KURBAN: ÖLÜMÜ GÖZ ÖNÜNDE TUTMAK

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Kurban Bayramlarında aklıma hep kıyâmet gününe dair o hadîs-i şerif gelir:

“Cennet ehli cennete vardığı, cehennem ehli de cehenneme vardığında ölüm alacalı bir koç sûretinde getirilir. Cennetle cehennem arasında yatırılıp kesilir. Sonra bir münâdî;

«−Ey cennet ahalisi! Artık ölüm yoktur. Ey cehennem ahalisi! Artık ölüm yoktur!» diye nidâ eder. Bu hâdise sebebiyle cennet ehlinin ferahı bir kat daha artar, cehennem ehlinin hüzün ve kederi de bir kat daha artar.” (Müslim, 2850/43; Buhârî 6457; İbn-i Mâce, 4327; Tirmizî, 2682)

Ölüm ve kurban…

Âhirzaman insanının görmek istemediği iki vâkıa…

Aslında iki vâkıada tezâhür eden tek hakikat:

İnsanın ölüm karşısındaki âcizliği…

Bir mütefekkirin dediği gibi;

“İnsan, uçsuz bucaksız bir okyanusu aşmaya kalkışan bir kelebeğe benzer.”

Evet, kısacık ömrüyle bir kelebeğin okyanus üzerinde kanat çırpması nasıl beyhûde bir çaba ise insanın da ölüme direnmesi öyle faydasız… İstediği kadar sıhhat kurallarına uysun, istediği kadar tedbirli davransın, her insan bilir ki göğsünün sol yanında tıklayan saat elbette bir gün duracak.

İşte âhirzaman insanının hatırlamak istemediği gerçek…

Yine mütefekkirlerin dediği gibi;

“Eski çağlarda insanlar ölümü birtakım inançlar ve merasimlerle mânâlı ve kabul edilir hâle getiriyordu ve onunla nisbeten daha barışıktı. Ama modern insan ölümden âdeta müstehcen bir şeymiş gibi yüzünü çeviriyor.”

Evet, âhirzamanda insanın ayıp, günah, çirkin sayarak yüzünü çevirdiği şeylerin niteliği değişti. Hayatın devamına ait, zevkleri okşayan, nefse hoş gelen şeyler ne kadar ahlâka mugāyir olsa da teşhir edilmesi kınanmazken, ölüme ait şeyler gözlerden gizlenir oldu. Televizyon ekranlarında, meselâ haber programlarında, kaza ve patlamalarda, ölüme dair görüntüler gözlerden perdeleniyor ama müstehcenlik söz konusu olunca aynı hassasiyet gösterilmiyor.

Çocukların seyredeceği saatte yayınlanan programlarda, konu kahramanlık ve cihad sahneleri olsa bile; «şiddet içeriyor» denilerek «7+» işareti konuluyor. Oysa bir sahnenin müstehcen sayılıp uyarılması için çok aşırıya kaçması gerekli görülüyor.

Aile yapımıza uygun olmayan, gençlere olumsuz örnek teşkil edebilecek söz ve hareketlerin özendirildiği yapımlara çok geniş bir müsamaha gösteriliyor.

Çünkü mantık hep aynı:

Hayata dair, ölümü unutturan zevkli şeylere hoşgörüyle bakılırken; ölümle alâkalı, ölüme götüren her şey ruh sağlığına zararlı sayılıp gözden uzak tutuluyor.

Bu mantıkla Kurban Bayramları da müslümanlara dar ediliyor. Eğer büyükşehirlerden birinde yaşıyorsanız ve kurban bayramında tatile gitmek veya kurbanınızı bağışlamak yerine hanenizde kurban neşesi tatmayı seçtiyseniz sizi büyük bir sabır imtihanı bekliyor. Çünkü bir kesimin baskıları ile açık alanlarda kurban kesmek yasaklandığı için sınırlı sayıdaki kesim yerinde büyük bir izdiham oluşuyor. Ayrıca kurbanı kesilirken başında bulunmak ve o ânın rûhâniyetini yaşamak da pek mümkün olmuyor. Apartmanınızın bahçesi müsait olsa bile;

“Kurbanımızı kendimiz keseceğiz, ailecek başında durup tekbir getireceğiz.” diyemiyorsunuz artık.

“Çocukların gözünün önünde nasıl kurban kesebilirsiniz?” eleştirisini göze alıp da bunu talep bile edemiyorsunuz.

Kimse düşünmüyor, acaba gerçekten ölümü ve ölümü hatırlatacak şeyleri görmek ruh sağlığına zararlı mı?

Kendi çocukluğumu hatırlıyorum; kurban kesimi sırasında babama yardım ederdik. Kurban kesimini ilk ânından son noktasına kadar seyrettiğim hâlde bunun benim psikolojime bir zarar verdiğini hiç hatırlamıyorum. Bir gün bile rüyalarıma girmemiştir. Hiçbir zaman ürküntü veren bir manzara olarak hatırlamıyorum.

Belki elimizle ot yedirdiğimiz kınalı koçumuzun titreyerek canını teslim edişi hazin bir manzara idi. Ama bu hüzün ile ardından gelen sevinç, sanki bize her hüzünden sonra bir sevinç olduğunu tecrübe ettiriyordu.

Belki burada, -zaten kurban etmesek de sonsuza dek yaşaması mümkün olmayan- bir canlı canını veriyordu. Ama onun hayatını fedâ etmesiyle çoluk-çocuk, hane halkı, konu komşu, akraba, eş dost seviniyordu. -Ki zaten beslenmemiz hep canlıların hayatını ödünç almamız üzerine kuruluydu. Biz yaşayalım diye devamlı sûrette bitkiler ve hayvanlar ölüyordu.- Kurban Bayramında ise bu, gözümüzün önünde gerçekleşiyordu ve biz paketlerle evimize giren gıdaların aslında birer cana mal olduğunun farkına varıyorduk.

Bize et ve süt vermek üzere yaratılmış bu canlılar sürekli ölüyordu. Ama bu onların yaratılış gayesine uygundu. Bu sebeple yaratılış gayesine ulaştıktan sonra, ölümün pek de üzülecek bir şey olmadığını kabullenmiş oluyorduk. Böylece bizim de yaratılış gayemize uygun yaşadıktan sonra, ölmemizin pek de üzücü olmayacağını kabullenmiş oluyorduk. Ayrılığın hüznünden başka bir şey değildi hissettiğimiz ki o da geçiciydi.

Bizim için durum böyleydi belki ama ya yaratılış gayesini bilmeyen / kabullenmeyenler?

Hayatın -önceden Yaratıcı tarafından belirlenmiş bir- mânâsı ve gayesi olduğu fikrine şiddetle karşı çıkan ateist filozof Sartre, eğer ölüme de bir çözüm bulabilseydi belki; “Hayatın bizâtihî kendisi gayedir.” diyebilirdi. Ama o dahî, ya; “Hayatın gayesi özgürleşmedir.” veya; “Kişi kendi hayatını dilediği gibi anlamlandırır.” diyor da; “Hayatın gayesi olması gerekmez.” diyemiyor.

Çünkü ölüm, mânâsız tekrarlar hâlinde sürdürdüğümüz veya bir kısır döngü içinde anlamsız bir yarışa çevirdiğimiz hayatımız karşısındaki, o sessiz ve vakur duruşuyla; «Nereye gidiyorsunuz?» diye mânâlı mânâlı soruyor. İnsanların çoğu işte bu mânâlı bakıştan ürküyor.

Oysa nereye gittiğini bilenler, ölümden hiç ürkmüyor. Ölümün gözünün içine bakıp gülümsüyor ve İsmailce, bıçağın ağzına boynunu hiç tereddüt etmeden uzatıyor.

İşte İsmail -aleyhisselâm-’ın yeryüzünde muvahhidlerin imamı, Beytullâh’ın mimarı ve Allâh’ın Habîbi’nin atası olarak seçilmesindeki sırdır bu. Kişi, Yaratıcı’nın onu bir gaye ile yarattığına îmân ettikten sonra, o gayeye uygun yaşamak şartıyla ölümün hangi yaşta ne şekilde geleceğine aldırış etmez. Bu kıvama eren insan ise yeryüzünde hayatını yaratılış gayesine uygun yaşayacak olanlara örnek ve önder olarak seçilmeye uygundur.

Rabbi onun bu imtihandan yüz akıyla geçişiyle meleklerine karşı iftihar ettikten sonra cennetten kurban indirerek ölümden kurtaracaktır. Onun kurtuluşu, yeryüzündeki bütün insanların kurtuluşudur bir bakıma…

Kurtulan sadece Hazret-i İbrahim’in oğlu değildir, onun önderlik edeceği tevhid dîni sayesinde insanlık, putlarına insan kurban eden müşriklerden de kurtulacaktır, topluca helâklerden de, ebedî helâk olan küfürden de…

İsmail -aleyhisselâm-’a karşılık fidye olarak inen koç boğazlanırken, insanlık bu üç ölümden kurtuluşla müjdelenmiştir aslında. Mü’minler her bayramda sayısız mânâ ile birlikte bu müjdeli haberi kutlarlar.

Ne yazık ki bu dünya hayatında kalpleri perdeli olanlar, kurbanın müjdelediği bu kurtuluş haberlerini idrak etmezler de, kurbanda tezâhür eden ölümden ürkerler. Ancak âhiret gününde ölüm bir koç sûretinde getirilip boğazlandığında kalplerden perde kalkmış olacağı için gerçeği idrak etmiş olacaklar. Ama ne fayda! Artık çok geç olacak…

O gün ölümün boğazlanması karşısında iki sınıf insan iki farklı hissiyata gark olacak:

Zamanında, her Kurban Bayramında, ölüm hakikatiyle yüzleşip, ölümün ardındaki ölümsüzlüğe îmanla hayatını mânâlandırmış olanlar sürûra gark olacak. Çünkü onlar her bayram hissettikleri o duyguyu, yani hüznün ardından gelen sevinci ömürlerine rehber addetmişlerdir. Ömrünü ölümü göz önünde bulundurma hüznüyle geçirmenin mükâfatının, cennetteki ebedî hayat sevincine sevinmek olduğuna inanmışlardır.

Diğerleri ise ölümü temsil eden her şeye ürkerek baktıklarından, hüzne de sevince de yabancı kalmış, ölümle ilgili hislerini hep panik atak, fobi, saplantı, takıntı seviyesinde tepkilerle yaşamışlardır. “Aman ölümü hatırlamayayım da üzülmeyeyim.” diye fânî zevklerin sarhoşluğuyla kendilerini uyuşturmaları ise onları kaçınılmaz sondan kurtarmamıştır.

İşte o çok korktukları ölüm, gözlerinin önünde öldürülmektedir. Fakat bu onlara sürur değil acı verir…

Öyle ki hadîsin Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- rivâyetindeki ziyadesine göre;

“Eğer Allah -azze ve celle- ebedî hayatı takdir etmemiş olsaydı; cennet ehli ölümün öldürülmüş olmasından aldıkları zevkten, cehennem ahalisi de korku ve acıdan ölürlerdi.” (Tirmizî, Tefsir, Meryem, 3155)