Hüznü de Sevinci de; KARDEŞLER PAYLAŞIR…

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Müslümanlar, birbirlerinin kardeşidir.

Bu kardeşlik; kan kardeşliği değil, din kardeşliğidir. Bunun böyle olduğunu Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyetinde şöyle ifade buyurmaktadır:

“Gerçekten bütün mü’minler kardeştirler.” (el-Hucurat, 10)

Birbirimize merhamette, acımada, yardımlaşmada, elem ve kederimizi paylaşmada kardeşçe ve dostça muamele etmeliyiz. Bunu samimî bir şekilde gerçekleştirebilirsek Cenâb-ı Hakk’ın ifade buyurduğu kardeşlik de böylece tesis edilmiş olacaktır.

Sevgili Peygamberimiz, bu kardeşliği en güzel şekilde tesis etmek için müslümanlara şöyle seslendi:

“Sizden biri kendisi için istediğini, müslüman kardeşi için de istemedikçe (gerçek) mü’min olamaz.” (Buhârî, Îmân, 7)

Bunu duyan mü’minler, din kardeşlerini kendi nefislerine tercih eder hâle geldiler. Sahâbe-i kiram efendilerimiz; bu duygularla öyle yoğruldular ki, îmanda zirveye ulaştılar. Sayıca az olmalarına rağmen, birlik ve beraberlik içerisinde, din kardeşliği anlayışıyla girdikleri muharebelerden, Cenâb-ı Hakk’ın nusretiyle galip çıktılar. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve daha birçok muharebede öyle kardeşlik manzaraları, öyle fedâkârlık tabloları tezâhür etti ki; kıyâmete dek okuyanları, dinleyenleri hayran bırakmaya devam etmektedir.

Bu kahramanca fedâkârlıkları sadece erkekler de göstermiyordu. İslâm’ın ilk yıllarından zamanımıza kadar, müslüman kadınlar da Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için muharebeler de büyük fedâkârlıklar göstermişlerdir. Zaman zaman kocalarının yanlarında savaşa katılmışlar, askerlerin yaralarını sarmışlar, sularını dağıtmışlar, aşlarını pişirmişler, mermi taşımışlar ve güçlerinin yettiği kadar, ellerinden geldiğince yardımlarda bulunmuşlardır.

Uhud Harbi’nde müslümanlar bir an bir dağılma yaşadı. Bu esnada Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında yalnız on iki kişi sebat edebilmişti.

Fedâkârlığın en büyüğü; en zor zamanlarda, insan için en tatlı şey olan candan yapılandı. Bu sahâbîler bunu başarıyorlardı.

Bu çok tehlikeli zamanda Rasûl-i Ekrem’in ezvâc-ı tâhirâtından Hazret-i Âişe ile Ümmü Süleym asker arasında süratle dolaşıyor ve onlara kırbalarla su yetiştiriyor, yaralıların ağızlarına döküyorlardı. Kırbalar boşalınca da hızlıca onu doldurup yaralılar arasına geri dönüyorlardı. Öyle anlar oluyor ki, askerlerin yaralarını sarıyorlardı. Yeri geliyor ellerinde kılıç ve hançerle savaşa katılıyorlardı.

Bu ne büyük fedakârlıktı böyle!

Huneyn’de kalabalık olunca, galibiyet garanti zannetmeleri üzerine mü’minler bir süre büyük bir sarsıntı geçirdiler. Bu esnada yine Enes bin Mâlik’in annesi Ümmü Süleym -radıyallâhu anhümâ- elinde hançer, erkeklerin dağıldığı günde îman salâbet ve metânetini gösteriyordu.

Sadece candan fedâkârlık etmiyorlardı…

Kavurucu sıcakta, devşirilmeyi bekleyen hurma bahçelerini bırakıp yüzlerce kilometre sefer…

Gidiyorlardı…

Esirlere yemeklerini yediriyor, kölelerine elbiselerinden giydiriyorlardı. Muhâcirlere evlerini, bahçelerini ortak ediyorlardı.

Bunlar, ancak candan geçebilenlerin yapabileceği fedâkârlıklardı.

Bunlar, kıyâmete kadar gelecek ümmet-i Muhammed’in, doğudan batıya bütün insanlığın uhrevî mes’ûliyetini omuzlarında hisseden yüreklerin gösterebileceği gayretlerdi.

Oysaki zamanımızda bu güzel duygularda ciddî azalmalar gözükmekte.

“Bana değmeyen yılan bin yaşasın” vurdumduymazlığında olanlar, ferdî davrananlar, benlik duygusunu artırarak egoist bir hayat isteyenler gitgide artmakta.

Sen-ben kavgasıyla, şucu bucu diyerek, ırkçılık ve mezhepçiliği körüklüyerek; din kardeşliği çerçevesinde meydana gelen birlik ve beraberliğimizi yok etmek için çalışanlar, ortaya çıkmakta, fırsat bulmakta.

İşte Suriye’nin hâli… İşte Irak’ın hâli… İşte vatanımızda gün be gün yüreğimizi sızlatan şehid haberleri… Düşman ile anlaşıp, dostu vurmak, kardeşi deşmek ne demek?..

Ne uğruna?

Yukarıda misallerini verdiğimiz Medine… Evs ve Hazrec adlı, yıllardır birbiriyle savaşan iki kabîleden oluşuyordu. Şehirdeki Yahudi kabîleleri de bu düşmanlığı ustaca körüklüyor, kendileri sayıca az oldukları hâlde, böylece Medine’nin ekonomik ve siyasî gücünü ellerinde tutuyorlardı.

Ne kadar tanıdık geliyor, değil mi?

Evs ve Hazrec, İslâm ile ensar oldu. Zaman içinde geçmiş acıları kaşıyan, tazelemek isteyenler oldu. Fakat Peygamber Efendimiz’in yerinde müdahaleleriyle bu fitneye izin verilmedi.

Sadece Medine mi? Bütün Arabistan bölük pörçüktü, fakat İslâm’ın kardeşliğiyle, koskoca bir aile oldu. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bünyân-ı marsûs oldu:

“Allah, kendi yolunda bünyân-ı marsûs gibi yani kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (es-Saff, 4)

Anadolu da geçmişte yaşadı bu parçalanmışlığı… Sonra İslâm sancaktarı Osmanlı etrafında yine kuruldu o bünyân-ı marsûs…

Bizim aslımız bu…

Düşmanlarımızın çirkin niyet ve gayretlerine âlet olmadan, kurdukları tuzaklarına düşmeden, aslımıza ve İslâm kardeşliği rûhumuza yeniden kavuşmalıyız.

İnsan, kan bağı kardeşini seçemez. Ailesini, milletini, doğduğu şartları kendisi belirleyemez. Derisinin rengini hiç kimse kendi boyamamıştır! Fakat ne tuhaftır ki, bu gibi Allâh’ın imtihan diye verdiği özellikleriyle başkasına üstünlük taslar.

Dînimiz bu kibirlenmeyi kökünden kaldırdı:

Rabbimiz hükmetti:

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabîlelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” (el-Hucurât, 13)

Peygamberimiz buyurdu:

“Hepiniz Âdem’in evlâtlarısınız… Âdem de topraktandır…

Müslümanlar kardeştirler, Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın Arap’a üstünlüğü yoktur. Beyaz tenlinin, siyah tenliye, siyah tenlinin, beyaz tenliye üstünlüğü yoktur! Takvâ dışında hiçbir üstünlük ölçüsü yoktur.”

Peygamberimiz; bununla îman ve ideal birliği içinde kardeş olan müslümanların birbirinden üstün olmadığını, zenginle fakir, efendiyle köle arasında takvâdan başka bir farkın bulunmadığını ilân ediyordu.

İnsan; kan kardeşini, ırkını, milletini belirleyemez. Fakat din kardeşliği ihtiyârî bir kardeşliktir. Dindarlıkla tesis olur ve dinde derinleşme, takvâda mesafe almakla artar.

Allah ve Rasûlü; müslümanların kardeşlik esaslarını böylece ilân etti. Böylece dünya tarihinde gerçek kardeşliğin tohumu; Mekke Vadisi’nde tevhid inancının fışkırıp dal budak saldığı Kâbe-i Muazzama civarında atılmış oldu. Burada yeşeren fidanlar Medine-i Münevvere’de İslâm uhuvvet bahçesinde neşv ü nemâ bulmuş ve oradan da dünyanın dört bucağına yayılmıştır.

Elbette, bir anda bütün eski alışkanlıkları yıkmak mümkün değildi. Arada eskinin ârızaları meydana gelebiliyordu.

Ebû Zer el-Gıfârî -radıyallâhu anh- Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- ile bir hususta münakaşa ederken, her nasılsa bir gaflette bulunarak, onu;

“Habeşli siyah bir kadının oğlu!” diyerek kınamıştı. Bilâl-i Habeşî Hazretleri bu duruma çok üzülmüştü. Bu hâdiseyi Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından öğrenince, Ebû Zerr’in İslâm kardeşliğinin ruh ve mânâsına sığmayan bu davranışını hoş karşılamamış ve şöyle buyurmuştu:

“Sende hâlâ câhiliyye kalıntısı var!”

Peygamber Efendimiz’in, İslâm kardeşliğini zedeleyen bu tür söz ve davranışlara karşı asla müsamaha etmediğini, iki müslüman arasında meydana gelen kırgınlığı hızlı bir şekilde el koyarak ortadan kaldırdığını görüyoruz. Çünkü müslümanlar, kardeş sevgisinin sıcaklığı içinde bulunduğu nisbette huzurlu olurlar.

Bu sağlam bağlarla yetişen sahâbîler, ilerleyen yıllarda ağır imtihanlar karşısında çözülmediler:

Tarihten bir misal:

Halîfe Hazret-i Ömer ordu komutanı olan Hâlid bin Velid’i komutanlıktan azledip, yerine Ebû Ubeyde bin Cerrah’ı getirmişti. -radıyallâhu anhüm ecmaîn- Bunu fırsat bilen ve ordu arasına sızmış bulunan münafıklar, bu vazife değişikliğinin ortaya çıkarabileceği hoşnutsuzluk ortamından yararlanmak istediler. Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-’a giderek, o güne kadar kazandığı zaferleri sayarak, fetihlerdeki katkısını öne çıkararak bu emre itaat edip etmeyeceğini sordular. Maksatları, o büyük zâtı tahrik ederek, emre itaatsizlik etmesini, İslâm ordusunun çatallanmasını sağlamaktı.

Allâh’ın kılıcı olan o büyük sahâbî, İslâm kardeşliğinin bozulmasına, birlik ve beraberliğin sarsılmasına teşebbüs eden bu münafıklara, tarihî bir ders mahiyetinde şu cevabı vermiştir:

“Bugüne kadar bir kumandan olarak müslüman kardeşlerimle birlikte Allâh’ın rızâsı, İslâmiyet’in yükselmesi için nasıl canla başla savaştımsa; bundan böyle de aynı îman ve anlayış içinde bir nefer olarak savaşacağım. Halîfemin emrini duydum ve gönülden itaat ediyorum!”

Zira İslâm’ın feyiz pınarından kana kana içen bu bahtiyarlar, İslâm kardeşliği harcının tam dozunda bulunduğu ve bu ârızasız kullanıldığı müddetçe îman kalesinin mutlaka yükseleceğini, inanmayanların gıpta nazarlarını kendine döndüreceğini çok iyi biliyorlardı.

Bu konuda Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Mü’min, mü’min kardeşi için bir binanın tuğlaları gibidir. Bazısı bazısını bağlayıp sağlamlaştırır.”

Sahâbe bu şuurla, İslâm’ın ve müslümanların Çin Seddi’nden Atlas Okyanusu’na kadar geniş bir coğrafyaya hâkim hâle gelmesini sağladı. Fakat yeni müslümanların bir kısmı bu şuurla hareket edemeyince, Hazret-i Osman’ın hilâfetinin ortalarından itibaren fitne hâdiseleri olarak bilinen talihsizlikler yaşandı.

O günden beri, kardeşlik yaşanırsa bereket oldu. Kardeşlikten taviz verilirse hezimet oldu.

Kardeşlik duygularının en iyi hissedildiği zamanlar, bayramlardır…

Yardımlaşma ve dayanışmanın zirveye çıktığı, birlik ve beraberlik duygularımızın kardeşlik anlayışı içerisinde coştuğu, yeryüzündeki yaşayan ve sıkıntılı din kardeşlerimizin daha çok hatırlandığı, bir kurban bayramı daha bizi bereketli bir bulut gibi gölgelemekte…

Birimizin derdi, hepimizin derdidir anlayışı içerisinde, darda olan din kardeşlerimize yardım ellerimizi mutlaka uzatmalıyız. Bayramda; «O kardeşlerimizin sıkıntılarını nasıl hafifletiriz» diye düşünmeli, yüce fedakârlık duygularımızı artırarak ortaya koymalıyız.

Yılda sadece bir defa Kurban Bayramı’nda evine et giren, o günü de dört gözle bekleyen insanların olduğu bir dünyada, çok düşünmeli ve çok fedâkârlıkta bulunmalıyız.

İmkân sahipleri; hem yurt içindeki hayır müesseselerini gözetmeli, hem de nafile olarak yurt dışına da imdat elini uzatmalı… İnsanımız, fıkhın asgarî ölçüleriyle; «Bana kurban düşer mi?» diye düşünüp cimriliğe düşmemeli, en azından küçük imkânlarla dahî yurt dışında kesilebilen kurbanları ganîmet bilerek, kurban coşkusunu paylaşmalı…

Cenâb-ı Hak; tüm müslümanlara yardım eyleyip ihsan buyursun.

Kurban Bayramı’mızı hayırların fethine, şerlerin def’ine vesile eylesin.

Âmîn…