Geçinmenin Yolu SEN BİLİRSİN!
Hepimiz Âdem Babamız ile Havvâ Annemiz’in evlâtlarıyız.
İlk insanlardan beri, insanlık karı-koca olarak geçinme meselesiyle karşı karşıya…
İnsan sever de evlenir; aile yuvası, muhabbet mekânıdır.
Allâh’ın emri, Peygamber’in sünnetidir.
Evlenme iki türlü oluyor:
Biri tanışarak, anlaşarak… İkincisi görücü usulü ile…
İkisi de düğünlü, bayramlı.
Birçok sevenlerin, dostların huzurunda nikâh masasına oturuluyor. Nikâh memuru soruyor:
“Kanunen, sıhhî durumunuz evlenmeye müsait olarak, hiç kimsenin tesiri olmaksızın, kendi isteğinizle filân oğlu filân veya filân kızı filân ile evlenmek istiyor musunuz?”
Bir iştahla; «Evet!» diyoruz, kabul ediyoruz.
“Allah mesut ve bahtiyar etsin. Bir yastıkta kocatsın.” diye duâ ediliyor.
«Evet!» deyip evlenmek, bir birleşimi, bir mes’ûliyeti de beraberinde getiriyor. Mukaddes bir ortaklık kuruluyor. Varlıkta ve yoklukta, sıkıntıda zorluklara beraber katlanmaya söz veriliyor.
Evlilikte, karşılıklı sevgi, saygı, mes’ûliyet, fedâkârlık ve hoşgörü bizim şiârımız olmalıdır.
Mevlâ’m, kadını erkeğe, erkeği de kadına emânet etmiştir. Emânete ihânet, münafıklık alâmetlerindendir.
Evlilikte;
Bencillik yoktur, tevâzu vardır.
“Ben bilirim!” yoktur, “Sen bilirsin…” vardır.
Zorbalık, zalimlik yoktur, merhamet ve fedâkârlık vardır. İnat ve öfke yoktur, sabır vardır, sevgi vardır, tatlı dil ve güler yüz vardır.
Bu esaslarla hareket edilirse, fıstık kabuğunu doldurmayacak hâdiseler büyütülmez, kavgaya dönüşmez. Böyle mukaddes bir ortaklıkta, büyük veya küçük hiçbir meselede hemen ayrılık hesapları yapılmaz. Zamanımızda sıradan hâdiseler ve basit sebepler yüzünden, hattâ bir hiç uğruna ayrılmalar o kadar çok ki, üzülmemek elde değil.
Bunun için, karı-koca sabırla, metânetle hareket edecek. Çünkü;
Evlilik, cicim aylarından ibaret değil ki… Bir ömür devam edecek. İçinde moral bozukluğunun, sinirin, rahatsızlığın, maddî-mânevî her türlü sıkıntıların da olduğu koca bir ömür…
Gün güne uymaz… Fikirler uyuşmaz, huylar barışmaz.
Fakat insan, geçinmenin yolunu bulmak mecburiyetinde…
Aksi hâlde;
Hayat bir çile…
Bu gerçeği idrak edenler, geçinmenin yolunu şöyle tarif etmişler:
Karı koca iyi geçinmek istiyorsa, biri deli olduğunda diğeri velî olacak…
Kadın, sinirlendi; delice işler yapıyor, aklı başında olmayan sözler sarf ediyorsa, adam evliyâ sabrı gösterecek, Hak dostları gibi tahammül ve hoşgörü sergileyecek…
Tersi olduğunda da hanım ona sevgi ve sabır gösterecek…
Sadece karı koca değil, bütün beşerî münasebetlerde ölçü aynı:
Baktın ki karşındakinin aklı kıt, sen aklını başına tık…
Baktın ki karşıdakinin aklı yok; akılsızca işler yapıyor, akılsızca lâflar söylüyor. Onu ikna etmek için, aklını vardırmak için, sen de onun gibi akılsızlık yapma. Muhatabın sinirlenmiş, sen o öfkeden kaynaklanan yanlışı, öfkeyle gideremezsin. Sükûnetle giderebilirsin.
Dînimizin tavsiyesi de bu:
Bir gün, Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh-; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile oturuyorlardı. Bir adam gelip, Hazret-i Ebûbekir’e kötü sözler söylemeye başladı. Allah Rasûlü de hayret ve tebessümle onları seyrediyordu. Adam biraz ileri gidince, Ebûbekir Efendimiz, onun sözlerinden bir kısmına karşılık verdi. Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- üzülerek oradan ayrıldı.
Hazret-i Ebûbekir de arkasından koşup yetişti;
“–Yâ Rasûlâllah! Adam bana kötü söylerken siz orada oturuyordunuz. Adama ben karşılık verince oradan ayrıldınız. Acaba hata mı eyledim, sebebini söyleyin de rahatlayayım.” dedi.
Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Sen, o adamın karşısında susarken, senin yerine ona bir melek karşılık veriyordu. Sen ona cevap vermeye başlayınca, araya şeytan girdi. Ben, ise şeytanla beraber bir arada bulunmam.”
O hâlde şeytanı işe bulaştırmamak için, melekler gibi sükûneti tercih etmeli.
Unutmamalı ki;
Beş kişiyle tartışılmaz:
1. Ana-baba ile…
2. Müşteri ile…
3. Âmirler ve hocalarla…
4. Cahiller ve akılsızlarla…
5. Tartışmayı sevenlerle…
En güzeli, sükûnettir. Tartışmaktan el çekmektir. Fırtınanın dinmesini beklemektir.
Ancak bu durum, insanın kendi şahsına karşı sergilenen davranışlar içindir. Eğer dîne, îmâna, hak ve hakikate karşı saygısızlık ve haddini bilmezlik yapılırsa o takdirde sükûnet asla doğru değildir.
Bir adamla hanımı kavga etmişler. Olacak şey ya ağız kavgasını biraz uzatmışlar. Nihayet adam demiş ki;
“–Böyle kavga kavga… Bu böyle devam edemez.”
“–Ne yapalım, çare ne?”
“–Sen kalk, babanın evine git!”
“–Peki, sen nereye gideceksin?”
“–Ben de kahveye giderim.”
Kadın durmuş düşünmüş, demiş ki:
“–Ben babamın evine gitmeyeyim.”
“–İyi öyleyse ben de kahveye gitmeyeyim.”
İkisi de yelkenlerini suya indirmişler. Kavga da bitmiş.
Öyle ya, karı kocanın hâlinden yine en iyi birbirleri anlar… Yine sığınacakları birbirleridir. O sebeple, uzatmamalı… Hoş görmeli, affetmeli…
Unutmamalı ki;
Evlilik, mukaddes bir ortaklıktır. Yüce Allah; «Dürüst ve uyumlu ortakların üçüncüsü Ben olurum.» buyuruyor. Allah bir ortaklığa dâhil olursa, onlarla beraber, onlara yâr ve yardımcı olursa; orada huzur ve bereket meydana gelir.
Ama bencillik, inat, ihânet ve benzeri kötü hâller araya girerse; o ortaklıktan Cenâb-ı Hak çekilir. Gönüllerde şeytanlar cirit atar. Neticede huzur diye bir şey kalmaz.
Öyleyse evliliklerde ve her türlü ortaklıklarda İslâm’ın kurallarına göre hareket etmemiz lâzım. Böyle yaparsak hem geçim olur, hem de bereket ve huzur olur. Atalarımız; «Dirlik nerede, birlik orada, birlik nerede devlet orada…» demişlerdir.
Bu mevzuda;
Herkes gibi bizim de başımızdan geçen şöyle bir hâdise hatırıma geldi:
Umredeyiz. Mekke’den Medine’ye hareket edeceğiz. Herkes otobüse binmiş, geç kalan birkaç kişiyi beklemekteyiz.
O sırada hanımın arkadaşlarından biri;
“–Hacı ağabeye söyle, hemen şuradan pişmiş tavuk alsın, yolda yeriz.” dedi. Ben de duydum fakat hanım yine de bana dönüp;
“–Hemen acele tavuk al, yolda yeriz.” dedi.
Ben de o an boş bulunup parladım:
“–Yolda yemek yemezseniz ölür müsünüz? O yağlı tavuğu yersen, elini nerede yıkayacaksın? Yiyecek olarak muz, ekmek aldım ya, yetmez mi? Sonra herkes otobüse binmiş, benim onca insanı bekletmem hiç olacak iş mi? Nasıl bunu benden istersin?”
Bu şekilde ben bağırdım, hanım sustu.
Otobüse bindik, yan yana gidiyoruz. İkimizden de ses yok. Yarım saat, bir saat geçti. Hanım kulağıma eğildi:
“–Sen bu isteğin benden olmadığını bilmiyor musun? Biliyorsun ki bana filân hanım söyledi. Ben de sana aktardım. Fakat buna rağmen bana bağırdın, kalbimi kırdın.”
Ben de şöyle cevap verdim:
“–Evet, onun sana söylediğini duydum. Senin istemeyeceğini de biliyorum. Fakat kızdım; yanımda anam yok, bacım yok, en nazımın geçtiği sen varsın. Bu yüzden ben de sana bağırdım, öfkemi dindirdim. Hakkını helâl et.”
Yüzü güldü:
“–Öyleyse zararı yok…” dedi.
Helâlleştik, her şey normale döndü.
Fakat tabiî ki;
Her zaman hanım veya erkek böyle anlayışlı olmaz. O zaman başka taktikler girer devreye…
Bizim Burhan Beyin taktikleri gibi…
Burhan BARLAS çok nüktedan, esprili bir insan…
Yaptığı esprilere bir örnek verelim:
Diyor ki:
“Bizim Antep’te bir âdet var: Sevdikleri insanlar öldüğünde, ahbapları evine yemek getirirler. Siz de bizi seviyorsunuz. Ben ölsem, bizim eve de yemek getirirsiniz. Fakat bizim hanımı bilirsiniz; aşırı titizdir, ölü çıkan evde durmaz. Hattâ ben bir ölü evine gitsem, dönüşte beni eve sokmaz. Ta kapıda soyar, beni banyoya tıkar. Bütün elbiselerimi değiştirtir. O elbiselerin hepsini suya basar. Beni eve öyle alır. Titizlik bu raddede olunca ben ölürsem o evde hiç durmaz. Eee siz de yemek getirirsiniz. Kapıyı çalarsınız, çalarsınız kimse yok;
«Burhan Abiye yemek getirdiydik kimse yok.» diye üzülürsünüz. Üzüleceğinize ben sağken getirin de, hem üzülmeyin, hem siz yiyin, hem de ben yiyeyim.”
Burhan Bey işte böyle, her şeyin mizahî tarafını bulur. Hanımı da söylediği gibi maalesef geçim tarafı zayıf, türlü hâlleri olan ve bilhassa eli sıkı bir kadıncağız…
Ailecek zenginler… Köyleri var. Zenginlik, mürüvvet göstermeyi icap ettirir. Burhan bey de cömert, eli açık bir insan… Fakat hanıma kabul ettiremiyor. Ne yapsın, alavere dalavere çeviriyor.
Köylerinden birinin halkı dert yanmış:
“–Yahu Burhan Abi, sen hacısın. Şu camimizin hâline bak. Olur hâli yok. Bunları biraz tamir ettir.”
Burhan Bey bize anlatıyor:
“Söylesem hanım hayatta kabul etmez. Para bende durmaz. Her şeyin hesabını sorar. Ne yapayım? Hac arkadaşlarımı; Hilmi AKINAL, İhsan DAİ, Tekin DAİ, Ali TOPÇUOĞLU ve Metin ÖZKARSLI’yı köye davet ettim. «Yemeklerinizi alın, her şeyinizi hazırlayın, gelin.» dedim.
Köye misafir çağırdım desem, hanım onu da kabul etmeyecek. Kabul etsin diye; «Yemeklerini alıp geliyorlar…» deyince;
«Öyleyse zararı yok.» dedi.
Köye yemekleriyle beraber geldiler. Aslında yemekleri ben yaptırdım. Maksat hanımı râzı etmek…
Öğle oldu. Beraber namaza camiye gittik. Daha önceden arkadaşlarla konuşup mahsus ayarladım. Camiye, daha girerken biriniz;
«–Caminizin tavanı çok kötü olmuş, bunu ben yaptırayım.» desin. Öteki;
«–Minaresini ben şöyle edeyim.» Diğeri;
«–Ben halısını değiştireyim.» desin.
Maksat, aynı yemekte olduğu gibi… Kendim yaptıracağım, fakat cesaretim yok. Kavga gürültü… Böyle bir plân hazırladım ki, hanım, başkası yaptırdı zannedecek…
Kurduğumuz gibi oynadık, misafirler biz yaptıralım dediler. Biz de;
“–Allah râzı olsun.” dedik. Hepsi hanımın yanında söylendi, duyuruldu. O da inandı.
Eee parayı nereden bulacağız?
Köyün mahsûlü olan susam geldi. 65’e sattık.
Hanım sordu:
«–Susamı kaça sattın?»
«–45’e sattım.»
«–Öyle mi?»
«–Evet.»
«–Pek düşükmüş?»
Şüphelendi… Çünkü ben 65’e satıp, ona 45 diyerek, aradaki farkla caminin ihtiyaçlarını ödedim.
Aradan biraz vakit geçti. Zalim, bizim susam sattığımız adamı aramış sormuş mu?..
«–Susam kaçtan gitti bu yıl?»
«–65’e gitti.»
«–Yahu bana 45 dedi.»
«–Valla bilmiyorum. Biz 65’e aldık.»
Bir hışımla bana geldi:
«–Sen ne yapıyorsun, kimi kandırıyorsun? Susamı 65’e satıyorsun. Bana 45 diyorsun.»
O zaman dedim ki:
«Eeeh, sen artık çok oldun! Bunu ben yapmıyorum, sen yaptırıyorsun. Bir yere para harcayacağım harcattırmıyorsun. Bana zorla yalan söylettiriyorsun. Zorla günaha sokuyorsun. ‘Şimdi de niye yaptın?’ diyorsun. Götürdüm birilerine mi verdim? Kötü kadınlarla mı harcadım? İçki mi içtim? Benim böyle şeyler yapmayacağımı sen de biliyorsun. Bu paraları nereye verdim? Camiye verdim, hayır-hasenâta verdim!..»
Ömrümde bir defa, hanımı böyle susturdum.”
Dünyada neler var!
Allah, kendi kendini bilmeze düşürmeye.
Bu hanım hakikaten çok müşkülpesent bir insan imiş.
Anlattılar:
Köyden kömür gelirmiş, kömürü yıkatmadan içeri koydurmazmış. Kömür yıkanır mı? Hanım isteyince yıkanır…
Evlilik yuvası; karşılıklı anlayış, sabır, tahammül ile huzur ve saâdet iklimi olur. Fahri SARRAFOĞLU Bey ziyaretimize gelmişti;
“–Her şeyi uyum içinde görüyorum. Herhâlde evde uyum içindesiniz…” dedi. Tam giderken ayakta kulağına eğildim;
“–Elhamdülillâh öyle…” dedim.
“–Pekâlâ bunu neye borçlusunuz? Bir-iki kelimeyle ifade edebilir misiniz?” dedi.
“–Sen bilirsin.” dedim.
“–Anlayamadım. Ben, aile saâdetinizi neye borçlusunuz diye sormuştum?”
“–Sen bunu sorduğun için haklısın. Ben de hep; «Sen bilirsin» sözünü kullandığım için haklıyım. Sen bana; «İki kelimeyle izah et.» demedin mi? İki kelimeyle izah ediyorum işte:
«Sen bilirsin!»”
«Sen bilirsin veya sen haklısın» demek, anlayış göstermektir. Hoş görmektir. Hürmettir, muhabbettir.
Bir atasözü var:
“Sen haklısın dersen, değirmende kavga olmaz.”
Ailelerimizin huzurlu birer cennet yuvası olması, nesillerimizi de sağlıklı, şahsiyetli yetiştirmemize vesile olur.
Dağılan, parçalanan yahut dağılmasa da huzursuz, saâdetsiz bir çile hayatının, kavganın, gürültünün mekânı olan yaralı yuvalardan ise, topluma cerahat gibi problemler akar. Huzursuzluk akar, suç akar, cinayet akar…
Son zamanlarda aile içi şiddetin artışına bir de bu yönden bakmak lâzım…
Karşılıklı anlayış, sevgi ve hoşgörü iklimini artırmamız lâzım.
Deliye karşı velî olmayı, öfkeye karşı sabrı, somurtmaya karşı neşeyi ihyâ etmemiz lâzım…
O zaman ferdiyle de, ailesiyle, karı ve kocasıyla, evlât ve torunlarıyla da bu toplum inşâallah bir huzur iklimi olur.
Niyaz edelim ki;
Allah, kendini bilmez, haddini bilmez, çekilmeyecek biri ile karşılaştırmasın. Böyle biriyle karşılaşınca da sabrederek ve tahammül göstererek imtihanı kazananlardan eylesin.
Âmîn…