BİLGİ, KORKU VE GÜVEN

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki Amerikalı psikolog, Allah Rasulü -aleyhissalâtü vesselâm-’ın;

“Cahil cesurdur.” hadîs-i şerîfini tasdik eden bir teori ortaya koydular:

“Cehâlet; gerçek bilginin aksine, ferdin kendine olan güvenini artırır.”

Bu iki psikolog, teorilerini desteklemek için Cornell Üniversitesindeki öğrenciler arasında bir test düzenledi. Testin sonuçları ve doğru cevapları açıklanmadan önce öğrencilere;

“–Testin nasıl geçti? Nasıl bir sonuç almayı umuyorsun?” sorusu yöneltildi.

Hayret edilecek bir şekilde;

“–İyi geçti. Yüzde altmışına doğru cevap verdiğimi düşünüyorum.” diyenlerin, aslında soruların yüzde onuna bile doğru cevap veremediği görüldü.

Buna mukabil, soruların yüzde doksanından fazlasını doğru cevaplayanlar ise çok daha alçak gönüllü sonuçlar bekliyorlar; soruların yüzde yetmişine doğru cevap verdiklerini düşünüyorlardı. Metin çözme, araç kullanma, tenis oynama gibi çeşitli alanlarda yapılan araştırmaların sonucunda da benzer sonuçlara ulaşıldı.

Bu gibi sonuçları bir araya getiren psikologlar; Dunning-Kruger Sendromu adını verdikleri problemi, Journal of Personality and Social Psychology’nin Aralık-99 sayısında yayımlanan makalelerinde şu şekilde teşhis ettiler:

Vasıfsız insanlar ne ölçüde nâkıs olduklarını fark etmekten de âcizdirler. Psikologlar bu duruma; «auto-evaluation» yani «kendini doğru bir şekilde değerlendirme» konusunda şuursuzluk diyorlar. Yani bizim tabirimizle, haddini bilmezlik…

Üstün vasıflardan mahrum bu kişiler, sahip oldukları özelliklerini abartma eğilimine sahiptirler. Yani kişinin yetersizlik kusuruyla ve yetersizliğini bilmezlik kusuru birleşince, eksi vasıflar tuhaf bir şekilde artıya dönüşüyor. Kişinin hak etmediği makamlara talip olması, hakkından gelemeyeceği vazifeleri yüklenmesi şeklinde sonuçlar doğuruyor.

Meselenin bir başka yönü de şu: Bu kişiler üstün vasıflara sahip kişilerin üstünlüğünü görüp anlamaktan da âciz oldukları için, gerçekten bilgili ve yetenekli olduğu hâlde; «fazla alçak gönüllü» davrananların kıymetini hiçbir zaman takdir edemiyorlar. Hattâ hakkı olduğu hâlde görevlere talip olmayanları «ihtiras eksikliği» ile suçlayabiliyorlar. Eğer bir de üst makamlardakiler de kendileri gibi kifâyetsiz muhterislerden oluşuyorsa, yetenekli ve donanımlılar her zaman gölgede kalabiliyor.

Dikkat çekici bir nokta da şu:

Bu kişilerin bilgi ve tecrübeleri belli bir eğitimle artırılırsa, kendi noksanlıklarının farkına varmaya başlayıp; önceki abartılı özgüvenlerini yitirebiliyorlar. Meselâ kendisini çok iyi konuşmacı zanneden ama yalan yanlış malûmatları aktarmak, boş gevezelik yapmak ve bu arada bol bol pot kırmaktan başka bir mârifeti olmayan bir adamı; konuştuğu o mevzu hakkındaki hakikî ilimle karşılaştırsanız o hatalı ve boş konuşmaları yapma cesaretini kaybedecektir. Bunu birçok sahaya uygulamak da mümkündür.

Bu netice, eğitimin aslında özgüven artırıcı bir donanım değil; daha çok, kişinin haddini bilmesini sağlayan bir tecrübe ve imtihan meydanı olduğuna da dikkat çekiyor.

Cahil cüretkârlığıyla bir işe balıklama atlayan bir insan; o işin doğru şekilde yapılma usulünü ve inceliklerini öğrenince, o ilk cesaretini yitirecektir. Bu işi doğru bir şekilde yapmak için epey bir eğitim alması gerektiğini fark edip belki de ürkecektir. Ancak cesareti kırılmaz, aksine;

“Ben bu işin gereğini hakkıyla öğrenip, doğru şekilde yapacağım.” derse, çok çalışıp başarılı olabilir. O zaman da hakkı olan makamı, liyakatiyle elde eder.

Hiç şüphesiz kişinin;

«Çalışırsam öğrenebilirim, yapabilirim.» diyebilmesi de cesarettir ama müsbet bir cesarettir. Cahil cüretkârlığı gibi kof bir ataklık değildir.

Demek ki eğitim, cüretkârlığı bir ölçüde dizginleyen, ama öte yandan da faydalı hâle getiren bir tesirdir.

Bunun bir misalini de Allah Zü’l-Celâl’i bilmek ve tanımak için söyleyebiliriz.

Fâtır Sûresi 28. âyette;

“Kulları içinden ancak bilenler, Allâh’a karşı haşyet duyar.” buyurulur.

Bu âyet-i kerîme İslâm medeniyetinin ilme bakışını çok özlü ve güzel bir şekilde yansıtmanın yanında; ilmin, mârifet ve hikmetle olan sıkı irtibatına da işaret etmesi bakımından da çok mânâlıdır.

Evet, hakikî ilim, yani bilmek; mârifete yani tanımaya, anlamaya, hakkını takdir etmeye vesiledir. Tanımak ise hikmetli davranmaya, yani tanımanın ve hakkını takdir etmenin gereğini yapmaya sevk etmelidir. Bu durumda Cenâb-ı Hakk’ı bilenler, bilmenin gereği olan haşyeti duyacak, korkacak ve çekineceklerdir.

Hâlbuki Allah Teâlâ’yı bilmekten mahrum olanlar, cahilce bir cesaret ile O’nun hakkında türlü türlü zanlarda bulunur. Hattâ O’nun hakkında uydurma ve iftiraları dillendirmekten geri durmazlar. Yahut bilgisizlikleri sebebiyle Cenâb-ı Hakk’ı kendi nefislerinin vehmettiği şekilde tasavvur ederler ve bu yüzden de hadlerini aşmaktan çekinmezler. Hıristiyanların durumu buna tam bir örnektir. Onlar Hak Teâlâ’nın gönderdiği ilme sırtlarını çevirip cahilî mitolojilerin tesiriyle meydana getirdikleri tasavvurlarla sahte bir inanç icat ederler. Bu inançlarının tesiriyle Allah Zü’l-Celâl Hazretleri’ni -hâşâ- kullarını bağışlamaya mecbur, bu uğurda oğlunu kurban vermiş, zavallı, ihtiyar bir baba gibi düşündüklerinden O’ndan korkmaz, her türlü zulüm ve günaha dalarlar. Üstelik böyle zavallı bir ilâh tasavvuru, gönüllerinde bir haşyet meydana getirmediğinden; dîni ciddiye almaz, semboller ve merasimlerden ibaret bir kültür kalıntısı olarak görürler.

Buna mukabil, Cenâb-ı Hakk’ı hem indirdiği âyetler sayesinde ilmen hem de O’nunla kuvvetli bir kulluk münasebetinde bulunmak sayesinde mârifeten tanıyıp bilenler; O’na karşı nasıl bir haşyet duyulması gerektiğini çok iyi bilirler. Onlar bu şuurla her türlü hareketlerinde çekingen davranır, Rabbü’l-Âlemîn’in emâneti olan yeryüzü halkına karşı mes’ûliyet duygusuyla muamele ederler.

İşte; “Allah’tan, ancak bilenler haşyet duyar.” âyetinin inceliklerinden biri de bu olsa gerektir. Bu şekilde anladığımız takdirde bilmenin cesaret ve girişkenlik sebebi değil, mes’ûliyet, takvâ (çekingenlik) ve tedbirlilik sebebi olacağı anlaşılmaktadır.

Bu anlayış batının; «Bilgi güçtür.» anlayışının neredeyse tam zıddı bir anlayıştır. Batının anladığı mânâdaki bilgi, dünyevî-pragmatik bilgidir; teknik geliştirmeye yaradığı için güç elde etmeyi ve gücün kaynaklarını kontrol etmeyi mümkün kılar. Ama bu çeşit bilgi; «o gücün emânet olduğu, hesabının sorulacağı, yerli yerince kullanılmadığı takdirde azap vesilesi olacağı bilgisi»yle birleşmediği zaman, yarım bir bilgi olur ve cahilî bir anlayışla değerlendirilir. Tıpkı bugün olduğu gibi…

Genellikle cahil kelimesinin karşılığının bilgisiz olduğu düşünüldüğü için; «bilgi sahibinin cahilî olanı olur mu?» şeklinde bir soru akla gelebilir.

Aslında cahil; ümmî, yani okuma yazma bilmeyen, tahsilsiz demek değildir.

Aksine öyle ümmîler vardır ki tahsil ile çarpıtılmış kalplerden çok daha arı durudur ve ledünnî ilimle pırıl pırıl yanan bir kandil gibi âlemi aydınlatmaktadır.

Buna mukabil, ideolojik tahsillerle çarpıtılmış öyle zihinler vardır ki bilgisiz birinin verebileceği zararın binlerce katını verir kendine ve insanlığa… Bu çeşit cahiller, bilmediğini de bilmeyen katmerli cahillerdir.

Bugün eğitim sisteminin tek kanatlı olup, öğrenciyi becerilerle donatması ama kendini bilmeyi, yani yaratılış gayesini, sonunu ve haddini-hududunu bilmeyi sağlamaması işte bu çeşit katmerli cahillerin ortaya çıkıp aşırı bir özgüvenle dünyayı parsellemesine sebep olmaktadır. Dünyevî bakımdan bir başarı ve ilerleme gibi görülen bu durum, aslında cahilî bir cesaretin, acı sonuçları ilk anda fark edilemeyen aldatıcı manzarasıdır.

Eğitimin felsefesini, gayesini ve ürünlerini değerlendirirken, bu eğitim sisteminde yetişenlerin dünyayı nereye götürdüğüne dikkat edip bir kez daha düşünmekte fayda var.