İslâm’ın Altıncı Şartı: HADDİNİ BİLMEK

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Bir hocaefendiye sormuşlar:

“–İslâm’ın şartı kaç hocam?”

“–Altı!” demiş.

“–Hayır hocam, beş tane; kelime-i şahâdet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, bir de hacca gitmek…”

“–Eksik biliyorsunuz.” demiş hoca; “Altıncısı da var. İslâm’ın altıncı şartı; haddini bilmektir!”

İslâm’ın beş şartı, İslâm binasının ana temelleri. Müslümanın tek vazifeleri bunlar değil. Daha birçok farzlar, vâcibler var. Meselâ anne-babaya iyilik bu beş şart içinde yer almıyor, fakat Müslümanlığın gereği…

İşte hocaefendi, bir müslümanın bütün vazifelerini içine alsın diye; bir altıncı madde ilâve edivermiş:

Haddini bilmek…

Evlât haddini bilirse, anne-babasına iyilik hâlinde olur…

Komşu haddini bilirse, komşusunu üzmez…

Tüccar haddini bilirse, işini iyi yapar, kimseye zarar vermez…

Öğrenci haddini bilirse, öğretmenine vefâlı olur, öğrendikleriyle amel eder vs…

Kişi, haddini bilirse, yalan söylemez…

Âlim haddini bilirse, tahsil ettiği ilmi yaşar, tecrübesini artırır…

Haddini bilmek çok mühim…

Fakat insanın haddini bilebilmesi için kendini bilmesi lâzım. Kendini tanıması lâzım…

“Nefsini bilen Rabbini bilir.” denilmiş. Rabbimiz’i tanımamızın yolu da kendimizi tanımaktan geçiyor.

Cümle Hak dostları gibi Hacı Bayrâm-ı Velî de bir ilâhîsinde;

“Sen seni bil sen seni…” demiş.

Halk arasında bu söz şöyle deyimleşmiş:

Sen seni bil sen seni,

Sen kendini bilmezsen,

Patlatırlar enseni!..

İlmin, okumanın ve tahsilin asıl gayesinin de insanın kendini tanıması ve haddini bilmesi olduğunu Yûnus Emre de ne güzel ifade eder:

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır…

Peki insan kendisini nasıl tanıyacak, nasıl değerlendirecek?

İnsan, kendi yüzünü vasıtasız görebilir mi?

Hayır.

Ancak, ayna vb. yansıtıcı bir satıhtan kendi yüzünü görebilir. Yüzü temiz mi, kirli mi, beti benzi atmış mı atmamış mı, ancak bir aynadan görüp de hükmedebilir.

Kişinin kendisini tanıması da böyle…

İnsan; çevresi, dostları, yakınları aynasında kendisini görür. Bu sebeple insanın çevresi aldatıcı olmamalı.

Dînimizde insanı yüzüne karşı övmek bunun için sakıncalı. Kişi bu övgülere aldanarak, kendini olduğundan büyük, iyi, sağlam, bilgili vs. zannetmemeli. Âmiyâne tabirle, gaza gelmemeli.

Bunun için de, tevâzu esas kılınmış. Kim yüzüne karşı seni ne kadar överse övsün, sen kendini bileceksin. Kendin ile ilgili, ölçülerini, had ve hudutlarını iyi tayin edeceksin. Dolduruşa gelmeyeceksin.

Kendinin bir hiç olduğunu bileceksin. Sendeki hünerin, kabiliyetin Allah vergisi olduğunu hiç unutmayacaksın. Duâlarımızda;

“Yâ Rabbi, bizleri; kendini başkalarından üstün gören kullarından eyleme!” diyoruz. Kendini başkalarından üstün görünce, haddini aşmışsın demektir.

“Ben hakikaten bilgili, kabiliyetli, yüksek meziyetli olmasam, beni niye övsünler ki!” demeyeceksin. Çünkü türlü menfaat ve hesaplarla insanı dolduruşa getiren ve haddini aşacak, haddini bilmeyecek davranışlara sevk eden insanlar az değildir.

Almanya’daki bacanağımdan dinlemiştim:

Gurbetçi Türk işçilerinden biri ile şefi arasında geçen bir hâdise…

Şef;

“–Oğlum, şunu şunu getir.”

İşçi getirmiş.

“–Oğlum, şunu şunu götür.”

Götürmüş.

“–Bunu yanlış getirmişsin. Bunu götür de şunu getir. Bu da olmamış, öbürünü getir…” deyince, bizim işçinin sigortaları atmış, şefe bağırmış, çağırmış:

“–Sen bizimle oyun mu oynuyorsun, ne hakla bize zulmediyorsun? Hiç düşünmüyorsun. Getir, getir; götür, götür… Nasıl olsa taşıyacak adamı buldun… Buyuran yorulmaz tabiî…”

Şef hiçbir şey dememiş, susmuş. İş bitince demiş ki:

“–Anladığım kadarıyla sen biraz yorulmuşsun. Kızmanın sebebi o. Epeyi zamandan beri burada çalışıyorsun. Ben üstlerime söyleyeyim de seni şef yapsınlar. Hem üç-beş kuruş paran artar, hem de rahat edersin. Hem benim gibi emredersin.” demiş.

İşçi şaşırmış;

“–Olur.” demiş.

Şef, sözünü tutmuş; sözü referans olacak da bir adammış; gitmiş üstlerine söylemiş, o işçiyi şef yapmışlar.

Diğer işçiler demişler ki:

“–Adam, sana bağırdı çağırdı. Âdeta hakaret etti. Sen bunlara karşılık ona iyilik yaptın. Biz sustuk, yanlış mı yaptık, biz de mi bağırsaydık?!. Bu nasıl iş?!”

Şef, bıyık altından gülmüş:

“–Siz ona iyilik yaptığımı mı zannediyorsunuz? Öyle sanın bakalım. Ben ona dünyanın en büyük kötülüğünü yaptım. O da farkında değil, siz de farkında değilsiniz.”

“–Allah Allah! Ne kötülük yapmışsın? Adamın şef olmasına vesile oldun.”

“–Ben onu hak etmediği hâlde şef yaptım. Şimdi bir müddet şeflik yapar. Fakat hak etmediği, bu noktada ehil olmadığı için, işini tam yapamayacak. Fazla sürmez onu işten çıkarırlar. İşten çıkardıkları zaman, ben nasıl olsa işçiydim, dönüp eski hâlimle devam edeyim diyemez. Ben şef oldum, diye şeflik arar. Şeflikte de iş bulamaz. Aylarca boş gezer. Birikmiş parasından yer. Bundan daha büyük zarar olmaz.”

Evet, şef aslında karşısındaki idare edilmeye hazımsız, sabırsız ve ağzı kalabalık adamdan uzun vâdeli bir intikam almış.

Aynen plânladığı gibi gerçekleşmiştir. Çünkü hayatta bu manzaralara çok rastlıyoruz. Hak edilmeden ulaşılan mevkiler, pozisyonlar daima problem olmuştur. Piyango gibi sürpriz servetler, geldikleri hızda eriyip gitmiştir.

İnsan ne kadar hızlı yükselirse, düşüşü o kadar sert ve can yakıcı olur.

Bir şair;

Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz!

demiş. Hakikaten insan nerede ne eksiği olduğunu iyi bilmeli ki, oradan başına bir belâ açılmasın.

İnsanlar kendilerini üstün kabiliyetli görmeye başlayınca, işsiz ve kazançsız kalmaya başlarlar. Önceki kazançlarına dönmeyi zül addederler. Hâlbuki, yükselmek basamak basamak olmalıdır. Birilerinin arka çıkmasıyla, iltimâsıyla, yardımıyla yüksek bir yerlere gelenler, kolay kolay orada tutunamazlar.

Çünkü yüksek bir noktaya çıkmak, ayrı bir hünerdir; orada tutunabilmek ayrı bir hüner…

Kendimiz de bu gurbetçi misaline benzer bir hâtıra yaşadık.

Bir personel aldık. Adam;

“–Ben, çalıştığım yerde şeflik yapıyordum.” dedi.

“–İyi, buyur.” dedik.

Bizim firmamızda da yöneticilik yapacak.

Aslında boş bir adam da değildi. Fakat henüz tam olarak, şeflik yapacak, bir müesseseyi çekip çevirecek bilgi ve tecrübeye sahip değildi.

Nitekim daha üç hafta geçmemişti ki, arkadaşlar;

“–Sen bize yaramazsın, kusura bakma!” deyip işten çıkardılar.

Aslında kendisine daha uygun bir mevkide, iş görür bir kişiydi. Müdürlük arayışı sebebiyle işsiz kaldı.

Bir kişi müdürlük arayınca, kimse ona;

“–Sen bu işte yaramıyorsun. Şu işte çalış!” demez. Onu kendisi idrak etsin isterler. Haddini kendisi bilsin isterler.

Orada ancak, hakikî bir dost; adamın koltuğuna girip, gerçekleri söyleyebilmeli. O da çok zor…

“Ben, şu oldum.” diye meydana çıkarsan, hiçbir şey yapamazsın.

İnsanlar, kendilerini görebilse; kendilerini okuyabilse mesele bitecek.

Meşhur bir fıkradır:

Karadenizlinin birisi trafikte ters yola girmiş. Farkına da varamamış, gidiyor! Trafik, kameralardan derhâl durumu tespit etmiş. Radyodan ilân etmeye başlamış:

“–Bütün ekiplerin dikkatine! Bütün araçların dikkatine! Bir araba ters yola girdi!”

Karadenizli, bu anonstan da payını alamamış. Yorumu şöyle olmuş:

“Ne birisi, hepisi hepisi!..”

İnsan da böyle…

Bütün işaretler, kendisinin hatalı olduğunu söylese de, bütün neticeler aramakta ısrar ve inat ettiği işe ehil olmadığını gösterse de, gerçeği göremeyebiliyor. “Herkes hatalı, ben doğruyum!” diyebiliyor.

Böyleleri ekseriyetle, hayatı bir kumar olarak görüyorlar. Gerçeklerle değil, hayallerle hareket ediyorlar. İş hayatının, ticaretin, şefliğin, yöneticiliğin de aynı fizik âlemin kuralları gibi, kaideleri olduğunu kabul etmiyorlar.

Bu hâlleriyle âdeta su elli derecede kaynasın diye bekliyorlar. Kaynamıyor diye suyu suçluyorlar. Bardağı suçluyorlar.

Burada insandaki itiraz mekanizması karşımıza çıkıyor.

Nefs…

Nefsin itirazları aslında kendi aleyhine…

Fazla kiloları artık hastalık hâline gelmiş insanlar var. Bütün dünyada obezite diye, oburlukla, fazla kiloyla mücadele artık devlet politikaları içine girdi.

Nedir temel problem?

Aklın, rûhun, tabiplerin, diyetisyenlerin, doğru sözlü herkesin; «Yeme!» ikazına rağmen, nefsin; «Ye!» çağrısına kulak vermek…

Adam, doktorundan saklı yiyor. Hanımından saklı yiyor. Yahu; «Yeme!» diyenlerin sana bir garezi yok. Aksine, senin hayatın, senin sıhhatin için; «Yeme!» diyorlar. Fakat yaklaşım aynı:

“Nasıl olsa bir şey olmaz!..”

“Bunu da yesem kâr!..”

“Yiyen de ölüyor, yemeyen de ölüyor!..”

İş hayatında; insan haddini, kabiliyetlerini, gücünü, kredisini tüm gerçekliğiyle bilecek. İşin içine hayal katmadan bilecek ki, başarılı hesaplar yapabilsin. Hesapları Bağdat’tan dönmesin.

Perhizde de insan, zorlamayla, doktor atlatmayla, hanımdan gizlemeyle değil, inanarak, iradeyle, azimle, gönüllü bir şekilde diyet yapacak ki, kilo verebilsin, başarılı olabilsin.

İş, nefsin kendi aleyhine olan o telkinlerini duymamak… Onlara kulak tıkayabilmek…

Yeme-içme işinde hastalık, ölüm hemen gelmiyor da, insan uzak görüyor. Fakat şiddetli soğukta donmak üzere olan insana da nefsi; «Uyu!» diyor. Hâlbuki uyusa ölecek…

“–Aman uyuma!” diyorlar. Sanki adama hakaret etmişler gibi geliyor.

“–Ölürsem öleyim, uyumak istiyorum!” diyor.

Öyle ki mecbur kalıyorlar, bu durumdaki kişileri tokatlıyorlar, çimdikliyorlar uyutmuyorlar.

Usûlü o.

Biz askerde böyle donmaya yakın bir soğuk yaşadık.

Ankara’nın kuru, şiddetli soğuğu. Kimse eğitime çıkmadı. Biz talimgâh bölüğü olduğumuz için bizi eğitime çıkardılar.

Başımızda gürbüz bir subay var. 95-100 kilo, babayiğit birisi. Sabahtan güzelce yağlı çorbasını da içmiş, üşümüyor. Biz ise yağsız, tanesiz sudan ibaret bir çorba içmişiz. Tir tir titriyoruz. Atlarımızın üzerindeyiz. Donuyoruz fakat; «Üşüyoruz!» diyemiyoruz.

Nihayet birisi hâlimize tercüman oldu!

Fakat nasıl?

Durduğu yerde attan düşerek.

Ancak o zaman çok üşüdüğümüzü anladılar da eğitimi tatil ettiler.

Bizi hemen sıcak bir yere almadılar. Atların olduğu tavlaya getirdiler. Tavla çok sıcak bir yer değil. Orta hâlli bir sıcaklığı var. Hayvanların nefesiyle ısınan kapalı bir yerden ibaret. Orada yavaş yavaş ısınmaya başlayınca, her tarafımız ağrımaya başladı. Bütün damarlarımız yol yol ağrıyor. 15-20 dakika sürdü bu alışma… Direk sıcak bir yere girsek hiç dayanamazmışız.

Bize bıraksalar hemen sıcacık bir yere girmeye can atardık.

Çünkü bilmiyoruz. Vücudumuzun haddini, ihtiyaçlarını da bilmiyoruz.

Bilmeyen, bilene kulak vermeli…

Tevâzu ile… Sabır ile…

Bilmeli ki:

“Kim tevâzu gösterirse, Allah onu yüceltir.” (Hadîs-i şerif)