VAHYİN YILDÖNÜMÜ

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Ramazan ayı, ilâhî vahyin en yüksek tezâhürünün insanoğluna yeniden rehberlik etmeye başlamasının yıldönümü… Daha önce gönderilen vahiylere sırt çevrilmesine; hattâ Allâh’ın peygamberlerini katletmek gibi korkunç nankörlüğe rağmen, insanoğluna uzatılmış son bir yardım elinin… Oyun ve merasim hâline getirilmiş, kula kulluğa âlet edilmiş, masal ve hurâfe yığınına dönüşmüş inanç kalıntılarını süpürerek, insanoğlunu Mevlâ’sına kavuşturan yolu yeniden açan son davetin sene-i devriyesi… İnsana, başıboşluğun sarhoşluğu içinde kaybolup gitmesin diye yapılan son bir seslenişin yıldönümüdür Ramazan…

Ramazan; vahiy nûrunun yolumuzu aydınlatmasının yıldönümü ve biz de onun nûru her zerremize işlesin diye varlığımızı maddî gıdaların tıkanıklığından biraz olsun kurtarmaya çalışıyoruz.

Ramazan, vahiy seslenişinin yıldönümü ve biz o sadânın iç âlemimizde lâyık-ı veçhile yankılanabilmesi için iç kalabalığımızdan biraz olsun arınmaya çalışıyoruz.

Ramazan; bize bu dünyadaki sahte başıboşluğumuza aldanıp, gerçek değerimizi unutmamamız için yapılan çağrının yıldönümü ve biz de o ayda bize yakışan terbiyeyi kazanmak için biraz olsun alıştırma yapıyoruz.

Evet, vahiy olmasa insanoğlu kendini; şu dünyada gayesiz, vazifesiz, canı istediği gibi yaşayıp gidebilecek ama sonunda da hiçbir ümidi olmayan değersiz bir canlı zannedebilirdi. Ama vahiy bize sahte özgürlük vehminden ayılmayı hatırlattı.

Bir mütefekkirin dediği gibi;

“Havaya atılan bir taşın, insanınkine benzer bir benlik şuuru olsa o da kendisini özgür zannedebilirdi. İşte insan da ancak o taş kadar özgürdür.”

Yani nasıl ki taş, fizik kanunlarına tâbî olarak yere düşmeye mecbur ise insan da birtakım kanunlara tâbîdir ve ona göre yaşamaya ve sonunda ölmeye mecburdur.

Öyle değil mi? İnsan yemeden, içmeden yaşayabilir mi? Ramazan’da yalnızca günün güneşli saatlerinde yemeden, içmeden durup beklemenin sıkıntısıyla yüzleşince haddimizi, hududumuzu hatırlamıyor muyuz? Her gün kaç öğün yemeye-içmeye muhtaç iken bu özgürlük iddiası da ne oluyor?

İnsan için yegâne özgürlük; iyi ile kötü, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, ulvî ile süflî veya güzel ile daha güzel, ulvî ile daha ulvî olan arasında seçim yapma hak ve mes‘ûliyetinden ibaret bir «ihtiyar»dan başka nedir ki?

Üstelik bu seçip, ihtiyar etme yetkisi de tam bir özgürlük değil, sonuçlarına katlanacağın bir imtihanın parçası… Öyleyse insanın yegâne özgürlüğü olan seçme özgürlüğü de aslında, -başta kendi emniyeti için- çok dikkatli kullanması gereken bir silâh gibi değil mi?

Bu iki tarafı da keskin kılıcı; ustaca kullanabilecek hâle gelene kadar, eğitime ve rehberliğe ihtiyacımız yok mu? İrademizi hep iyiye, en iyiye, en yüce ve ahsen olana kullanabilecek olgunluğa erişene kadar birileri bize, sınırları çizmeli, kuralları koymalı, metodu ve âdâbı tarif etmeli ve doğru yolda örnek olmalı değil mi?

İşte Hirâ Mağarası’nda;

“Rabbinin adıyla oku!..” diye başlayan o eğitim programı, önce insanlığa örnek olabilecek yüce bir şahsiyeti, sonra ona tâbî olan aileyi ve cemiyeti, sonra da kıtalara yayılmış büyük bir ümmeti terbiye edip kemâle erdirmekten başka ne içindi?

İnsana vahiy indi, çünkü insan Rabbinin «kulluk» için seçeceği hususî bir mahlûk idi. Âlemlerin Rabbinin hususî kulluğuyla şereflenecek bir mahlûkun, behîmî davranışlarda bulunması yakışık alır mı? Nasıl ki bir müessese, belli bir makama getirdiği adamdan yakışıksız hareketlerin sâdır olmasına tahammül etmez;

“Sen bizi temsil ediyorsun, bize yakışacak şekilde davran!” diye hâl ve hareketlerine bir ölçü ve hudut koyar, sokak serserileri gibi bir başıboşluk içinde yaşamasına izin vermezse;

Elbette Âlemlerin Rabbinin kendisine kul olarak seçtiği, müslüman adıyla adlandırdığı, ebedî cennet davetiyesi ile mükâfatlandırdığı ve dostları arasına kabul ettiğini ilân ederek meleklerini secde ettirdiği şahsiyetlerde, kapısına lâyık olmayan bayağı bir harekete izin vermez. Bu sebeple de ona bahşettiği seçme özgürlüğünü en hassas bir biçimde kullanmasına, en olgun, en güzel hâl ve hareketler sergilemesine bilhassa özen gösterir.

Mademki öyledir; öyleyse aslı itibarıyla topraktan yaratılmış eğitime, terbiyeye muhtaç varlığın, bir vakit emir ve yasaklarla yoğrulup, uygun şekle girecek şekilde inceltilmesi gerekmez mi?

Mademki insan cennet için yaratılmıştır, öyle nezih bir diyara eteği günahlara batmış bir vaziyette gidilir mi? Öyleyse günah işlemekten kaçınma hususunda iradeli bir şekilde yetişmek için bir zaman, irade eğitimine ihtiyaç yok mudur?

Hem davet edilen yere eli boş gidilmez. Ama insan yaratılış icabı gafletle malûl, gelip geçici ama peşin olana dalıp gitmeye meyyal, ileriyi görme ve geleceği düşünme kabiliyeti nâkıs bir varlıktır. Böyleyken nereden aklına gelecek ki, peşin dünyayı biraz terk etsin de ebedî hayatı için hazırlığını hızlandırsın… Ona mânevî azık teminini vazife olarak yüklemeli hattâ ağır kefâret cezalarıyla korkutmalı ki bu hazırlığı ciddîye alsın. Yoksa insanoğlunda, farz kılınmış olmadığı hâlde kendiliğinden düşünüp, yılda bir ayını âhiret hazırlığına ayıracak kadar ileri görüşlülük ve azim ne gezer…

İnsan gibi arzu ve ihtiyaçları bitmek bilmeyen bir varlık; eğer Ramazân’ın mânevî atmosferi olmasa, nefsi için harcamak veya biriktirmekten vazgeçip hayra harcayabilir mi? Eğer bu ay vesilesiyle hayra çağıranların sesleri yükselip şerre çağıranların sesi kısılmasa belki birçok kişi dünyaya daldıkça dalar da, âhireti hiç hatırlamaz. Bu ayda şeytanlar bağlanıp, cehennem kapıları kapanıp, cennet süsleniyor ve kapılarında görevli teşrifatçı melekler, mü’minleri davet ediyor da oruç ile hassaslaşmış sîneler asıl yurda dönüşü biraz olsun hatırlıyor. Yılda bir ay olsun topraktan halk edilmiş olmasına rağmen kendisine bahşedilmiş olan yüceliklere lâyık olabileceğini dosta düşmana biraz olsun ispat edebiliyor. Hattâ yalnız başkalarına değil belki nefsine de…

Evet belki Ramazan orucu farz kılınmış ve İslâm’ın beş şartından biri olarak zikredilmiş olmasaydı, çoğumuz bir ay ardı ardına oruç tutmayı denemezdik bile… O zaman da böyle bir şeyi yapabileceğimize inanmaz, kendimizde o gücü bulamazdık. Bu durumda vahyin haber verdiği o yüce gayeleri ve değeri kendimize yakıştırabilir miydik?

Devamlı yiyip, içip, tüketen maddî varlığımıza bakıp kendimiz hakkında ye’se düşer;

“Biz bu kitapta haber verilen makamlara lâyık olabilir miyiz? Bu makamın gereği olan disiplini uygulayabilir, vazifelere tâkat getirebilir miyiz?” diye şüphe ederdik.

Ramazan sayesinde îmânımız; etimize, kanımıza işliyor, vahyin haber verip istediği gibi, «ahsen-i amel» işleyebilecek iradeye sahip bir varlık olduğumuzun küçük bir denemesini kendi üzerimizde müşâhede ediyoruz da biraz olsun kendimize ümidimiz geliyor.

Ramazân’a ve oruca bir de bu açılardan bakıp tefekkür edelim…