DÎVAN ŞAİRLERİNDEN ON BİR AYIN SEVGİLİSİNE

YAZAR : İlyas KAYAOKAY

Yedi asırlık bir macerası olan dîvan şiirinde, sosyal hayatın derin izleri canlı bir şekilde görülmektedir. Sosyal hayattan hiç de kopuk olmadığını gösteren şairlerin dîvanları, geçmiş asırlar hakkında bizlere ipuçları veren nice sırlar ihtiva eden sandukalardır.

Ramazan; bolluğuyla, bereketiyle on iki ayda bir evlerimizi şenlendiren bir misafirdir. Allâh’ın rahmetini bolca dağıttığı bu ay, on bir ayın sultanıdır, sevgilisidir.

Ramazan, kamerî ayların 9’uncusudur. Her kamerî ayda olduğu gibi onun başlangıcı da hilâlin görünmesiyle tespit olur. Günümüzde takvimlerle kolayca halledilen bu tespit, geçmişte hilâlin bizzat gözlenmesini gerektirdiği için mühim bir meseleydi.

Elbette şair rûhu, hilâlin görüntüsünden de özel mânâlar çıkarmıştır. 17. asrın şeyhülislam şairi Yahya, söğüt ağacının yaprağı ile Ramazan hilâli arasında bir bağlantı kurar. İnce uzun söğüt yaprağı, bir de sararıp kuruyunca, bükülür ve iyice hilâle benzer. Bu manzara, tıpkı;

«Oruç tutun, belirli süreler içinde helâli de terk edin!» buyruğuna tuğra çeken Ramazan hilâli gibi, şaire;

“Artık ayş u safâdan, ömrü eğlence içinde geçirmekten vazgeç, biraz da ibâdete, âhirete çalış!” mesajı vermektedir:

Yahyâ varak-ı bîdi göre nice sarardı,
Geç ayş u safâdan ki hilâl-i Ramazan’dır…

Kâmî’nin de daveti, Ramazân’ı gece-gündüz, can u gönülden ibâdetle geçirmeyedir. Çünkü gönül, Ramazan hilâli ile nurlanmıştır:

Rûz u şeb tâata sa‘y eyleyelim ez-dil u cân,
Nûr-bahş oldu dil u câna hilâl-i Ramazân…

Lebib bu ayda camilere olan rağbeti de güzel bir teşbihle ifade ediyor:

Kur’ân u tevârîh ile tâ‘atla mesâcid,
Keştî olur ashâb-ı ücûr-ı Ramazân’a…

“Mescidler; Kur’ân (tilâvetleri ve mukabeleleri), teravih ve (diğer bütün) nafile ibâdetlerle, Ramazân’ın ecir ve sevabına taliplerle dolu birer gemi hâline gelirler.”

Enderunlu Vâsıf’a göre mescidleri dolduranlar sadece insanlar değildir, melekler de bayrama kadar camileri dolaşır dururlar:

Öyle bir mâh-ı mübârek ki melekler saf saf,
«Îd»e dek aşk ile câmîleri eyler devran…

Ramazan da bir mevsimdir. Gelir geçer. Oruç tutmak, Ramazân’ı tutmak tabirine güzel bir anlam daha katan şair Neylî; insanı bir avcıya, Ramazân’ı ise ava teşbih ettiği bir beytinde «fırsat ele geçmişken, bu avı bırakmamasını ve kıymet vererek, Ramazân’ı tutup ona hürmet etmesi» gerektiğini söyler:

Girmişken ele şimdi şikâr añlayıp ânı,
Kadrini bilüp hürmet ile tut Ramazân’ı…

Kâmî, Ramazân’ın kadrini kıymetini bilmeyenlerin, çok değersiz bir şeyi, kıymetli bir mücevhere yeğlendiklerini ifade ederek uyarır:

O gûne kim Ramazân’ıñ bilinmedi kadri,
Yegâne gevhere tercîh olundu şey-i hasîs…

Böyle güzel, nurlar getiren, kıymetli bir zamanın gelişine elbette mü’minler sevinir, teşekkür tatlılarıyla, helvalarıyla onu karşılarlar:

Mü’min olur âmâde zuhûr-ı Ramazân’a,
Helvâ-yı teşekkürle sahûr-ı Ramazân’a… (Lebib)

Helvâ ve sahur demişken, Ramazân’ın ikram ve tasadduk yönü de unutulmaz. Lebib; Ramazân’ın fakirlerin rızık endişesine devâ oluşunu, insaf gözünün, Ramazan nûruyla parıldamasıyla, nimet kandillerinin yanmasıyla anlatır:

Gafletle elem çekme sen endîşe-i rızka,
Mevlâ mütekeffildir umûr-ı Ramazân’a…

Yanmakta çerâğ-ı niamı bây u gedânıñ,
Bak dîde-i insâf ile nûr-ı Ramazân’a…

Sofralar hem mânevîdir, hem maddî:

Her şeb döşenir sufra-i rahmettir o Hak’tan
Mü’minlere bast ettiği hânı Ramazân’ıñ…

Hem rahmeti, hem nîmeti, hem hımyesi olmuş,
Hem zâhiri, hem lutf-ı nihânı Ramazân’ıñ…

“Her gece Ramazân’ın mü’minlere açtığı sofra, Hak’tan gelip döşenen bir rahmet sofrasıdır. Bu nimetler, bu rahmet ve azıklar, Ramazân’ın hem görünen ikramlarıdır, hem de gizli ihsanlarıdır.”

Mânevî ihsanları Kâmî, biraz daha açar:

Âleme rahmet-i Hak, rûha gıdâdır Ramazan,
Renc-i isyâna şifâ, câna safâdır Ramazan…

“Âleme, Hakk’ın rahmeti ve insan rûhunun gıdasıdır. Günah hastalığının şifâsı, gönle safâdır.”

Edebiyat ve şiir, bu hakikatlerin dile getirilmesi kadar, zaman zaman nükte ve esprilerin dile getirilmesine de hizmet eder. Böyle bir oruç ve Ramazan nüktesi ile bitirelim:

Bugün takvimlerimizde, orucun başlama zamanına imsak adını veriyoruz. Yine Ramazanlara mahsus, namaz, imsak ve iftar vakitlerini gösteren takvimlere de imsâkiye diyoruz. Nefsi, yemek-içmek gibi şeylerden uzak tutmak mânâsına gelen «imsak», aynı zamanda, harcamamak, tutmak yani cimrilik demektir. Nâbî, bu eşanlamlılık esprisinden yararlanarak şöyle der:

Tab‘ım o kadar düşmen-i hissetdir ki,
Tutmam Ramazân ayını imsâk için…

“Tabiatım cimriliğe o kadar düşman ki, Ramazan ayını cimrilik olmasın diye tutmuyorum!”

Kâmî de şöyle bir cevap verir:

Gel gel kerem it hisseti ko rûze zamânı,
Nâbî gör a imsâk ile yermiş Ramazân’ı…

“Gel gel, cömertlik göster, oruç zamanı cimriliği bırak! Nâbî’ye bakın hele, (kimselere vermeden) hem de imsak vaktinde tutmuş Ramazân’ı yiyor.”

Öyle ya, asıl cimrilik paylaşmamaktır. 17. asrın hikemî şairi Nâbî ile Kâmî’nin karşılıklı bu beyitleri, bize âşık atışmalarını hatırlatmaktadır.

Lebîb’in duâsı son sözümüz olsun:

Ramazân-ı şerîfiñ ola saîd,
Her şebiñ kadr ü her günüñ sad îd!..

“Ramazân-ı şerîfiniz mesut olsun, her geceniz Kadir Gecesi (bereketiyle), her gününüz, bin bayram (sevinciyle d)olsun!”