HER AN TEMİZ BİR SAYFA İÇİN TEVBE VE İSTİĞFAR

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

İnsan; Allah Teâlâ’nın en güzel kıvamda yarattığı ve yüce Zât’ına halîfe olarak tensib buyurduğu en şerefli varlık. Ondan beklenen de; «elest bezmi»nde söz verdiği üzere, taşıdığı değere ters düşmeden, yüklendiği ulvî vazifeyi îfâ gayretinde olmak. Bu gayret onu meleklerden daha üstün, «âlâ-yı illiyyîn» derecesine kanatlandıracağı gibi; aksi durum da, emânete hıyânetin karşılığı olarak, mahlûkatın en aşağı derekesi olan «esfel-i sâfilîn»e yuvarlayacaktır.

Nefs; insana ihsan buyurulan en muhteşem nimetlerden birisidir. Ancak bu öyle bir enerji kaynağıdır ki; tebliğ buyurulan değerler istikametinde kullanıldığı, idare edildiğinde, insanı ebedî saâdete kavuşturan mükemmel bir vasıtadır. Fakat ona teslim olunması, idaresine girilmesi hâlinde ise; insana ebedî hüsranı mukadder kılar. Zor kazanılan başarıların kıymeti çerçevesinde; bu maharet isteyen idare tarzıyla elde edilen gönül ve şahsiyet kıvamı da, insanı lâyık olduğu derecelere, yüksek mertebelere ulaştırır.

Kur’ân-ı Kerim’de, hayat ile ilgili olarak;

“O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır.” (el-Mülk, 2) buyuruluyor. İnsanın mayasında, bu büyük imtihandan geçmek için lâzım olan bütün cihazlar mevcuttur. Onun için gereken; aklını ve iradesini kullanarak, kendisinin teçhiz edildiği yüksek değerlerle bu imtihanı başarabilmektir. Musa Efendi -kuddise sirruh- Hazretleri, bu güzel temennîyi;

“Ne mutlu yüz akı ile âhirete göçebilene.” diye ifade buyuruyor. İmâm-ı Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri’nin kardeşi olan Ahmed Gazâlî -kuddise sirruh- Hazretleri de, gaflete karşı şöyle ikaz ediyor:

“Ey insanoğlu! Allah Teâlâ bütün eşyayı senin için yarattı. Seni de kendisi için yarattı. Sen ise, Allah Teâlâ’nın senin için yarattığı şey ile meşgul oldun; nimetlerin sahibini unuttun. Sana gelen bağış ve lütuflarından faydalandın. Vereni hatırlamadın. Böylece nimetlerin şükrünü edâ edemedin.”

İç ve dış şartların âdeta çok yoğun bombardımanı altında bulunan insanın, bunlardan müteessir olmaması düşünülemez. Eskiler;

“Altın yere düşmekle, sâkıt olmaz kadr u kıymetten.” demişler. Tozlanan, kirlenen altın temizlenerek değeri ortaya çıkarılır; yeter ki, kimyevî reaksiyonlarla yapısı değişmiş olmasın. İnsanda bulunan ilâhî cevher de; tevbe ile kirlerinden temizlenirse, sâfiyeti tekrar ortaya çıkarılır; temiz bir sayfa açılır. Yeter ki, ağır günahlarla bu pek de zorlaşmış olmasın. Hele de pişmanlık gözyaşları ile; rûhâniyet, kirinden-pasından arındırılabilirse… Yaz yağmuru ferahlığı ile gönle sinen sekîne, yeni ve temiz bir başlangıcın müjdecisi olur. Merhum şair Ârif Nihat ASYA; insanın taşıdığı yüksek değere şöyle atıfta bulunuyor:

Sen de geçebilirsin yârdan, anadan, serden…
Senin de destânını okuyalım ezberden…
Haberin yok gibidir taşıdığın değerden…

Anadolu’muzun gönül sultanlarından Yûnus Emre, insan gönlündeki kayganlık ve kararsızlığı, o arı-duru Türkçesiyle şöyle ifade ediyor:

Gönül yücede gezer, dâimâ yoldan azar,
Dış yüzüne ol sızar, içinde ne var ise.

İnsanın bu zaafı göz önüne alındığında; kalp ve dil beraberliği çerçevesinde, her an tevbe ile safralardan kurtulması ve her an istikametin düzeltilmesine ne kadar muhtaç olduğu anlaşılabilir. Nitekim Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bu hususla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Kul bir hata işlediği zaman kalbine siyah bir nokta düşer. Eğer tevbe edip affını dilerse, kalbi bu lekeden temizlenir, cilâlanır. Ancak tekrar günaha dönerse, bu noktalar çoğalarak kalbin tamamını kaplar. İşte Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da zikrettiği (el-Mutaffifîn, 14) kalbin kirlenmesi (paslanması) budur.” (Tirmizî, Tefsîr, 83)

Kur’ân-ı Kerim’de tevbe ile ilgili olarak;

“Hepiniz Allâh’a tevbe edin ey mü’minler, ki felâha erebilesiniz!”

“Ey îmân edenler! Allâh’a samimiyetle tevbe edin!” (et-Tahrîm, 8)… buyuruluyor. Günahlardan korunmuş ve «ismet» sıfatı ile vasfedilmiş olan Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ümmetine «en güzel örnek» olarak;

“Ey insanlar, Allâh’a tevbe edin! Ben O’na günde yüz defa tevbe ediyorum.” buyuruyor. Âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerde; tevbede acele etmek, mü’minlerin diğer mü’minler ve geçmişleri için de duâ ve istiğfar etmeleri, seher vakitlerini tercih etmek, kul hakkına girilmişse helâlleşmek, günahlardan pişman olmak ve bile bile ısrar etmemek gerektiği de ifade buyuruluyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, Allah Teâlâ ona her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu lutfeder ve ona ummadığı yerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518) buyurarak, temiz bir kalp ve ağızla duâ etmenin önemini belirtmişlerdir.

Günahlar sebebiyle;

“Rahmetinin gazabını geçtiği” ifade buyurulan Allah Teâlâ’nın affından ümidini kesmek doğru olmadığı gibi; affına güvenerek istikametini düzeltmede ihmalkâr davranmak da şeytanın bir kandırmasıdır. Her ikisi de insanı hüsrana götürücüdür. Mü’mine düşen; korku ile ümit arasında, ebedî saâdete kavuşma gayretinde bulunmaktır. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bu hassas dengeyi;

“«­–Cennete bir kişi girecek.» deseler,

«–O, ben miyim?» diye ümit ederim;

«–Cehenneme bir kişi girecek.» deseler,

«–O, ben miyim?» diye korkarım.” diye ifade buyuruyor. Bu hususla ilgili olarak şöyle bir menkıbe de rivâyet edilir:

Eski devirlerde doksan dokuz kişinin katili olan bir şahıs, kendisinin âhiret gününde kurtulup kurtulamayacağını araştırırken, bir rahibe durumunu sorar. Rahip kendisinin affının mümkün olmadığını söyleyince, onu da öldürür ve tavsiye üzerine sâlih bir zâta gidip, ona da aynı soruyu sorar. Sâlih zât, ona;

«Bir daha bu günaha geri dönmeyeceğine dair tevbe ederse (tevbe-i nasûh), merhameti sonsuz olan yüce Rabbin affının ümit edilebileceğini» söyler ve bulunduğu yeri terk ederek, sâlih insanların olduğu bir beldeye hicret etmesini tavsiye eder. O şahıs da, ihlâsla tevbe-i nasûh ederek, bulunduğu yeri terk edip giderken yolda vefat eder. Netice olarak; bulunduğu nokta itibarıyla, sâlihler beldesine daha yakın olduğu için, Cenâb-ı Hakk’ın mağfiretine nâil olur.

Bugün İslâm coğrafyası umumiyet itibarıyla kan ve ateş içerisinde kavrulmakta; fitne batağında kıvranmaktadır. Bütün meselelerinin hâllini; o meseleleri başına saranlara havale ederek, onlardan medet beklemektedir. Asırları aydınlatan şanlı bir tarihe sahipken; devlet idaresinde, redd-i miras edip, bundan utanan nesillerin tespit ettikleri siyasetler yürürlüktedir. İçtimâî düzen öylesine sarsılmıştır ki; tevbe, istiğfar, duâ ve niyazlarla bir yenilenme fırsatı olan mübârek zamanlar, câhiliyye devrinde bile olmadığı şekilde, zâlim diktatörlerin ve teröristlerin daha fazla kan döktükleri zaman dilimleri hâline gelmiştir.

Kur’ân-ı Kerim’de; hata yapan kimse için, müjde olarak şöyle buyuruluyor:

“Ancak tevbe ve îmân edip sâlih ameller işleyenler başkadır; Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Kim tevbe edip sâlih ameller işlerse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allâh’a döner.” (Furkān, 70-71) Şanlı mâzîde, nasıl ki; insanlar fazîletlerle donanarak cihanı adâletle huzûra kavuşturan bir medeniyetin temsilcisi olmuşlarsa; bugün de, İslâm âleminin yeniden şahlanması, fazîletlerle ve ulvî gayelerle mücehhez nesillere bağlıdır. Üstad Necip Fazıl, «Duâ» şiirinde şöyle yakarıyor:

Bıçak soksan gölgeme,
Sıcacık kanım damlar.
Gir de bir bak ülkeme:
Başsız başsız adamlar…

Ağlayın su yükselsin!
Belki kurtulur gemi.
Anne seccâden gelsin;
Bize duâ et, e mi!

Ümmet olarak; birbirimize duâya, tevbe ve istiğfâra; bu tazarrû ve niyazları sâlih amellerle, gözyaşlarıyla kuvvetlendirmeye ihtiyacımız var. Hele de Allah Teâlâ -celle celâlühû-’nun rahmetinin coştuğu böyle mübârek gün ve gecelerde… Tâ ki «su yükselsin; gemimiz kurtulsun»…