Zor Fakat Lüzumlu Bir Sanat SİYASET…
İnsanlar farklı farklı fıtratlara sahip…
Çoğu insan; kendi dünyası içinde yaşayıp gitmeyi seçerken, bazı insanlar diğerlerini çekip çevirme ve yönlendirmeye talip…
Kimisi, bu yönde kabiliyetlidir, kimisi kabiliyetsiz, sadece hırslı…
Kimisi imkân bulamaz, hayal ve gaye plânında kalır. Takdir izin vermez, nice kabiliyetin hevesi kursağında kalır.
Kimisi de talihi nisbetinde muvaffak olur. Kimisi bir köye muhtar olur, kimisi bir devlete başkan…
Mevki bir, talibi yüzlerce olunca, ister istemez, bir rekabet, bir yarış… Bazen âdilâne bir yarış, çoğu kez rakibe dirsek atarak…
Hâlbuki;
İdarecilik büyük bir mes’ûliyet…
Bu büyük mes’ûliyet sebebiyle; Hazret-i Ebûbekir, Hazret-i Ömer gibi ilk halîfeler, istemeye istemeye âdeta şartların dayatmasıyla müslümanların idaresini deruhte etmeyi kabul etmişler.
Hazret-i Ebûbekir, maaş almayı kabul etmek istememiş… Hazret-i Ömer’in gelecekte vazife alacakları düşünmek ikazıyla almış; fakat vasiyet ederek, hepsini beytülmâle iade etmiş.
Hazret-i Ömer, büyük bir adâlet kahramanı olduğu, gece-gündüz sokak sokak fakir-fukarânın hâlini araştırdığı hâlde; «Dicle kenarında bir kurt, bir koyuna saldırsa, bunun hesabını ilâhî adâlet, bana sorar.» diyerek baş olmanın mânevî mes’ûliyetini iliklerinde hissetmiş.
Ömer bin Abdülaziz; hanımını, mücevherlerini beytülmâle iade etmeye râzı edecek derecede zühd içinde yaşadığı hâlde, bu idarecilik mes’ûliyetinin ızdırabıyla her gece yatağında yaralı kuşlar gibi çırpınmış.
Yavuz Selim Han gibi kudretli bir padişah ise şöyle demiş:
Pâdişâh-ı âlem olmak, bir kuru kavgā imiş…
Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş!..
Peygamber Efendimiz’in de ikazları var;
“Talep etmediğiniz hâlde, idareci olursanız yardım görürsünüz. Israrla talep edip de idareci olursanız, yardımsız kalırsınız.” buyuruyor.
Demek ki insanları yönetmek yönündeki aşırı hırsı kontrol etmek lâzım.
Diğer taraftan, fıtraten hamurunda, yapısında bu kabiliyet olan insanlar bir şekilde inkişaf eder. Mûte’de Hazret-i Hâlid’in zuhur etmesi gibi, adı konmasa dahî ortaya çıkar.
Evet, Peygamber Efendimiz Mûte Harbi’ne ashâb-ı kiramdan hazırladığı bir ordu gönderdi. Şöyle buyurdu gönderirken:
“Önce Zeyd bin Hârise kumandanınızdır, ona bir şey olursa Câfer bin Ebî Tâlib… Ona bir şey olursa, Abdullah bin Revâha… -radıyallâhu anhüm ecmaîn- O da şehid düşerse, Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç kumandayı devralır.”
Nitekim, Efendimiz’in haber verdiği gibi bu kumandanlar birer birer şehid düştüler. O hercümerç içinde, Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, dirâyetini gösterdi, yaptığı manevralarla müslümanları, 30 kat daha kalabalık olan düşmanın karşısında yok edilmekten kurtardı. Sayıca az bir ordunun bile ne kadar etkili olduğunu, düşmana göstermiş olarak Medine’ye döndü.
Hazret-i Hâlid’in riyâsetini Efendimiz bizzat söylemedi. O, şartların içinde kendini o mevkide buldu. Siyaset aslında böyle gelişmeli.
Şöyle ülkemizin tarihine bakarsak; Menderes gibi, Özal gibi şahsiyetlerin böyle âdeta halkın ortak kararıyla başa geçtikleri görülür.
Halk yığınları ile reisler arasında ayna gibi bir irtibat vardır. Birbirlerine yansıma yaparlar…
Emevîler devrinde; saray, köşk yaptırma hastası bir halîfe devletin başına geçmiş. Halkta da bu yönde düşkünlük zuhûr etmiş. Sokaktaki insanın mevzuu bina, kapı, pencere, balkon olmuş…
Sonra evlilik, câriye meraklısı bir halîfe gelmiş. Sokakta insanların derdi günü; câriye aldım, üçüncüyü aldım, dördüncüyü aldım lâkırdısı olmuş.
Sonra Allah, Ömer bin Abdülaziz’e hilâfet nasip etmiş. Bu zât, çok müttakî, ibâdet ü tâate düşkün. Hemen halka da sirâyet etmiş. Köşe başında karşılaşan insanlar, artık;
“Bu hafta kaç oruç tuttun?”
“Bu geceyi ne kadar ihyâ edebildin?”
“Ne kadar infakta bulundun?” diye konuşur olmuşlar.
Birlik ve beraberlik, başa bağlılık, itaat gibi güzel hasletlerimizden dolayı, milletimiz; geçmişten bugüne, başındaki âdil, merhametli idarecilerini sevmiş ve onları el üstünde tutmuştur.
Fatih Sultan Mehmed’in şu hâtırası, milletimizin riyâset ve siyaset işlerine nasıl baktığının hoş bir misalidir:
Fetihten sonraki bir zaman…
Fatih, padişahların kadîm âdeti üzere tebdil-i kıyâfet İstanbul’u dolaşmaya çıkmış. Halktan biri gibi görünerek.
Maksadı hem halkın hâlini görmek, hem de hazırlandığı ve hedefini kimselere söylemediği seferi hakkında halkın nabzını tutmak imiş. Bir kahvehaneye girmiş. Kahveci sormuş:
“–Nereden gelir, nereye gidersin?”
Padişah, bir şeyler uydurmuş:
“–Filân yerden gelir, filân yere giderim.”
Lâf, lâfı açarken, Fatih; kahveciyi yoklamış:
“–Bu padişah da hiç yerinde durmuyor. Onca zahmetle İstanbul’u fethettik. Şimdi yine sefer hazırlığındaymış. Kimisi doğuya diyor, kimisi batıya… Sen ne dersin, hangisi daha iyi?”
Kahveci, padişah olduğunu bilmediği muhatabına dik dik bakmış. Hiddetle başlamış konuşmaya:
“–O bizim padişahımız. İstanbul’u fethetti, Peygamber methine nâil oldu. O ne yapsa, bizden iyi bilir, bizden doğrusunu yapar.”
Elindeki kahve getirdiği teraziyi göstererek devam etmiş sözlerine:
“–Şimdi şununla kafanı kırarım! Ne karışıyorsun, şunu mu yapsa daha iyi, bunu mu yapsa daha iyi diye… Sana ne?!. Biz padişahımıza güveniyoruz.”
Herhâlde, Fatih Sultan Mehmed saraya dönünce şükür secdesine kapanmıştır. Çünkü öyle bir lidere, böyle bir halk lâzım… Muktedir liderler; itimat edebilecekleri bir millet desteğiyle yapacaklarını yaparlar, vizyonlarını gerçekleştirirler.
Sefere çıkılır… Nefer nereye gittiğini bilmez… Sorarsan; «Kızılelma’ya!» der. O, tereddütsüz teslim olur.
Halkın gerçek siyaseti işte budur. Halkın liderine, askerin kumandanına, hastanın doktoruna güvenmesi ve onu sevmesi lâzım. Ama liderin de maiyetine güven vermesi, kendini sevdirmesi lâzım.
Siyasetin maksadı, halka hizmet…
Kim kendini bu sahada gösterdiyse, takdîr-i ilâhî ile başa geçtiyse; ona tâbî olup, dînin, milletin, devletin bekāsı, neticede insanın huzuru için çalışmak…
Milletimiz, bilhassa bu konudaki başa bağlılığıyla büyük zaferlere imza atmış.
Başa geçen hükümdar da, bu teslîmiyete karşılık, istişâreye sarılır. Misalimizde olduğu gibi, halkın nabzını tutar. Yaptıklarının şer‘-i şerîfe uygunluğunu mutlaka âlimlere ve uzmanlara danışır. Demokrasinin kurallarına uyar, çoğunluğun kararında ittifak eder. Adâletten şaşmaz. Gece-gündüz halkın, milletin refahı için ter dökmekle meşgul… Yüklendiği mes’ûliyetin yüküyle endişeli olur…
Tarihimiz bu mânâda çok fedâkâr zâtlarla dolu…
Herkesin elde etmek için canını ortaya koyduğu hükümdarlığı; II. Murad Han oğluna bırakıp, inzivâya çekiliyor meselâ…
Murad Hudâvendigâr da şehâdetine duâ ediyor Kosova meydanında. Onlar; baş olmanın bedelini hizmet yoluna baş koyarak, dâvâlarına baş vererek ödüyorlar.
Fakat, insanları idare sanatı çoğu kere böyle ideal zamanlar gibi olmaz. Fitne-fesat kazanı kaynayınca, baba-evlât bile birbirine girer. Kardeşler birbirine hasım olur.
Başa geçmek konusunda nefsânî bir hırs gösterenler, çoğu kez muvaffak olamamış; muvaffak olsalar da, halk tarafından hayırla da anılmamışlardır.
Böylelerinin siyaset anlayışı da halka hizmet değil, rakipleri bertaraf etmek ve iktidar imkânlarından yararlanmaktır.
Maalesef bu zihniyet sahiplerinin siyaset anlayışlarından dolayı, siyaset umumiyetle dedikodu, yıpratıcı eleştiri, fitne-fesat, haset faaliyetleriyle birlikte anılır.
«Niye ben değil de o?!.» deyince başlar haset. Başlar, kuyu kazmalar, baş yemeler. Böyle haset adamlar başa geçseler de, kendilerinden sonra çaplı, güçlü bir kimse yetişmesin diye uğraşırlar. Bu da millete bir başka ihânet olur. Çünkü etraflarını, hep çapsız, kabiliyetsiz, tek meziyetleri şakşakçılık olan tiplerle doldururlar. Onların derdi, ne devlettir, ne millet. Varsa yoksa doymak bilmez ihtiraslarına hizmet ederler.
Âcizane görüşüm; baş olanların sekiz senesi dolduğunda görevi bırakması, yerine yenilerinin gelmesi lâzım… Aksi hâlde, bunun neticesi de adam kıtlığı…
Gıda kıtlığına sabredersin; Allah kerimdir, cömerttir. Bu sene vermezse, seneye verir. Fakat vasıflı, dürüst, sağlam adam yetiştirmezsen; yetişen kabiliyetlerin önünü tıkarsan, kusura bakma!..
Ahmet Muhtar BÜYÜKÇINAR Hocaefendi bir sohbetinde şu misali anlatmıştı:
Bir asil gülfidanı dikersin, fidan gelişmeden etrafında birçok yabanî ot biter, o otları temizlemezsen otlar gül fidanını geliştirmez, boğar.
Nitekim buyurulmuştur:
“Bir kavim kendini düzeltmedikçe, Allah o kavmin kaderini değiştirmez!”
Böyle dikenli zamanlarda yürütülen siyasete de; gerçek niyetini ifade etmemek, gizli bir sebebe bağlı olarak, zâhirinden farklı bir davranış sergilemek veya söz söylemek gibi bir mânâ verilmiş.
Bir Bal Mahmut vardı. Televizyonlarda hoş sohbetler yapardı. İstanbul Avcılar Ambarlı’da bir moteli vardı. Ona sordular:
“–Hiç siyasete girdin mi?”
“–Girdim.” dedi.
“–Nasıl?” dediler.
“–Siyasete girmemek için siyaset yaptım.” diye cevap verdi. Kendisini siyasete davet edenleri kırmadan geri çevirmek için bahaneler uydurmuş. Bahaneler uydurmak da siyaset oluyor. Biz de söyleriz, siyaseten şöyle söyledik diye.
Fakat, bu anlayış; siyasetçinin her zamana yayılan hâli olunca, netice kötü oluyor. Siyasetçi; sözü fiilini tutmayan, bugün söylediğini yarın çiğneyen, dün dündür, bugün bugündür zihniyetinde, değersiz bir insan profili çiziyor. Hele bir zaman örneklerini çokça gördüğümüz, sık sık parti değiştiren, bir gün o lidere, bir gün bu başkana yanaşan tipler; halkın milletvekiline, politikacıya bakışını çok düşürmüştü. Tabiî bu, herkes için değil.
Dürüst insanların siyasetten kaçınmasının sebebi de aslında bu…
Halka hizmet gibi, yüce bir gayeden insanlar niye kaçıyor?
Niye «neûzü billâh» diyor, Allâh’a sığınıyor?
Çünkü;
Çalkantılı devirlerde siyaset; ister istemez, iyi insanları dahî istemediği şartların içine düşürüyor.
Aslında böyle devirlerin çirkin siyasetinden kaçınmak, geleceğin dürüst kabiliyetli idarecilerini çekirdekten yetiştirmek gaye olmalıdır.
Sonra riyâset büyük bir vebal…
Bu dünyada olduğu gibi, kıyâmet gününde de hesabının verileceği unutulmamalıdır…
Hükmetmek, şahsiyeti zayıf kişilerde ihtirasa dönüşmektedir.
Bazı insanlar arabanın direksiyonuna geçince; aşırı hız yapıyor; onu solluyor, şunu tahrik ediyor. Bana hiçbir şey olmaz zannediyor. Bir de koskoca bir idarenin direksiyonuna geçmek, hiçliğini idrak etmemiş bir insanı nasıl da sarhoş eder. Mal ve servetin bazı ham zenginleri, güzelliğin-dinçliğin birtakım ham gençleri şaşırttığı gibi; makam ve mevki de, daha doğrusu o yüksek yerlerin güç ve kudreti de, bazı mânen hazır olmayan insanları sarhoş edebilir. Böyle kişiler, hesap vermeyeceklerini zannedebilirler.
Kendi küçük dünyanda vebâlin sınırlı olur. Fakat binlerce insanı ilgilendiren kararlar alıyorsan; elbette zulme, haksızlığa düşme korkusu da had safhada olmalı.
Çünkü zulüm ile pâyidâr olunmaz. Bu dünyada birçok şeyin hesabı âhirete kalır. Fakat zulüm bu dünyada da zalimin yanına kalmaz.
Bugün veya yarın…
Şu kıssada belirtildiği gibi:
Bir hoca atına binmiş bir köyden diğer köye sohbet yapmaya gidiyormuş, eşkıyânın biri yolunu kesmiş;
“–Kıpırdama; ya malını, ya canını!” demiş.
Adamcağız demiş ki:
“–Ben hocayım; ben de mal mı bulunur, canımın da ne kıymeti var!” demiş.
O zaman eşkıyâ sormuş:
“–Öyle ise sana bir soru soracağım. Ver bakalım cevabını…”
“–Sor!”
“–Bir cürüm işlersem Mevlâ’m cezasını ânında mı verir, yoksa erteler mi?”
Hoca;
“–Ânında ceza vermez, erteler.” demiş. Bu cevap üzerine eşkıyâ bağırmış:
“–O zaman in attan aşağı, benim şimdi senin atına ihtiyacım var. Bu atı alayım, ben sonra onun cezasını çekerim.”
Hoca nâçar attan inmiş, yaya kalmış.
Eşkıyâ gasbettiği ata kurulmuş, topukladığı gibi uzaklaşmış gitmiş. Fakat fazla ilerlemeden at ânî bir hareket yapmış, eşkıyâ tepetaklak düşmüş, kolu da kırılmış;
“–Vay hoca vay! Beni kandırdı! Hani Allah, cezamı hemen vermeyecekti?!.” deyip tekrar ata binmiş, yayan vaziyette yoluna devam eden hocayı yakalamış:
“–Ben sana sordum; «Allah cezanı ânında verir!» deseydin, ben senin atını almazdım. «Hemen vermez.» dedin, ben de atını aldım, fakat şu hâlime bak, bir anda ne olduğunu anlayamadan attan düştüm, kolum kırıldı. Niye bana yalan söyledin?!. Bir de hoca olacaksın!”
Hoca istifini bozmamış;
“–Bu başına gelen, daha önce yaptığın küçük bir haksızlıktan dolayıdır. Sen, benim atımı gasbettin; öyle bir kol kırılmasıyla kurtulacağını mı sanıyorsun? Daha seni neler bekliyor, dur bakalım.” demiş.
Eşkıyâ bir sancılı koluna bakmış, bir vakar içinde yoluna devam eden hocaya;
“–Al atını hoca, al!” demiş ve yaptıklarına tevbe etmiş.
O eşkıyâ; âhirete gerçekten inansa, dünyada başına hiçbir şey gelmeyecek olsa da; zulümden, haksızlıktan uzak dururdu. Fakat insan; âhireti, hesabı, mîzânı, omuzlarda tutulan kayıtları unutuyor. Bu açıdan peşin cezalar da bir nimet… Dünya musîbetleri, âhireti unutan insana, «musîbetler, acılar, ıstıraplar karşısında ne kadar dayanıksız olduğu»nu hatırlatarak, yardımcı oluyor, tevbe ettiriyor.
Evet, zulmü bertarâf etmek için olursa elbette lâzım siyaset… Halka hizmet etmek, insanlara faydalı olmak için şart… Çünkü dürüst insanların siyasetten kaçması, yerini olumsuz insanlara bırakması demektir.
Fakat zulme, fitneye, fesâda, hasede, ayak oyunlarına, entrikaya âlet olunmak tehlikesi varsa, uzak olsun!..
Rabbimiz başımızdan hayırlı idarecileri eksik etmesin, şaşırtıp gaflete düşürmesin, sabır versin tahammül versin, güç versin…
Unutmayalım ki;
Biz nasıl olursak, idarecilerimiz de öyle olacak…
Biz millet olarak, ahlâk olarak nasıl olursak, inanç olarak, mâneviyat olarak nasıl olursak; Cenâb-ı Hak da başımıza öyle idareciler nasip edecek…
Dergimizin kapağında yazılı o güzel söz gibi:
“Muhteşem bir mâzîden, ihtişamlı yarınlara…” nice Fatihler, Selimler yetişsin…
Âmîn…