TEK TARAFLI OLMUYOR…
Her işin bir iç yüzü var, bir de dış yüzü…
Bir zâhiri var, bir bâtını…
Muhatap olduğumuz insanın bir davranışını görsek;
Biz onu zâhiriyle değerlendiririz. Fakat kalbinden geçen nedir, niyeti nedir, onu Allah bilir.
Bu dünyada çoğu kez, dış şartların yerine gelmesi yeterlidir.
Meselâ, bir firmadan bir mal aldınız bozuk çıktı veyahut beğenmediniz götürdünüz, sizinle ilgilendiler. Uğraştırmadan değiştirdiler yahut alıp yenisini verdiler, sizin hukukunuz için işlem tamam. Fakat Cenâb-ı Hak, her davranışı değerlendirirken niyetlere de bakar.
Bu arada söyleyelim ki, firmaya ait kul hakkını da unutmamak gerek. Alıcı, ürünü kötü şartlarda kullanıp, suçu da satıcıya yükleyip uyanıklık yapıp değiştirmeye kalkarsa; onun da hem bu dünyada hem âhirette cezasını çekeceğini unutmaması lâzımdır.
Demek ki, işin zâhiri; dünya kazancı için yeter:
Ürün hatalı olduğu hâlde; çeşitli bahanelerle iade almaması, firmanın geleceği için düşündürücüdür. Hatalı ürünü geri alan satıcı firma için bu, güzel davranıştır, müşteri memnuniyetidir. Bedava reklâmdır. Fakat bu davranışından uhrevî kazanç da elde edebilmesi için, îmanlı olması gerek… Âhirete, hesaba, kul hakkına inanması gerek.
Âhirete yeteri kadar, Rabbimizin arzu ettiği şekilde inanmayan; fakat ticareti, olması gerektiği gibi yapan milletler vardır. Meselâ; mûsevîler, Almanlar, Japonlar vs.
Müşterisi olduğunuzda görürsünüz ki, yaptıklarında bir yanlış yok. Onlardan memnun olursunuz. Ticaretin, sanayinin, siyasetin gereğini yaptıklarını görürsünüz. Âhirete yeteri kadar inanmadıkları hâlde; dünyalık maddî menfaatin de; hakka, adalete, yaptığı işi iyi yapıp yalan söylemeyip dürüst olmaya bağlı olduğunu burada anlamışlardır, bunun için böyle davranırlar.
Allah rızâsı olmadığı için, sırası geldiğinde pazar payı için hiç acımaları kalmaz. Kıyasıya birbirleri ile savaşırlar, mâneviyat olmayınca; adalet, merhamet, muhabbet olmaz. Medeniyet, Âkif’in dediği gibi «tek dişi kalmış canavar» olur.
Bu, mâneviyatsız da olsa; bilginin, tecrübenin onları getirdiği nokta. İşin içine bir de mâneviyatı katabilseler, asıl kazançları o zaman olacak.
Ya biz müslümanlar? Biz dürüstlüğe, işini sağlam ve güzel yapmanın lüzumuna, kardeşliğe, birlik ve beraberliğe îmân ediyoruz; fakat çoğumuz uygulamıyoruz.
Onların tam tersi.
Onlar inanmıyor, fakat «ayakta kalmanın tek yolu» diyerek uyguluyor.
Biz inanıyoruz, fakat kendimizi kandırıp «başka türlü ayakta kalamayız» deyip, doğrusunu değil yanlışı yapıyoruz.
Bizim de uygulamayı düzeltmemiz lâzım. Bir başka ifadeyle, inancımızı hayata geçirmemiz lâzım.
Yoksa; yahudiye, Alman’a inanmadan yaptığı dürüstlük, nasıl âhirette bir şey kazandırmayacaksa, bize de uygulamadan inandığımız hususlar ağır veballer getirecektir.
İşin özü samimiyet.
İçin dışın bir olması lâzım. Bir olmazsa, dünyada da nihâî olarak bir şey kazandırmayabiliyor.
Bir gayrimüslim tanıdığa dair hâtıralarımı bu konuyla ilgili aktarmak isterim:
Ayakkabı ticaretiyle meşgul bir tanıdığımız idi. Kötü bir insan değildi. İstanbul’a gelmeden önce dahî onunla alışveriş yapardık. Durumu gayet iyi idi. İstanbul’a geldiğimizde bizim henüz arabamız yoktu; fakat onun vardı.
Bir Ramazan günü, işten çıktım. Hayli geç kalmıştım. İftara eve yetişmem çok zordu. O zamanlar Gedikpaşa’dan her tarafa minibüs dolmuş kalkardı. Minibüs durağına doğru gidiyordum. O yoğun saatte boş bulabilirsek binecektik, büyük ihtimalle bekleyecektik. O sırada o tanıdık tâcirle karşılaştım.
Dedi ki:
“–Sen bu saate kalmışsın. Daha iftara yetişeceksin. Araban da yok. Minibüslerle çok uzun sürer.”
“–Gideriz, mühim değil.”
“–Yok, sen şu arabaya bin bakayım.”
“–Yahu, ben Bahçelievler’e gideceğim. Sen Boğaz tarafına gideceksin. Ters istikamette. Bizim ev, senin yolunun üzeri değil ki!”
Ne söylesek ısrarını kıramadık, arabasına bindik. Sırf beni iftara yetiştirmek için Bahçelievler tarafına yöneldi, eve bıraktı. Oradan evine doğru yola koyuldu.
İnsan tereddüt ediyor. Yine de; demek ki içinde insâniyet tarafı var, dedik.
Gerçekten de gayrimüslimler; iş hayatında dürüstlüğün dost kapısı olduğunu, hatır saymanın er geç insana kazandıracağını iyi bilirler. Osmanlı kültürü bir şekilde onlarda devam eder. Hareketlerinde, davranışlarında; çoğu kez dürüsttürler. İş hayatında pek hata yapmazlar. O tâcirin yanında çalışanlar da bunu takdir ederlerdi.
Fakat içlerinden de başka duygular geçer mi geçer. Gizli pazarlıklıdırlar. «İçten pazarlıklı» derler ya, bir kısım gayrimüslimler işte tam bu tabirin tarif ettiği tıynettedirler. Azınlıkta oldukları için, kendilerine «kötü» dedirtmek istemezler. Çünkü o kalabalığın içinde kendilerine «kötü» dedirmek; baltayı taşa vurmak, kendi bindiği dalı kesmek demektir. Bu da bir siyasettir.
Gayeleri Allah rızâsı değil de; «Karşılaştığımızda bana iyi insan desinler. Arkamızdan iyi tüccar desinler…» gibi endişelerdir. Esasen müslümanlardan da bunu yapanlar çoktur. Ne acıdır ki farkında bile olmadan Allah rızâsını unutup, insanların hoşnutluğunu hedeflemiş olurlar.
“Ben şunu şöyle yapayım da bana; «iyi adam», «hürmetkâr adam» desinler. Bir gün olur, bizim de işimiz düşer, biz de istifade ederiz.” Bu gibi düşünceler aslında hiç de makbul değildir.
İnsanların insanları sevmesi, hiç değilse bu gibi endişelerle güzel davranışlar sergilemeleri iyi de; Allâh’ı, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını unutmak gibi dev bir kusurun altında bu iyiliğin hiçbir hükmü yok.
İşin doğrusu;
Her yapılan iş, Allah rızâsı için olmalı. Kul hakkına dikkat etmelidir.
Ne demek Allah rızâsı için?
İç dünyamızı yoklayarak tespit edelim:
Eğer yaptığımız bir işten, herhangi bir karşılık bekliyorsak ve bunu kuldan bekliyorsak o iş Allah rızâsı için olmamış olur. İsterse o karşılık, bir teşekkür olsun! Yaptığın iyiliğin arkasından;
“Bir teşekkür bile etmedi, nankör herif!” diyorsan, Hak rızâsı değil, kul teşekkürü, el âlem ne der korkusu ile iş yapmışsın demektir.
Övgü beklemeyeceksin. Teşekkür beklemeyeceksin. Ama iyilik yapılan kişi de teşekkür etmeyi bilmelidir.
Bu çok ince bir nokta!..
Karşılığını yalnızca Allah’tan bekliyorsak, işte o Allah rızâsı için yapılmış demektir.
Hazret-i Ali Efendimiz ile Fâtıma Vâlidemiz’in meşhur bir kıssası var:
Tam iftar edecekleri saatte, bir yoksul gelir ve; «Allah rızâsı için!» der. Onlar da iftar edecekleri yegâne yiyeceği verirler. Su içip ertesi günün orucuna erkenden başlarlar!
Ertesi gün bir yetim, daha ertesi gün bir köle…
“Allah rızâsı için” diyene, hiç düşünmeden iftarlıklarını verirler.
Üstelik bunu yaparken, şöyle derler:
“Biz sizi Allah rızâsı için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz.” (el-İnsân, 9)
Karşılık beklersen, Allah rızâsından çıkar.
Adam bir camii yaptırıyor veyahut başka bir eser. Allah, yaptırandan râzı olsun. Ama bu eseri desinler, şan, şöhret için veyahut isim için yapıyorsa bunun sevabı ona göre olur. Allah rızâsı için olması şarttır.
Burada konu gelmişken ilâve edelim ki, vefat etmiş kişinin adını koymakta beis yok. Çünkü artık, onun hakkındaki sözler, duâdır ve vefat etmiş kişinin tek ihtiyacı o duâlardır, o sadaka-i câriye vasfındaki sevaplardır.
Bizi iftara götüren tâcir de, hak dîne inanmadığından da belli ki, bizim takdirimiz için o iyiliği yaptı. Onu da Allah bilir.
Ticarette çok bilgili, tecrübeli bir adamdı. Bize birtakım tavsiyelerde de bulunurdu.
Bir keresinde uçakla İzmir’e gidiyordum. O zaman uçakla yolculuk şimdiki kadar yaygın değildi. Çünkü ucuz değildi. Şimdi zaman zaman otobüs yolculuğuyla aynı ücrete geldiği dahî oluyor. En fazla birkaç katı. O zamanlar ise, uçak bileti, otobüs biletinin on katı olurdu. Çoğu insan pahalı bulup tercih etmezdi. Bu bahsettiğimiz tüccar, beni uçakta görünce;
“–Seni çok takdir ettim.” dedi.
“–Niye?”
“–Uçakla yolculuk etmek, çevre edinmektir. Uçakla yolculuk edenler, genellikle iş adamıdır, belli başlı kişilerdir. Giderken, gelirken, sağındakiyle solundakiyle tanışırsın, iş münasebetleri için bu tanışmalar, tecrübeler çok faydalı olur. Birçok insan bunları idrak etmiyor, paraya kıyamıyor, fakat sen anlamışsın. Sen ileri görüşlü adamsın. Geleceğin parlak… Şöyle yerlere gelirsin…” böyle sözlerle bize övgüler yağdırdı.
Bir de bu tâcirin anlattığı hikâye var:
Malatyalı Kemal TAÇYILDIZ diye bir ayakkabıcı ile ortak olmuşlar:
“Gel İstanbul’a, seninle ortak olalım.” demiş. O da gelmiş. Kiğılı Pasajı’nda bir dükkân tutmuşlar. Dükkânda Kemal Bey toptan ayakkabı alıp satacak. Hem ortak, hem de ahbaplar; tâcirin ayrı işi var. Bu tâcir bir gün ortaklık yaptığı dükkâna gelmiş sormuş:
“–Ayakkabıları kaça alıyorsun, kaça satıyorsun? Ne kazanıyorsun?”
Kemal TAÇYILDIZ demiş ki:
“–40’a alıyoruz, 45’e satıyoruz.”
“–Ne? 40’a alıp 45’e mi satıyorsun?”
“–Evet.”
“–Olur mu? 50’ye satmalısın.”
“–Öyle olursa satılmaz. Adamlar imal ediyor, bu kadar kazanamıyor, bizim taş atıp da kolumuz mu yoruluyor? Sadece alıp satıyoruz. Daha da beğenmiyor musun? Olmazsa alıcıların ceketini de mi soyalım?”
Anlattığımız gayrimüslim tüccar, bakmış, adamın fikrini değiştirmek bu şekilde mümkün değil. Hemen bir plân yapmış. İki gün sonra bir haber göndermiş:
“–Hoş geldin için evinize geleceğiz. Müsait misiniz?”
“–Müsaitiz.”
Hanımıyla yolda ağız birliği etmişler. Oraya varınca ikisi de başlamışlar:
“–Bu perdeler hiç buraya uymamış. Yakışmamış. Bunu gelirken Malatya’dan mı getirdiniz?.. Olacak şey mi?..”
“–Ya halı?”
“–O da olmamış.”
“–Ya şu buzdolabı, çamaşır makinesi…”
“–Eski şeyler bunlar, kullanılır mı?”
“–Yahu bunların hepsinin yenilenmesi lâzım.”
Kemal Bey karşı çıkmış:
“–Yenilemek mi? Bizim paramız mı var. Daha yeni ortak olduk.”
Tâcirler cephesinde onun da cevabı hazır:
“–Paranın ne kıymeti var. Taksitle veriyorlar. Öderiz, hepsini alırız.”
Ertesi gün çarşıya çıkmışlar, perdeydi, halıydı, koltuktu, dolaptı derken; bizim kanaatkâr, üç kuruş kâr ile geçinip giden Kemal Beyi ağır bir borcun altına sokmuşlar. Kemal Beyin hanımı zevkten dört köşe… Fakat Kemal Bey tedirgin.
Aradan üç-beş gün geçmiş. Tâcir yine dükkâna varmış:
“–Ne yapıyorsun Kemal?”
“–Çalışıyoruz.”
“–Nasılsın?”
“–Çok şükür.”
“–Satılıyor mu?”
“–Satmaya çalışıyoruz çok şükür.”
“–Kaça alıyor, kaça satıyorsun?”
“–40’a alıyoruz, 55’e satıyoruz.”
“–Kemal, biraz pahalı değil mi? 50’ye satın demiştim ya!..”
“–Bu kadar borç var, nasıl ödeyeceğiz? Gırtlağımıza kadar borca battık.”
Uyanık tüccar, bize anlatırken keyifle gülüyor. «Adamı nasıl yola getirdim» diye. Çünkü kazancın yarısı da onun. Adamın ailesini, hanımını galeyâna getirip borçlandırıyor ve kâr marjını yükselttiriyor.
Tam bir uyanıklık, uyanıklık denirse.
Fakat nihâî olarak, uyanık mı kazanır, kanaatkâr mı?
İki ortak daha sonra ayrıldılar. Ben ikisinin de âkıbetlerini gördüm. Tabiî ki dünyevî olarak…
Kemal TAÇYILDIZ İzmir’e gitti, bir han aldı… Varlığından, itibarından bir şey kaybetmedi. Yine Taçyıldız o. Yine hâli vakti yerinde, dürüst, namuslu bir adam.
Diğer tüccar ise; öleli sekiz-on sene oldu. Ticarette o kadar büyük işler yapmasına rağmen, ölmeden evvel iflâs etti. Şimdi çocukları kendi işlerine sahip değiller, başkalarının yanında çalışıyorlar.
Ticarete dair her şeyi bilir, herkese nasihat verirken, kendisi nasıl oldu da iflâs etti?
Yine onun bir nasihati:
“Meselâ;
Bir ticaret yapıyorsun, eğer veresiye satarsan 10 milyon lira ciro yaparsın.
Peşin satarsan 3 milyon lira ciro yaparsın.
Veresiye sattığında çok satarsın. Alıcısı çok olur.
Peşin satarsan az satarsın, alıcısı az olur. Çünkü herkes peşin alamaz. Peşin, sağlam olur ama alıcısı az olur.
Şimdi bir hesap yapalım:
–10 milyonluk satışta yüzde on kazanırsan kâr ne kadardır?
–1 milyon lira.
–3 milyonluk satışta ne kazanırsın.
–300 bin lira.
Veresiye sattığın için senede 200 bin lirası battı. Olsun, aldırış etmeyeceksin. Batarsa batsın o kadar da olacak. 1 milyon liranın 200 bin lirası gittiyse de; geriye 800 bin lirası kaldı.
Şimdi veresiye ile peşin satışı karşılaştırıp soralım:
800 mü çok, 300 mü çok?
İşte böyle hesaplar yapacaksın, kazancını bileceksin. Hesap yapmasını bileceksin…”
Düşününce söyledikleri mantıklı gibi geliyor, değil mi?
Şimdi neticeyi söyleyelim:
Antalya’da bir ayakkabıcı var, bizim bahsettiğimiz tüccar oraya ödenmeyen çekleri tahsil etmeye gitmiş. Hava da sıcak. İnsan, malının elinden gitmesine göz göre göre tahammül edemez. «Mal, canın yongası» demişler. O da tahammül edememiş; verirdin, vermezdin derken, kalp krizi geçirmiş, orada ölmüş gitmiş. Eceli gelmiş.
Kâğıt üstünde, veresiye satış kârlı görünüyordu. «200 batarsa batsın, yine de kârlıyım» diyordu. Fakat öyle değil… İnsan, işin yıpratıcılığını da hesaba katacak; ne kadar gücü yetecek, onu da düşünecek.
Veresiye hiç satmayacak demiyorum.
Ne sadece; «Ben peşin satarım, ben sağlamcıyım.» diyecek; ne çok fazla açılıp bir sürü ödenmeyen çek-senetle baş başa kalacak… Az-çok gözünün tuttuğu adamlara veresiye de vererek ciroyu da artıracak.
Her şeyde mûtedil olmak lâzım. Orta yolu tutmak lâzım. Ne ileri ne geri.
Her zaman söylediğimiz gibi;
İslâm’ın emriyle, aklın gereği, piyasanın gerçek kuralı, insâniyetin icabı hep aynı gerçekleri gösterir.
Gayrimüslim bir tâcir üzerinden anlattıklarımız, aslında başta söylediğimiz gerçeği ifade etmiyor mu:
Sen hesaplar yaparsın, tecrübeler biriktirirsin, plânlar, projeler üretirsin. Fakat hepsi zâhirdedir.
İşin bir de bâtını var. Bir de mânevî tarafı var.
Bir de rızık var. Nasip var. Takdir var. Rızâ var. Duâ var. Bereket var. Sadakanın belâyı def etmesi var. Haram ve şüphelilerin bereketi alıp götürmesi var. «Gayretullâh»a dokunan bir şey yapınca, her şeyin tepe taklak olması var.
İnsan, kazanç peşinde…
Kazanmak istiyoruz. Fakat kazanmanın da bir bâtını var:
Mîzandan yüz akıyla ayrılabilirsen…
Amel defterini sağ tarafından alabilirsen…
Sırattan geçip, cennette cemâle erebilirsen…
İşte asıl kazanç odur.
Rabbimiz, hepimizi o hakikî kazançlara erdirsin. Kalplerimizi de, niyetlerimizi de, amellerimizi de, ahlâkımızı da rızâsına uygun hâle getirmemizi nasip eylesin. Âmîn…