MÎRÂCI KUTLAMAK VE ANLAMAK

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Peygamber Efendimiz’in hayatında ve şahsiyetinde; O’nu herhangi bir insandan ayıran birçok hususiyet vardır. Meselâ; mübârek sırtında nübüvvet mührü bulunması, göğsünün yarılarak yıkanması, bulut tarafından gölgelenmesi ve elinden çeşitli mûcizelerin zuhur etmesi gibi…

Esasen, Allah Teâlâ tarafından elçi olarak seçildiğini ve Cenâb-ı Hakk’ın meleğiyle konuştuğunu ileri süren bir zâtın böyle esrarlı vasıflarının olması da beklenir. Hem, mademki O; Allâh’ın üsve-i hasene yani, örnek olarak seçilmiş bir kuludur; O’nun diğer kullardan üstünlüğünü tasdik eden bir özelliği olmalıdır. Mademki O; Mevlâ Teâlâ’nın;

“Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyun ki O da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân, 31) âyetiyle insanlara gönderdiği bir rehberdir, öyleyse O’nun izlerini takip etmemiz gerektiğine dair bir fevkalâde özelliği olmalıdır. İşte Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allah katındaki yüceliğinin âdeta mührü yerinde olan hususiyetlerinin zirvesi, mîrac mûcizesi olsa gerektir.

Evet, Peygamberimiz’in mîrâcı öyle akıllara sığmaz bir yüceliktir ki; bu mûcizeyle tekit edilen yüceliğe dil uzatmak veya O’nu hafife almak mümkün değildir. Bu sebeple olacak ki O’nun yüceliğini itirafa yanaşmayan diller, ilk önce O’nun mîrâcını inkâra yeltenmektedir. Nitekim Peygamberimiz’in mîrâcını inkâr edenlerin, aynı zamanda Peygamber’in sünnetini de aradan çıkarıp Kur’ân-ı Kerîm’i kendi akıllarına göre yorumlamaya kalkıştıklarını görebilirsiniz. Çünkü Hazret-i Peygamber’in kaabe kavseyn makamına urûc ettiğine inanmakla, O’nun kendi hevâsından söz söylemeyeceğine güvenmek arasında ciddî bir bağ vardır. Necm Sûresi’nde bu iki gerçeğin birbiri ardınca zikredilmesinin hikmeti de bu bağa dikkat çekmek olmalıdır. (Necm; 1-18)

Ne tuhaftır ki, bu kesimler; Peygamber’i övüp yüceltmekte aşırıya kaçmamak gerektiğini, çünkü bunun O’nu örnek almaya mânî olacağını ileri sürmektedirler. O’nun şefaat makamını yahut O’na salevat getirmeyi inkâr edenlerin de hep aynı itirazı dillendirdiklerini görürüz. Hâlbuki durum tam aksidir; Peygamber Efendimiz’in örnek alınması gereken yüce bir örnek olduğunu kabul etmek için; O’nu herhangi biri olarak görmemek, Allah katında yüce bir değere sahip olduğunu kabul etmek gerekir.

Zaman zaman bazı kesimler; ecdadımızın bizlere bıraktığı kültür mirasında önemli bir yere sahip olan, hilye-i şerîfeler, mevlidler, mîrâciyeler ve na‘tlerin Peygamber’i methetmekte mübalâğa ettiklerini iddia etmektedirler.

Hâlbuki ecdadın Peygamber Efendimiz’in mevlidini ve mîrâcını, güzel sesli mevlithanlara okutarak yeni nesillere tekrar tekrar dinletmesinin bir hikmeti vardır. 400 mısralık meşhur «Mîrâciye»sinde Osman Dede, şöyle sesleniyor:

Çün irâde kıldı ol Rabbü’l-enâm,
Kim Muhammed bûla ikrâm-ı tamâm.
Biline Peygamber-i âlîcenâb,
Kavl ü fi’li bencedir ayn-ı kitâb.
Yâd olunsun mûcizât-ı Ahmedî,
Hoş bilinsün zât-ı pâk-i emcedi.
Mu’cizâtından biri mîrâcıdır,
Hazret-i Peygamber’i i‘râcıdır.

Özetle ifade edersek;

“Allah Teâlâ’nın Habîbi’ne bu mûcizeyi ikram etmesinin sebebi şudur:

Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e verilen nimet tamama ersin; O, sözü ve fiili Kur’ân’ın ta kendisi olan, âlicenap Peygamber iyice bilinsin, O’nun tertemiz ve yüce zâtı tamamıyla tanınsın…”

Ecdadımız da bu sırrı idrak etmiş olacak ki Peygamber’in na‘ti için yazdıkları eserlerin en özenli, en güzel kısımlarında mîrac mûcizesini dile getirmiş, hattâ mîrâciye adıyla müstakil edebî eserler meydana getirmişlerdir.

Ümmetin muhafazasından kendini mes’ul hissetmiş, asırlarca hilâfet sancağını dalgalandırmak için eli kınalı kurbanlar vermiş atalarımız, bu esrarlı hâtırayı; güzelce giyinip kuşanarak, aziz bir misafiri karşılayacak gibi hazırlanarak, ikramlaşarak, aşr-ı şerifler dinleyerek, salevatlar getirerek, ağlaşarak, heyecanlanarak yâd etmiştir.

Bu eserleri mübalâğalı bulan, dînî heyecandan nasipsiz soğuk kişiler; mîrac hâdisesinin vukû bulduğu gecenin yıldönümlerini bir kandil olarak değerlendirmeyi de, bid’at saymaya kalkmaktalar.

Her şeyden önce şöyle düşünülmelidir; mîrac gibi muhteşem bir hâdisenin, sadece Peygamberimiz’in hayatında yaşanıp bitmesi, bir daha anılmaması, anlatılmaması, kutlanmaması büyük bir eksiklik olmaz mıydı?

Hâlbuki mîrac mûcizesinin bizleri ilgilendiren yönleri vardır.

Unutulmamalıdır ki;

Mîrac mûcizesine kadar Hazret-i Peygamber de kendisine haber verilenlere, henüz bizzat görmediği hâlde îmân etmiştir. Mîrac hediyeleri arasındaki «Âmene’r-Rasûlü: Rasûl îmân etti.» diye zikrettiğimiz ve her gecemizde mîrac sırrını yaşamak iştiyakıyla okuduğumuz Bakara Sûresi’nin son iki âyeti bu hakikati dile getirir. Hem de öyle bir îmân etmiştir ki, îmân ettiği akîdeyi insanlara tebliğ etme yolunda her cefaya katlanmış, her şeyi tehlikeye atmıştır. İşte bunun mükâfatı olarak, görmeden îmân ettiği o gaybî haberleri gözüyle görmek gibi bir mükâfata kavuşmuştur. Böylece gayb haberlerine îmân edenlere, Cenâb-ı Hakk’ın va‘dinin hak olduğunun canlı şahidi olmuştur. Hem Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Cenâb-ı Hakk’ın O’na indirdiği emirlere harfiyyen ittibâ ederek o kadar yüce bir makama erişmiştir ki; O’nun gibi Rabbi’nin emirlerine itaat eden kulların da, va‘dedilen yüceliklerden ve mükâfatlardan kendince bir hisse sahibi olacağına âdeta kefil olmuştur. Hattâ Allah Rasûlü’nün, o sıkıntılı günlerinde mîrac gibi bir makama yükseldikten sonra tekrar çetin vazifesinin başına dönmesinin sırrı da buradadır.

Şairlerimizden Tâlî’nin dediği gibi;

Zannetme Sidre’den yine dünyâya döndü O…
Dünyâ-yı dûna dönmedi, dâvâya döndü O…
Bir lâhza gayra bakmadı, Mevlâ gören gözü…
Bir zerre ayrı düşmedi, Mevlâ’ya yâr özü…

Bu sebeple mîrâcın ümmet tarafından anılması ve anlaşılmasının gereği tartışılmaz.

Ayrıca bu mevlid, mîrâciye ve benzeri eserler; anadili Arapça olmadığı için Kur’ân-ı Kerîm’i anlayamayanlar için bir bakıma anlaşılır dînî metinler vazifesi görmüştür. Üstelik bu metinler, halkın dînî hayatında önemli bir yere sahip olan duygu ve heyecanları harekete geçirmekte oldukça başarılıdır.

Birçokları şu gerçeği unutmaktadır:

Peygamber sevgisinden ilhamla meydana getirilen bu kültür; Orta Doğu’dan Kuzey Afrika’ya, Anadolu’dan Balkanlara geniş bir coğrafyada duygu ve heyecan birliğini sağlamıştır. Zaten insanları aynı fikirde birleştirmek mümkün değildir ama aynı hissiyatta birleştirmenin yolları vardır. Sanat da bu yolların başında gelir. Anadolu müslümanlarının ortaya koyduğu bu edebiyat ve sanat harikaları; İslâm’ın tanıtılması ve sevdirilmesinde o kadar tesirli olmuştur ki, geniş bir coğrafyadaki halk, hiçbir zorlamaya maruz kalmadan, gönüllülükle ve severek müslüman olmuştur.

Unutulmamalıdır ki, çocuk ve gençlerin eğitiminde özel gün ve gecelerde tertiplenen merasimlerin de önemli bir yeri vardır. Çocuklar özel günler ve bayramları severler. Zamanın hep aynı rutinde akıp gitmesi sıkıntı verirken, sürpriz bir armağan gibi çıkıp geliveren özel günler ve o günlerde tertiplenen faaliyetler, çocukların olduğu kadar halkın genelinin de dînî eğitiminde faydalı vasıtalardandır. İslâm dîni sırf merasimlerden ibaret bir kültür kalıntısı değil, hayatın her sahasında etkin bir hayat rehberi olsa da, kültür ve sanat da hayatın önemli bir parçasıdır.

Bugün bu mîrâciyelerin diline yabancılaşmış olabiliriz. Hem bu nesilde iki saat boyunca diz çöküp oturacak, duygu yoğunluğu içinde şiir dinleyecek sabır kalmamış zannedebiliriz.
Öyleyse biz de kendi zamanımızın insanının anlayabileceği eserler, gelenekler ve kültür değerleri ortaya koymalıyız. Unutmayalım ki Peygamber sevgisini; O’nun üstünlüğünü yadırgamakla değil ancak yâd etmekle aşılayabiliriz.