SÖYLEMELİ FAKAT NASIL?

Ahmet ZİYLAN

Hepimiz beşeriz… Beşer şaşar, demişler.

Hepimiz kuluz. Hatasız kul olmaz, demişler.

İnsan hatasının, yanlışının farkındaysa Allah ıslah etsin, tevbe nasip etsin. Kalbinde kötülüklere karşı nefret, güzelliklere karşı muhabbet doğsun.

Fakat, ya bilmiyorsa?

İnsan kendisini müşahede etmekte, hatalarını tespit etmekte kusurludur. Hani derler ya, insan kendini beğenmese çatlarmış. Alışkanlıklar; aileden, çocukluktan gelme ezber kalıplar… Kolay kolay kendi söküğünü dikemez insan…

O hâlde çare ne olacak? İnsan, öğrenmeye çalışacak. Kendisi hakkında başkalarının fikrini soracak. Bir şekilde çeşitli taktiklerle; kendisi, faaliyeti, hizmeti veya ürettiği şey üzerinde, insanların kanaatlerini öğrenmeye çalışacak.

Fakat bu işin ince noktaları var.

Bir hâtıram var bu hususla ilgili. Onu paylaşırken ince noktalara da temas edelim:

Bakırköy’de ayakkabı mağazası olan bir meslektaşımız ve arkadaşımız vardı. Ayakkabıdan iyi anlar, faal, işine hâkim bir arkadaş. Zaman zaman ayakkabıcılara da ders verir.

Bir gün kendisini ziyarete gittim. O da o sırada, vitrinini yeni düzenlemiş, ayakkabılarını güzelce dizmiş, bir eksik var mı diye bakıyordu. Beni görünce, sevinçle;

“–Hacı ağabey! İyi ki geldin. Şu vitrinime bir bak ne olur; hatalı bir durum, bozuk bir ürün vesaire varsa söyle. Onları değiştireyim veya düzelteyim.” dedi.

Ben dedim ki:

“–Kardeşim, biz meslektaşız. Hatalı olduğunu düşündüğüm bir şeyi benim söylemem uygun olmaz. Senin de bunu benden duyup kabul etmen, zor olur. Çünkü bir mânâda rakip gibiyiz. Sen söylediğim eleştiriyi, yıkıcı bir tenkit olarak yanlış anlayabilirsin.

Onun için usûl olarak biz; «Ellerinize sağlık!» deriz. İçimizden de; «Bu ufak-tefek hataları da hoş görmek lâzım.» der geçeriz.

Ama sen illâ ayakkabılarının bir hatasının olup olmadığını öğrenmek istiyorsan; kapıda durma, dükkânın sahibi olarak kapıda durursan yanında konuşmazlar. Vitrinin dışarıdaki bir köşesine geç, sen de bir yabancı gibi dur. Vitrinine bakanların ne konuştuklarını dinle.

Müşteriler gelir, hanımlar gelir, gençler-yaşlılar gelir; vitrinine bakarlar, kendi aralarında konuşurlar:

«İşte şu taklit. Filân yerde gördük. O, daha güzeldi.»

«Şu ne kadar da güzelmiş!»…

İşte gerçeği onlar söyler. Çünkü hiç kimsenin müdahalesi yoktur. Sun’îlik yoktur. Ayıp olur, düşüncesi yoktur. Garez ve art niyet de yoktur. Söylediklerinde onlar da hata yapabilir, fakat bu konuştukları müşteri kanaatinin ta kendisidir.

Ben ne söylesem sen; «Acaba?» dersin.”

Evet, genellikle insanlar, hatalarının yüzlerine karşı söylenmesinden hazzetmezler. Eleştirilmek, tenkide uğramak rahatsız edicidir. Böyle olunca, birçok insan da başkasının hatasını, eksiğini görse de görmezden gelmek ihtiyacı duyar. «Neme lâzım, şimdi iyiyken kötü olmayayım» der.

Bu bir fâsit daire… Yeni tabirle kısır döngü…

Biri, söyleyemiyor, diğeri öğrenemiyor…

Hâlbuki, işin aslına bakılırsa; bir yanlışı görünce kişinin eliyle ve diliyle düzeltmesi, Peygamber emri… Ayıp olur, yanlış anlaşılır derken bu vazifesini yapmamış oluyor.

Diğeri de öğrenmekten, yanlışını düzeltmekten mahrum kalıyor. Hatası, kusuru her ne ise onu düzelttiğinde elde edeceği maddî-mânevî kazançtan yoksun kalıyor.

Bunun çaresi, başka metotlarla kendin veya ürünün/hizmetin hakkında bilgi edineceksin. Okullar, firmalar; isimsiz anketler düzenlerler. Kamuoyu yoklaması denilen şey, bu ihtiyaçtan doğar.

Büyük adamlar bu kontrolü yaparlardı. Ayak dîvânını padişah perde arkasından dinlerdi. Sık sık tebdîl-i kıyâfet çarşı-pazar dolaşırdı. Ehl-i hakikat arasından seçtikleri nedimleri, musâhipleri olurdu. Böylece kendilerine hakkı söyleyecek dostlarla istişâre ederlerdi. Bütün bunlar dışında da metotlar denerlerdi. Babam buna dair güzel bir misal anlatırdı:

Eskiden köylerin ağaları gibi, şehirlerde de beyler olurmuş. Şehrin mahallelerinin her birinde bir bey bulunurmuş. Bey; mahallenin âsâyişinden, derdinden, nâmusundan, dirliğinden mes’ûl…

Bizim Antep’deki mahallemizin adı Kuzanlı idi. 150 sene evvel bizim oturduğumuz evde, mahallenin beyi otururmuş.

Adı da Ali Efendioğlu…

Evi-barkı güzel, varlıklı, cömert, âlicenap bir adam. Bir kitapta okudum, mahalledeki camiyi de o yaptırmış. Beyliğin hakkını vermiş.

Mahallenin yanında bir kilometre kadar mesafede bir tepe var. Şimdi şehir oldu oralar. O zamanlar düzce bir tepe… Adı da Düztepe…

İşte o tepeden, Ali Efendioğlu bir tellâl göndermiş:

«Ey mahalleli! Ali Efendioğlu âcil yardım istiyor! Düztepe’de beyimizi eşkıyâ bastı. Mahalleli yardıma koşsun diye haber gönderdi…»

Eşkıyâ; otoriteye, devlete karşı gelen, yol kesen, gelen geçenin malına, nâmusuna musallat olan çapulcular, demek. Merkezî otoritenin, emniyet teşkilâtının bugünkü kadar güçlü olmadığı zamanlarda eşkıyâlığa tevessül edenlere sık sık rastlanırmış.

Mahalleli tellâlı duyunca koşmuş Düztepe’ye… Sopası olan sopasını almış, tüfeği olan tüfeğini… Kimisi kılıcını, kimisi kazma-küreğini kapmış… Bu şekilde ben diyeyim iki yüz kişi, siz deyin beş yüz kişi; Düztepe’nin yolunu tutmuşlar.

Oraya varmışlar ki, ne eşkıyâ var, ne kavga-gürültü. Ali Efendioğlu sağ-sâlim karşılamış onları.

“–Bu işin hikmeti ne ola ki!” demişler. “Biz eşkıyayla dövüşmeye geldik. Fakat sen hiçbir şey yokmuş gibi bizi karşıladın…”

Ali Efendioğlu demiş ki:

“–Ben, mahallede bey geçiniyorum ama; acaba mahalleliye kendimi sevdirdim mi, yoksa sevdirmedim mi bir öğreneyim, dedim. Bu tedbiri düşündüm.

Tellâl; «Eşkıyâ çevirdi!» deyince; «İyi etmiş, öldürsün, gebertsin onu!» mu diyecekler; yoksa yardıma mı koşacaklar merak ettim.

Siz benim gerçek dostlarım mısınız, değil misiniz? Bir öğreneyim dedim.

Siz, yardım çağrıma koşup gelenler, hepiniz; benim gerçek dostlarımsınız. Demek ki, kendimi size sevdirmişim. Ben de sizi seviyorum. Buyurun, gerçek dostlarım için 50 metre ötede güzel bir sofra hazırlattım.”

Hep beraber oturmuş, sevinçle yiyip içmişler.

İşte insanın; ehli, dostları, ailesi ve çevresi tarafından ne kadar sevildiğinin sınanması…

Peygamberimiz’in hayatı da bunun misalleriyle dolu…

Bedir’de, Uhud’da, Hudeybiye’de, Huneyn’de, Tebük’te… sözlerin ötesine geçildi ve canlar, mallar ortaya konuldu. Yapabilenlerden Allah râzı oldu. Yapamayanların; zayıflıkları, samimiyetsizlikleri ortaya döküldü.

Babamdan bir başka hâtıra:

60 sene evvel bizim sokağımızın bitişiğinde bir fabrika vardı.

Soymer İplik Fabrikası…

60 sene evvel, 500 kişi çalışırmış orada. Sahipleri de yaşları babamdan büyük Mahmut ve Ömer Beylermiş. Babam, mahallede sözü-sohbeti sevilen bir insandı. Bu sebeple, fabrika sahiplerinden biri babama sormuş:

“–Mahmut, sana bir şey soracağım.”

“–Nedir?”

“–Burada fabrikamız var ama, mahalleli bizim için ne diyor? Bizi seviyor mu, sevmiyor mu? Hakkımızda ne konuşuluyor?”

Babam demiş ki:

“–Doğrusunu söyleyeyim mi?”

“–Söyle.”

“–«Beş kuruş etmez.» diyorlar. ”

“–Öyle mi?”

“–Evet.”

“–Niye öyle diyorlar?”

“«–Koskoca fabrika sahibi, 500 kişi çalıştırıyor. Belediyeye yaptıramıyorsa, kendisi yapması lâzım değil mi? Fabrikasından itibaren sokakların hepsi çamur içinde. Ne taş döşeli, ne başka bir şey. Millet çamurun içinde gidip geliyor. Patronlar faytonla gidip geliyorlar, hiç yolun hâlini gördükleri yok. Böyle fabrikatörlük mü olur. Böyle zenginlik mi olur?» diyorlar.”

“–Ya… Başka ne diyorlar?”

“–Başka ne diyecekler? «Yahu koskoca fabrika sahibi, hâlâ faytonla gidip geliyor. Bir tane otomobil almıyor.» diyorlar.”

“–Başka da var mı?”

“–Bir tane daha var.”

“–Nedir o?”

“«–Hâlâ babasının evinde oturuyor.» diyorlar. Kendine güzel bir ev yaptırmadı.”

“–Öyle mi?”

“–Evet.”

Bu konuşma tesir etmiş. İki gün sonra fabrikatör, hemen yollara mucur döktürmüş. Döşeme yaptırmamış ama bu kadarını yaptırmış. Babam; «Hiç olmazsa yollar çamurdan kurtuldu.» derdi.

Bunu sorabilmek de güzel bir haslet… Kendinde kusur ve hata olma ihtimalini düşünebilmek ne güzel…

İnsan bu kontrolü yapmalı.

Samimî arkadaşına söylemeli:

“Ne olur, benim hatam varsa söyle! Hatalarımı gidereyim.”

Hayatın her noktasında, bilgi isteyen, tecrübe isteyen, dikkat isteyen binlerce nokta var. Her işin bir âdâbı var. İnsan hata edebilir. Bilmiyor olabilir. O zamana kadar, dikkat etmemiş olabilir.

Yemek yemeye dair olur. Ayakkabı giymeye dair olur. Tuvalete çıkmaya dair olur…

Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp…

Bu söze şunu da ilâve edelim:

Öğretmemek de ayıp…

Fakat unutmayalım ki, muhatabımızın, kusurumuzu gördüğü hâlde bize söylemekten kaçınma sebebi bizim göstereceğimiz tepki…

O hâlde şu üç hususa dikkat etmeliyiz:

1. Hatamız söylendiğinde rahatsız olmamalıyız. Dost acı söyler, atalar sözünün hakikatini anlamalıyız. O acıdan tat almalıyız. Kibrim kırılıyor, yanlışım düzeliyor diye sevinmeliyiz.

Hazret-i Ebûbekir Efendimiz, halîfe olduğunda, bizzat talep ederek;

“Yanlışım olursa düzeltin!” diyor. Hazret-i Ömer Efendimiz, başka bir idarecinin çok bozulacağı bir tavır karşısında, muhataplarının; “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz!” sözü karşısında Allâh’a şükrediyor.

Allah dostları, övülmek arzusunu ve yerilmek korkusunu ihlâssızlığa yormuşlar. Hattâ Zeynelâbidin Hazretleri’nin yanına bir adam gelip sövüp saymaya başlamış. Hakaretin bini bir para!.. Hazret, söylenenleri ne içte ne dışta en ufak bir incinme yaşamadan dinlemiş, bu sabır ve sükûnet karşısında hayrete düşen adama;

“Ne güzel söyledin! Ben nefsime bunları hep söylüyordum da inanmıyordu. Senden duysun da inansın!” demiş.

2. Bununla beraber, insanların ne söylediğine büsbütün itibar etmek, bunu tek ölçü almak da doğru olmaz. Aslolan Hakk’ın rızâsı, Peygamberi’nin hoşnutluğudur. Bu ana ölçüye aykırı olan eleştirilerden, ayıplamalardan, kınamalardan asla etkilenmemek gerekir. Doğru yolda isen, doğru bir üslûp içindeysen, kınayanın kınamasından korkmayacaksın.

Sen dürüstçe davranıyorsun, herkes aptal diyor. Varsın desinler…

Sen mütevâzı oluyorsun; herkes hor, hakir diyor. Varsın desinler…

Zaten bu gibi değerlendirmeler, bizim bahsettiğimiz gerçek kanaatler değildir. Garezkâr, art niyetli sataşmalardır. Bunlara «selâmâ» deyip geçmek gerekir.

3. Bir hatayı, bir yanlışı dile getirirken de üslûba dikkat etmeliyiz.

Nasıl olsa gerçeği söylüyorum diye başkasının gururunu kıracak, kalbini incitecek bir üslûptan kaçınmak lâzım.

Herkesin içinde, uluorta, övünürcesine;

“O iş öyle olmaz! Sen hata yapıyorsun, onu yapma!” dersen, muhatabı inatlaşmaya, yanlışını sahiplenmeye sevk etmiş olursun.

Dînî tebliğ de böyle:

Namaz kılmayan birine, azarlaya azarlaya;

“–Ne oturuyorsun? Ezan okunuyor, namaza niye gitmiyorsun?” diye çıkışırsan, o da kalkıp;

“–Sana ne?” der. Daha üstelersen;

“–Kılmıyorum işte!” der.

“–Sen kılıyorsun da, kendini bir şey mi sandın!” der… Söyler de söyler. Çünkü damarına basılmıştır.

Adam zaten namaz kılmıyordu, fakat mahcuptu. Dikine gidince, o suçluluk duygusu da dağıldı. Yanlışını savunmaya başladı. Allah korusun, îman sallanmaya başladı.

Tatlı tatlı söylemek lâzım. Yumuşak bir şekilde;

“–Ezan okunuyor. Müsaitsen namaza beraber gidelim mi?” demeli.

Peygamber Efendimiz; Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah hakkında ne güzel söylüyor:

“–Abdullah güzel bir insan… Bir de gece namazı kılsa…”

Bir daha gece namazını kaçırmıyor o sahâbî…

Tebliğde bu üslûp şartlarına dikkat edilmezse, netice sevdirmek yerine nefret ettirmek olur.

Buna dair başımdan geçen bir hâdise:

İnegöl, Oylat’ta idik. Vakit ikindiden sonraydı. Akşama bir-iki saat vardı.

Orada güzel bir cami var. Onun civarındayız. Millet banklarda oturuyor. Biz;

«Bankta oturacağımıza camiye çıkalım.» dedik.

Camide 5-10 kişi var. Kimisi Kur’ân-ı Kerim okuyor, kimisi tesbih çekiyor… Herkes ibâdetle meşgul. Biz de oturduk bir köşeye, tesbîhâta başladık.

Biri çıkageldi. Yanıma oturdu. Sesini de yükselterek;

“Selâmün aleyküm.” dedi.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim okuyana, duâ, zikir, tesbîhat ile meşgul olana selâm verilmez. Çünkü selâmı almak farz… Adam, selâmı alınca ibâdetinden kalacak. Kesilmiş olacak.

Mecbur;

“–Aleyküm selâm.” dedik. Önümüze döndük. Fakat adam sorulara başladı:

“–Nerelisin?”

“–Antepliyim ama İstanbul’da oturuyorum.”

“–Öyle mi?”

Öyle de yüksek sesle konuşuyor ki, oradakilerin hepsinin kafasını meşgul etti:

“–Peki, ne iş yapıyorsun?”

İçimden «Lâ havle ve lâ kuvvete…» diyorum, fakat sabırla bu soruya da cevap verdim:

“–Ayakkabıcılık yapıyorum.”

“–İyi. İşin de iyi mi bari, memnun musun?”

“–Elhamdülillâh iyi…”

“–Kazancın da iyi mi?”

“–İyi elhamdülillâh.”

“–Öbür taraf için de bir şey yapıyor musun?”

“–Olduğu kadar, kısmet olduğu kadar yapıyoruz.”

“–Bak, bu dünyada «işimiz iyi» diyorsun. Öbür taraf için; «kısmet olduğu kadar yapıyoruz.» demek var mı? Niye daha çok yapmıyorsun?”

Elhamdülillâh; kendimi sabırlı bir insan olarak görürüm fakat bu adam sabrımı taşırdı. Açtım ağzımı:

“–Kardeşim, sen şurada bir tesbih çektirmedin. Allâh’ın evinde selâmdan başladın, kabir sualcisi gibi her şeyi sordun. Sen kimsin? Ben, sana hiç soru sordum mu?”

“–Sormadın.”

“–Peki, sen kimsin?”

“–Ben, tebliğciyim.”

“–Şimdi olmadı.”

“–Niye?”

“–Eğer sen tebliğden şu bana yaptığını anlıyorsan, kusura bakma camiye geleni de kaçırırsın. «Tebliğ yapacağım» diye tutmuş; camiye saatler öncesinden gelmiş, Kur’ân-ı Kerim okuyan, tesbih çeken insanların ibâdetine mânî oluyorsun.

Camideki adama kabir suali sormakla sen «tebliğ mi yapıyorum?» sanıyorsun. Böyle tebliğ olmaz. Muhatabı öfkelendirecek, tiksindirecek davranışlarla tebliğ olmaz.

Sen, dışarıda bankta oturup da lâubâlî konuşanlara gidip tebliğde bulunsana!

Yalnız, onları da sorgu-sual ile bezdirme. Camiye davet et… Caminin, ibâdetin, namazın güzelliğini anlat. Öyle tatlı konuş ki, adam kalksın seninle camiye gelsin.”

Adamın niyeti tebliğ yapmak… Vazife vermişler, göndermişler. Fakat o, bu mukaddes vazife nasıl yapılır, bilmiyor. Tebliğ etmek için bula bula, camide tesbih çeken adamı buluyor.

Bir prensip de şu:

Yaptığın işi neticesiyle değerlendir…

«Sen, tebliğ yapıyorum diyorsun» da, netice ne?

Sokaktaki beynamazı camiye getirebildin mi? Cimriyi merhamete getirebildin mi? Yalandan, dolandan, fâizden, hırsızlıktan vazgeçirebildin mi?

Hayır! Ne yaptın. İtiraz ettirdin, sinirlendirdin. Suçu yok etmek istiyordun, çoğaltmış oldun. Hatadan vazgeçirecektin, suçu sahiplendirdin. Tiksindirecektin, benimsettin.

Netice bu ise, sende hata var demektir.

Tatlı söylesen de kabul etmeyecekler var elbette.

Onlar hakkında da mes’ûliyetinden kurtulmuş olursun.

Fakat bir tatlı davet, bir güler yüz bekleyen nicelerinin gönlünü kazanmaya bakacaksın. Bir kişiyi hidâyete erdiren, cihanı hidâyete erdirmiş gibidir.

Ebedî hüsrandan kurtulanların bir vasfı da birbirlerine hakkı, sabrı, merhameti tavsiye etmeleri.

Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in, abdesti yanlış alan yaşlı adama doğrusunu göstermelerindeki zarâfetle…

İslâm’ın güler yüzüyle…

Tatlı dille…

Güzelce yapılan ikazı da, daha iyi bir kul, daha güzel bir insan olmak yolunda cana minnet bilerek…

Böylece sahâbe-i kirâmın teşkil ettiği o huzur ve saâdet toplumuna erişmek mümkün…

Ne mutlu, bu olgunluğu gösterebilenlere…