EĞİP BÜKMEDEN…

H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

İstanbul’un fethinin yıldönümünü idrak ettiğimiz günlerdeyiz. Güzel İstanbul’umuza bakınca anlıyoruz ki, ecdadımızın bıraktığı bu değerli emânet için ne kadar sevinsek ve mirasçısı olduğumuz bu şerefle ne kadar övünsek azdır.

Öyle büyük bir tarihimiz var ki; ona lâyık olmak için pek bir şey yapamamış olsak bile, bize fayda veriyor. Bugün dünya üzerindeki itibarımızın ve nüfûzumuzun hâlâ en büyük kaynağı, ecdadımızın armağanı olan o şanlı mâzîmiz.

Fakat ne acıdır ki kültür atmosferimize hâkim olan kesimler o tarihi anlamaktan ve ecdadımızı takdir etmekten pek uzak. İftiralarla dolu, çirkin sahneleri sebebiyle geçtiğimiz yıl gündemimizi meşgul eden malûm tarihî dizinin senaristi, bir süre önce öldü. Onun ardında bıraktığı;

“Cesedimi yakın!” vasiyeti sayesinde, tarihimizi konu alan dizinin senaryosunu nasıl bir zihniyete sahip kişilerin yazdığını da daha iyi görmüş olduk. Zaten ecdadımızı bu kadar çirkin bir şekilde tahayyül eden bir kişinin;

“Arkamdan duâ edin, hayır-hasenat yapın…” demesini de beklemezdik. O; tartışmalı, gürültülü bir hayat yaşadı, ardında tartışma bıraktı, öldü, gitti… Tarihimizi ve ecdadımızı anlamak ve anlatmak vazifesi ise hâlâ bizim boyunlarımızda borç olarak duruyor.

Evet, bu bizim üzerimize borç… Bizler, aynı îmâna, aynı hissiyata ve aynı düsturlara sahip torunları olarak atalarımızı anlatma vazifesinin şuurunda mıyız? Daha ne zamana kadar ecdadımızı anlatmayı başkalarından bekleyeceğiz?

Şu an sinemalarda İstanbul’un fethini anlatan bir film gösteriliyor. Gidip seyretmiş olmasam da -çünkü fazla bir beklentim yok- hakkında anlatılanlar; bu filmde de tarihe sâdık kalınmadığını ve fethin gerçek rûhunu ifade etmekten mahrum olduğunu öğrenmeme yetti. Acaba bir sanat eserinden gerçeklerin ve samimî duyguların ifadesini beklemek çok mu fazla bir beklenti? İstanbul’un fethini bile doğru anlayamıyor, anlatamıyorsak artık neyi anlayacağız?

Öte yandan, ne yazık ki öyle bir nesil yetiştirmişiz ki, bu filme gösterilen rağbetten bile rahatsız oluyor da; “İşgalcilikle övünüyoruz!” diye yazabiliyor. Belki de doğru anlatılamadığı için fetihle işgalin farkını anlamaktan uzak…

Nasıl oldu da;

“Ne işimiz vardı Viyana kapılarında?” diye soracak kadar şuursuz bir nesil yetiştirdik? Neden anlatamadık?

Bugün Kur’ân-ı Kerim’deki cihad âyetlerini anmaya bile çekiniyoruz. Hâlbuki çekingenliğimizi bir yana bırakıp, o âyetlerin de en az; «cenînin anne karnındaki gelişimini anlatan» bir âyet kadar ilmî bir mûcize olduğunu izah edebilseydik, belki tarihimizi de daha doğru anlatmış olacaktık.

Gelin bir kere korkmadan okuyalım o âyetleri… Rabbimiz buyuruyor ki:

“Savaş, -hoşunuza gitmediği hâlde- size farz kılındı. İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin iyiliğinizedir. Ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin aleyhinizedir. Siz bilmezsiniz Allah bilir.” (el-Bakara, 216)

Bu âyetten anlıyoruz ki, savaş müslümanların hoşuna giden bir şey değildi. Yani onlar yağmacılık-talancılık hevesiyle yollara dökülmüş değillerdi. Aksine aralarında korkanlar, isteksizlik gösterenler vardı. (en-Nisâ, 77) Acı çekiyorlardı ve Rableri onları âyetleriyle teselli ediyordu. (en-Nisâ, 104) Savaştan kaçmamaları için uyarıyor, (el-Enfâl, 15) zor zamanlarda Allâh’ı zikrederek dayanıklılık göstermelerini emrediyordu. (el-Enfâl, 45)

Fetih için yollara dökülen İslâm orduları da bilirdi; tarlalarıyla bahçeleriyle, sürüleriyle veya ticaret kervanlarıyla meşgul olup dünyalık yığmayı… Onlar da bilirdi şehirler inşa edip refah içinde yaşayacakları evler döşemeyi ve çeşit çeşit zevkler, eğlenceler icat etmeyi. Ama yapmadılar…

Şimdi birilerine çok garip görünen bir şey yaptılar; üzerlerine kızgın yağların döküldüğü surlara tırmandılar. Bazen gemileri karadan yürüttüler, bazen de gemileri yakıp;

“Arkanız deniz, önünüz düşman; ya zafer, ya ölüm!” diyerek düşman saflarına daldılar.

Neden?

Çünkü îman ettikleri Allah -celle celâlühû- onlara bir görev yüklüyordu:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve; «Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir velî (koruyucu, sahip) gönder, bize katından bir yardım eden yolla.» diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (en-Nisâ, 75)

Müslümanlar; hiç kimsenin inancına karışmayan, halkını âdil bir düzenle idare edip huzuru tesis eden Necâşî gibi idarecilerin ülkelerine seferler düzenlemediler, oraları yakıp yıkmadılar. Aksine kendi halkına dahî eziyet eden, hele başka dinden olanlara hiç acıması olmayan idarecilerin memleketlerini İslâm’a açtılar.

Eğer atalarımız, esirlerini kazıklı fıçılarda öldürdüğü için Avrupa kültüründe vampir hikâyesinin doğuşuna sebep olan Kazıklı Voyvoda’yı ortadan kaldırmasaydı, Arnavut ve Boşnak kardeşlerimiz İslâm dînini tanıyabilecek ve tercih edebilecekler miydi?

Hem bu zalim idarecilerin zulümleri kendi memleketlerinin sınırları içinde de kalmıyordu. Birçoklarımız bilmeyiz ama Bizans Devleti ortadan kaldırılana dek, İslâm ülkelerinde her çeşit fitnenin ya elebaşı olmuş yahut gizli destekçisi olmaya devam etmişti. Meselâ Abbâsîler devrinde meydana gelen Hürremîler veya Babek fitnesinin 20 yıldan fazla sürmesinde ve nice masum müslümanın kanına mâlolmasında Bizans’ın gizli desteğinin rolü olduğu bilinir.

Ulûhiyet iddiasıyla ortaya çıkan Babek, nefse hoş gelen her şeyi mubah sayması sayesinde memleketteki ayak takımını kendi etrafında toplamayı başarmıştı. Üstelik taraftarlarına, kendi ulûhiyetine îman etmeyenlerin öldürülmesi, mallarının yağmalanması noktasında da izin veriyordu. Abbâsî idarecilerinin ummadığı kadar büyük bir felâkete sebep olan bu fitneciler, ne zaman İslâm askerleri tarafından sıkıştırılsalar Bizans topraklarına sığınırlardı. Ümmetin bu felâketten halâs olmasına vesile olan Afşin Bey, gelecekte İslâm memleketlerinin huzurunu koruyacak milletin âdeta müjdecisiydi.

Tarih şahittir ki, Kur’ân-ı Kerîm’in her bir âyeti mûcize olduğu gibi, cihâdı emreden âyetleri de içtimâî ilimler bakımından bir mûcizedir. Müslümanlar;

“Fitne ortadan kalkıp, din yalnız Allâh’ın oluncaya kadar, onlarla savaşın.” emrine itaatten ne zaman ayrılsalar, fitneler kendi memleketlerinin içinde dahî onları buldu. Hattâ İslâm diyarları toplu kıyımlara, sömürülere, zillete sahne oldu.

“Atalarımız savaşlarla uğraşacakları yerde ne diye medeniyete hizmet etmemişler?” diyenlere Endülüs’ü, Buhârâ’yı, Taşkent’i sorun!

Avrupa medeniyetine ilim-irfan meş‘alesi olan Endülüs’ün başına neler geldi?

Buhârâ’nın yetiştirdiği İbn-i Sînâ Avrupa üniversitelerinde okutulan tıp kitaplarını telif etmişti. Ama önce Moğol İstîlâsı, sonra Özbekistan’ın Ruslarla İngilizler arasında sıkışması ve sonunda komünist idareye teslim olmasıyla bu diyar da elimizden çıktı. Şimdi İstanbul’un fethiyle teselli bulmamızı çok mu görüyorlar?

Müslümanlar;

“Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve besili atlar hazırlayın. Bununla, Allâh’ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve bunların dışında sizin bilmeyip Allâh’ın bildiği diğer (düşmanları) korkutup-caydırasınız. Allah yolunda her ne infak ederseniz, size «eksiksiz olarak ödenir» ve siz haksızlığa uğratılmazsınız.” (el-Enfâl, 60) âyetini unutup, Avrupâî keyiflere ve eğlencelere alışıp, boş tartışmalara daldıkları için bugünkü zillete dûçâr oldular.

Îman etmeseler de ilmin gereği olarak aynı âyete ittibâ edenler ise dünyanın hâkimiyetini ellerinde tutuyorlar. Bugün dünyanın en büyük ekonomisine sahip ülkeler, silâhlanmaya dehşet bütçeler ayırıyorlar. Yoksa ekonomilerini ayakta tutacak yakıtı temin edemeyeceklerini biliyorlar. Böyleyken bizler Kur’ân-ı Kerim’deki cihad âyetlerini nasıl eğip bükeceğimizi ve tevil edeceğimizi düşünüp duruyoruz. Hâlbuki tevile hiç hâcet yok:

“Fitne ortadan kalkıp; din, yalnız Allâh’ın oluncaya kadar, onlarla savaşın.” âyetinin devamında zaten sulh kanunu bütün asâletiyle mevcut:

“Eğer vazgeçerlerse bilin ki, düşmanlık, ancak zalimlere karşıdır.” (el-Bakara, 193)